18 Temmuz 2006
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın son olarak 13 evladımızın terör örgütü PKK tarafından şehit edilmesi üzerine, "Madem ki demokrasiyle çözemiyoruz, o zaman siz görürsünüz" anlamında bir tehdit savurarak Ankara’da toplantılar düzenlemesini siz ne kadar ciddiye aldınız, bilemiyoruz. Bu satırları kaleme aldığımız dakikaya kadar bu toplantılarda alınan kararlar ve önlemler ortaya çıkmış değildi. O nedenle elbet son durumu değerlendirme olanağından yoksunuz.
Ancak... PKK’nın kendi kendine ilan ettiği ateşkesi kaldırdığı 1 Ocak 2005’ten beri yaşananlara ve onlar karşısında bu hükümetin izlediği politikalara, "aldığını iddia ettiği" önlemlere bakınca itiraf edelim ki iyimser olamıyoruz. Daha da açıkçası, bu hükümetin veya Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının bu soruna çözüm bulabileceğini sanmıyoruz.
Bu iktidar döneminde bu sorun derinleşecek, terör nedeniyle ödediğimiz fatura her gün daha fazla kabaracaktır.
Önce belirtelim ki PKK’nın ateşkesi kaldırdığı tarihten Haziran 2006 başına kadar geçen 17 ayda 17 polisimiz öldürüldü, 484’ü yaralandı. Aynı şekilde şehit düşen askerimizin sayısı 146’yı, yaralı asker sayısı 495’i buldu. Koruculardan 18’i öldü, 52’si yaralandı. Sivil halktan ölenlerin sayısı 72, yaralananların sayısı 634 oldu. Bu sırada öldürülen PKK’lı sayısı 286, yaralı olarak ele geçenler ise 15 olarak saptandı.
Demek ki terörden doğruca zarar gören veya hayatını kaybeden insanımızın sayısı 1918’i bulmuş. Teröristlerin bilinen kayıp ve yaralı sayısı ise 301’de kalmış.
Rakamlar, terörün toplumumuzu çok ağır şekilde mağdur ettiğini buna karşılık terörü önleyecek çare bulmakta bizim (daha doğrusu hükümetin) aciz kaldığını açık şekilde ortaya koyuyor.
Demek ki siyasi iktidarın konuya yaklaşımında -veya sorumlu kadrolarında- ciddi değişikliklere ihtiyaç var.
"Bu siyasi iktidarla bu iş olmaz" derken neye dayandığımızı da söyleyelim. Kararı siz verin:
Bu iktidarın başı olan Başbakan Tayyip Erdoğan, geçen Ağustos ayında "Bu ülkede Kürt sorunu vardır" dememiş miydi? "Bu sorunun çözümü konusunda eski dönemlerde yapılmış hataları tekrarlamayacaklarını" söylememiş miydi? Kendilerinin "aydın" olduğunu ilan eden bazı zevatı Başbakanlığa çağırıp onların müstesna mütalaalarından yararlanarak "yeni bir açılım" ilan etmemiş miydi? Bu yaklaşımla hiçbir şeyi çözemeyeceğini... Terörü ezmeden bir yere varamayacağını... Terör örgütü ile yöre halkının bütünleşmesini engellemenin öncelikli sorun olduğunu söyleyenleri hafife almamış mıydı? Son sekiz yıldır uykuda olan -aslında daha önce de bir şeye yaramadığı bilinen- "Terörle Mücadele Yüksek Kurulu"nu toplayıp bir şeyler yapıyormuş gibi görünerek bir yere varamayacağını bilmiyor muydu?
Geçen Eylül ayında ilk toplantısını yapan o kurul işe yarasaydı yani birtakım kararlar alsa ve bunlar sonuç verseydi Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Iğdır’da celallenip Ankara’ya koşmasına ve dünkü gibi toplantılar yapmasına ihtiyaç kalır mıydı?
Dönüp başa gelmemiz, bu iktidarla bir yere varılamayacağını göstermiyorsa neyi gösteriyor?
Bu bahis açılınca söylenecek daha çok şey var. Ama şimdilik burada keselim de sırasını bekleyelim.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2006
HUKUKUN herkese lazım olduğunu nedense herkes hukuk dışı bir darbe yediği zaman anlıyor. Önceleri "hukuk da neymiş" havasında olan kişi o zaman sizden daha keskin bir "hukuk savunucusu" kesiliyor.
Tuhafı... Aynı kişi, vartayı atlatınca da eski durumuna dönüyor.
Bir başka deyişle "hukukun üstünlüğünü" de, "hukukun herkese lazım olduğunu" da unutuveriyor.
Somut örnek için Ankara’daki Kara Harp Okulu Komutanı Tümgeneral Reha Taşkesen olayına gitmeye gerek yok. Ona aşağıda değineceğiz ama en iyi örnek olarak bizim aklımıza "Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz" diye şiir okuduğu için hapsedilen Tayyip Erdoğan geliyor. Nitekim o zaman -haklı olarak- "ifade özgürlüğü mağduru" sayılan Erdoğan, şimdi "ifade özgürlüğünü boğan" yasaların mimarı hükümetin başbakanı sıfatıyla bu ülkeyi yönetiyor.
Son olarak karşımızda "telefonu gizlice dinlenen" ve bu ortaya çıkınca, Silahlı Kuvvetler’den ayrılmak gereğini duyan komutanın olayı var.
Komutanın konuşmalarının "özel yaşamı" ile ilgili olduğunda kimsenin ihtilafı yok. Ancak konuşmalar özel yaşamıyla ilgili olsa bile bir Kara Harp Okulu Komutanının özel yaşamının, o görevde kalmasını olumsuz etkilemesi de genel olarak kabul görüyor. O nedenle Komutanın "Benim özel yaşamımla ilgili konuşmalardan kime ne? Benim sorumluluğum görevimi nasıl yaptığımla sınırlıdır" tezini savunması bizce hiç de geçerli değil. Aksi halde Yüksek Askeri Şûra’nın sırf özel yaşamı nedeniyle Silahlı Kuvvetler’le ilişkisini kestiği bunca subaya ve astsubaya haksızlık ettiğini söylemek gerekir.
Lakin meselenin asıl kritik tarafı -bizzat söz konusu komutanın ifade ettiği gibi- başka... Çünkü ortada düpedüz hukuk dışı görünen bir gerçek var: Reha Taşkesen isimli bireyin telefonu hukuka aykırı şekilde dinlenmiş. Ama bu hukuk dışı uygulamaya başta kendi komutanları (veya Silahlı Kuvvetler) olmak üzere kimse ses çıkartmıyor ve o bireyin hukukunu savunmuyor.
Daha da önemlisi... Silahlı Kuvvetler veya Genelkurmay Genel Sekreterliği "O dinlemeyi biz yapmadık. Zaten onu yapacak donanımımız da yok" anlamındaki kısa açıklaması dışında, kamuoyunu aydınlatacak bir şey söylemiyor. Örneğin "dinleme işlemi hukuka uygun ise" bunu, yok "hukuka aykırı" ise o dinlemenin nasıl geçerli sayıldığını açıklamıyor.
Bu durumda hiçbirimiz "hukukun güvencesi" altında olduğumuzu savunamayız. Çünkü gerçekler, en önemli kurumlarımızın yani Silahlı Kuvvetlerimizin ve hükümetin işlerine gelince hukukun çiğnenmesini görmezden geliyorlar.
Aksini iddia edebilmek için hem Silahlı Kuvvetler’in hem de daha geniş bir sorumluluk taşıyan hükümetin "bu dinlemenin kim veya hangi kurum tarafından yapıldığını" açıklamaları gerekir.
Yeri gelmişken anımsatalım:
Konu sadece hükümetin veya Silahlı Kuvvetler’in bilgi vermesiyle kapanacak türden değildir. Çünkü "yasadışı" dinleme yapmanın yeni Ceza Yasası’ndaki faturası -cezayı artırıcı nedenler hariç- 6 aydan 2 yıla kadar hapistir. O nedenle ortada bir de cezalandırılması gereken suç vardır.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2006
ÇOK gördüğünüz olayın haber değeri önce azalır sonra hemen hemen hiç kalmaz. O nedenle TBMM Başkanı Sayın Bülent Arınç’ın resmi bir ziyaret için gittiği Moskova’da yatan Sovyet devrimi lideri V.İ. Lenin’in manevi huzurundan ayrıldıktan sonra:
"Lenin’i ölü olarak görmek çok güzel" demesini doğrusu yadırgamamıştık.
Biz biliyoruz ki Sayın Arınç kendisini kontrol altında tutmadığı zaman gaf yapmaya açık bir kişiliğe sahiptir. Nitekim Haziran 2003’te Japonya’ya yaptığı resmi gezide, Tokyo’daki bir camiyi gezerken, "Umarım Japonlar bu camiye gidenleri görür ve hak dinine (Müslümanlığa) intisap eder" dediği hálá zihinlerdedir.
Gazete koleksiyonlarını karıştırırsanız bu gafların bir aşamada bizzat Arınç’ı da rahatsız ettiğini görürsünüz. Nitekim Nuriye Akman’ın kendisiyle yaptığı mülakatta "Artık her yerde gelişigüzel konuşmayacağım" dediği 5 Ekim 2003 tarihli Zaman gazetesinde bildirilmektedir.
Ama Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 23 Nisan 2004 tarihinde verdiği kabul resmine (türbanlı olan) eşinin çağrılmamasına tepki gösterirken, "Bunun karşılığı, şeyini ettiğimin şeyidir. Bunu bana tekrar niye soruyorsunuz?" diyen de Sayın Arınç’tır.
İşte tam da bu yüzden Sayın Arınç’ın gaflarının artık -tüm rekorları kıran yeni bir gaf yapmadıkça- haber değeri yoktur.
Belki de Sayın Arınç, Moskova’dan ayrılmadan önce oradaki Türk gazetecilere verdiği "gazetecilik" dersinde o nedenle, "Basınımız da haber nedir, nasıl olmalıdır? Haber kişilik haklarına saygılı olmak zorunda mıdır? Haberin objektif oluşu hangi ölçütlerle sağlanmalıdır, konularında kendini sorgulamalı" demiş.
Tavsiye nereden gelirse gelsin makbuldür. O nedenle Sayın Arınç’a teşekkür ederiz.
Lakin bu bağlamda Sayın Arınç’ın da dikkate alması gereken hususlar var. Örneğin kendisinin, ziyaret ettiği bir yabancı ülkede yaptığı gafın yazılacağını fark edince "Bu haber önemli değil" demesi o olayın haber değerini değiştirmez.
Bunca yılın siyasetçisi Bülent Arınç’ın sadece onu değil, gazetecilerin bu tür tavsiyelere hiç kulak vermediğini de bilmesi gerekir.
Kaldı ki "basının kişilik haklarına saygılı olmasını" tavsiye etmeden önce Sayın Arınç’ın kendi konumu ile kendi sözleri arasında doğru orantılı bir "düzey" ilişkisi olduğunu (veya olması gerektiğini) dikkate alması gerekmez mi?
Sayın Arınç merak etmesin... Türk basını kendisinin işaret ettiklerinin hepsini yapıyor. Örneğin haber nedir, nasıl olmalıdır sorusu, her gün her gazetenin veya öteki medya organlarının istihbarat ve yazı işleri toplantılarında sayısız defa soruluyor. Öteki sorulara da her gün aynı ciddiyetle yanıt aranıyor. Ve kendisinin şikayet ettiği haberler işte bu sorgulamaların ürünü olarak ortaya çıkıyor.
O nedenle kolaycılığa kaçıp çareyi basının kusurunda arayacağına kendi sözlerinde ararsa sanırız Sayın Arınç daha doğru yapmış olur.
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2006
ANLAMAK istemeyenle ne kadar diyaloğa girseniz de sonuç alamıyorsunuz.
Neyse ki sizin sözle, uyarıyla anlatmaya çalıştığınızı yaşanan olaylar daha iyi anlatıyor. Muhatabınız o zaman yola geliyor. Ama iş çoğu kez işten geçmiş oluyor. Bunları Avrupa Birliği’nin (AB) "Genişlemeden Sorumlu" Komiseri Olli Rehn ile Türkiye Temsilcisi Hans Jörg Kretschmer’in son günlerdeki sözleri nedeniyle söylüyoruz.
Olli Rehn, İstanbul’da yayınlanan Agos gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink hakkında "Türklüğe hakaret ettiği" gerekçesiyle verilen ancak infazı 5 yıl süreyle ertelenen "6 ay hapis" cezasının Yargıtay tarafından onaylanıp kesinleşmesi üzerine "ifade özgürlüğünü sınırlayan bu karar beni hayal kırıklığına uğrattı" dedi.
AB Temsilcisi Kretchsmer de hükümeti uyararak Hrant Dink’e verilen cezanın ayrıntılarıyla İlerleme Raporu’na girecegini söyledikten sonra, "Çok kötü bir olay... Uygulamanın neresine bakalım? İşte uygulama..." dedi.
Bu iki yabancı henüz farkında değilken yani geçen yıl, tüm gücümüzle bağırarak "Türk Ceza Yasası’na bu hükümleri koyarsanız, ifade özgürlüğüne çok ağır darbe vurmuş olursunuz. Bunları Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kriterleriyle uyumlu hale getirin. Aksi halde bizim uyarımızla yapmadıklarınızı yabancıların, özellikle de Avrupa Birliği’nin uyarıları sonunda yapacaksınız. Üstüne üstlük bir de ulusal onurumuzla oynanmasına sebep olacaksınız" dedik durduk.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2006
BİR işadamı iseniz, herkese verebileceğiniz en iyi güvence, "Bana kefil olduğunu bizzat Başbakan tüm kamuoyuna açıkladı" sözüdür. Gerçi biz geçmişte kara para aklayıcılara güvenip onlarla İsviçre otellerinde gizli görüşmeler yapan başbakan da gördük.
Batakçı işadamlarını etrafına toplayıp "Onlar benim ailemdir" diyen cumhurbaşkanını da unutmadık.
Ama doğrusu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından "terör örgütlerine kaynak sağladığı" gerekçesiyle resmen suçlanan, başta ABD olmak üzere birçok ülkedeki mal varlıklarına bu nedenle el konan bir işadamından: "Ben Yasin Bey’i tanıyorum ve kendime inandığım gibi inanıyorum. Yasin Bey’in bir terör örgütüyle münasebet kurması, ona destek vermesi mümkün değildir. Yasin Bey (...) hayırsever olmaktan başka hiçbir özelliği olmayan bir insandır" diye söz eden bir başbakanla karşılaşmamıştık.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Suudi Arabistan’lı işadamı Yasin El Kadı hakkında bunları söylemesi için o zatla gerçekten yakın ve sıkı işbirliği içinde yaşanmış bir geçmişe sahip olması gerekir.
Bu ilişki son üç dört yıl içinde yaşansaydı kamuoyundan saklı kalamazdı. O nedenle söz konusu ilişkinin, Tayyip Erdoğan’ın Refah ve Fazilet Partisi üyesi olduğu tarihlere ait olması gerekiyor. O zaman da bir dakika durup, Erdoğan’ın o dönemde pek itibar ettiği kişilere bakmak zorunlu oluyor.
Örneğin halen Afganistan’da terör suçlusu olarak aranan eski Başbakan ve Hizb-i İslami lideri Gulbettin Hikmetyar da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın o tarihlerde samimi ilişki kurduğu bilinen isimlerden biriydi.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ı, terör örgütü lideri olduğu gerekçesiyle 2004 yılında İsrail hava kuvvetlerinin attığı bombayla öldürülen HAMAS lideri Şeyh Ahmet Yasin’e ne kadar içtenlikle sahip çıktığını da unutmuş değiliz.
Son ve somut bir örnek daha var... İsrail’in Filistinli sivillere yönelik şiddet eylemlerini kınadığımızı belirterek söyleyelim:
Seçilerek iktidara gelmiş olmasına rağmen terör eylemlerinden vazgeçmeyen HAMAS’ın siyasi lideri Halit Meşal’la ilişki kuran da Başbakan Tayyip Erdoğan’dan başkası değil.
Bu durumda Tayyip Erdoğan’ın El Kaide’ye para yardımı yapmakla suçlanan Yasin El Kadı’ya kefil olmasının anlamı ve değeri ne olabilir?
İşe yaramaz yani anlam ifade etmez kefalet aranıyorsa, bizzat Yasin El Kadı’nın milyarlarca lira ödeyerek gazetelerde yayınlattığı "Benden iyi, benden temiz, benden fazla iyiliksever insan bulamazsınız" mesajı veren ilanlar da Yasin El Kadı’ya kefildir.
Başbakan Tayyip Erdoğan böyle kategorik bir şekilde "Ben ona, kendime inandığım kadar inanıyorum" türü güvence vereceğine biraz daha ihtiyatlı davransaydı sanırız iyi ederdi. Üstelik o takdirde, yarın öbürgün mahcup olmak riskini üstlenmemiş olurdu.
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2006
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, yeni bir hukuk tartışması başlattı: Başbakan Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilse bile, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemdeki "Akbil davası" gibi dosyalar nedeniyle Yüce Divan’da yargılanabilirmiş. Erdoğan o nedenle cumhurbaşkanı seçilmemeliymiş.
Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesini en az Baykal kadar istemeyen bir Türk vatandaşı sıfatıyla lafın başında söyleyelim:
Deniz Baykal tıpkı durup dururken "Siz Abdullah Öcalan’ı affetmek için kılıf hazırlıyorsunuz" diyerek iktidarı suçlaması gibi, burada da olayı çarpıtıyor. Anayasa’da olmayan birtakım usuller icat ediyor. Kafa karıştırıyor. Ve -maalesef- beyhude vakit kaybediyor.
Nitekim uzunca bir süre "erken seçim" diye tutturmasına rağmen dün gazetecilere:
"Biz cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde erken seçim için gayret sarf ettik ama seçim gelecek sonbaharda yapılacak gibi gözüküyor" demeye nasıl mecbur kaldıysa, bir süre sonra da (Erdoğan) "Cumhurbaşkanlığına seçilse de Yüce Divan’da yargılanabilir" şeklindeki sözünü yutmak zorunda kalacak.
Kalacak... Çünkü ortada kendisinin bu iddiasını destekleyen bir tek Anayasa hükmü yok.
Daha doğrusu Anayasamız cumhurbaşkanı seçilen bir insanın görev döneminde "vatana ihanet" dışında hiçbir eyleminden yargı önünde sorumlu tutulamayacağını açık şekilde söylemiş ama "Cumhurbaşkanı olmadan önce" işlenmiş bir suçu varsa ne yapılması gerektiğini hükme bağlamamış. O nedenle bir kısım hukukçular "Cumhurbaşkanına tanınan ’sorumsuzluk’ koruması milletvekili dokunulmazlığının milletvekillerine ve bakanlara sağladığından çok daha geniş ve güçlüdür. O nedenle ’sorumsuzluk’ kurumunun içinde dokunulmazlığın sağlayabileceğinden daha büyük bir koruma alanı vardır. Az olanın sağladığını çok olan elbet sağlar. O halde milletvekilinin seçilmeden önceki eylemi nedeniyle yargılanması nasıl dokunulmazlığın kaldırılması koşuluna bağlıysa, burada da yargılama ancak cumhurbaşkanı sıfatının kalkmasından sonra söz konusu olabilir" görüşündeler.
Bir kısmı "Cumhurbaşkanınınki dokunulmazlık değil, sorumsuzluktur. O nedenle cumhurbaşkanının şahsi suçlarından veya göreve gelmeden önceki döneme ait olan suçlarından dolayı yargılanması gerekir" diyor. Ama asıl gerçek o ki, Anayasa’da bu görüşü destekleyen hüküm yok. Sadece birilerinin -bu arada Baykal’ın- temennisi var. O da yetmiyor.
İşin ilginç yanı bu sıralarda Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac hakkında aynen Erdoğan gibi, Paris Belediye Başkanı olduğu yıllarda görevini kötüye kullandığı iddiasıyla suçlamalar var ama buna ilişkin yagılama -gerekirse- cumhurbaşkanlığı bittikten sonra yapılacak.
Sayın Baykal, Tayyip Erdoğan’ın önünü böyle temelsiz iddialarla kesmeye çalışacağına iyi bir muhalefet partisinden bekleneni yapsa yani Tayyip Erdoğan’ın -varsa- suçlarını ortaya koysa... Ve kamuoyuna "Böyle adam Cumhurbaşkanı olamaz" dedirtse daha doğru olmaz mı?
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2006
KİMİN kafası karışık? Ürettiği fındığı Fındık Tarım Satış Kooperatifleri Birliği’ne (Fiskobirlik) kilosu net 6 bin 300 liradan satıp hálá parasını alamayan üreticinin mi? Yoksa "Fiskobirliğe satarken aklın nerdeydi? Şimdi neden gelip hükümete şikayet ediyorsun?" üslubuyla konuşan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın mı?
Başbakan zaten çabuk asabileşen bir zat olduğu için üslubu üzerinde duracak değiliz. Ama taşıdığı sıfat ve sorumluluk nedeniyle adil olmasını istemeye hakkımız var.
Olay, Fiskobirlik’e malını sattığı halde parasını alamayan yaklaşık 22 bin üreticinin, Başbakan’a "paramızı ödetin" demesinden çıkıyor. Başbakan da "Fiskobirlik’in hükümetle devletle ilgisi yok. Gitsin bankadan borç bulsun, sizin paranızı ödesin" demeye getiriyor.
Ne var ki Başbakan bu işe karışmayacağını 12 Haziran’da Giresun’da açıklayınca, o tarihe kadar kilosu 4 bin 300 liraya satılan fındığın fiyatı 2 bin 500 liraya düştü.
Oysa daha dün Akçakoca’da konunun tüm ilgilileri toplandılar ve bu yıl kilogram fındığın maliyetini ortalama 3 bin 500 lira olarak hesapladılar.
Yani üretici yeni sezona kilo başına 1000 lira zararla giriyor. O yüzden de hükümetin kendisine sahip çıkmasını istiyor.
Gerçi Fiskobirlik’in performasının iyi olmadığı çok açık... Ama onun yanında hükümetin Fiskobirlik yönetimini ele geçiremediği için bu kuruluşu cezalandırmak istediği gerçeği var. Nitekim Bülent Ecevit’in Başbakanlığı döneminde çıkarılan 4572 sayılı yasayla Fiskobirlik dahil 16 Tarım Satış Kooperatifleri ve Birliği’nin devletle bağı kesildi. Toplam 2 katrilyon TL’yi bulan borçları da (Tayyip Erdoğan biz yaptık diyor ama) o hükümet döneminde silindi. (Erdoğan döneminde Fiskobirlik’in silinen borcu 94 trilyon lira). Ama bir de "geçiş dönemi" öngörüldü. Bu dönemde öteki birliklere Destekleme Fiyat İstikrar Fonu’ndan (DSİF) para verildiği halde Fiskobirlik’e verilmedi.
Fiskobirlik bu yılın başında yeni yönetimini belirlerken Tayyip Erdoğan eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ı, "AKP’ye yakın bir yönetimin işbaşına gelmesini sağlamakla" görevlendirdi. Lakin Birliğin üyeleri Yakış’ın ve AKP’nin istediği isimleri seçmedi. İşte o zaman iktidar köprüleri attı. Nitekim DSİF’ten zaten yararlanamayan Fiskobirlik’e bankalar da -yöredeki kanaate göre iktidarın müdahalesi sonucu- para vermeyince Birlik fındık üreticisine olan borcunu ödeyemedi.
Oysa Fiskobirlik geçen yıl sezon başında fiyatı net 6 bin 300 lira ilan edince Ordu ve Giresun’un başta AKP’li milletvekilleri olmak üzere hükümete yakın tüm erkanı "Bizim dönemimizde üreticinin malı işte böyle çok para eder" diye ortalıkta gerine gerine dolaşıyorlardı.
Başbakan Tayyip Erdoğan şimdi Fiskobirlik’e olan kızgınlığını buraya fındık satıp parasını alamamış üreticiden çıkartıyor.
Ona da bir şey demeyelim ama... Fındık ihracatından her yıl Merkez Bankası kasasına 1.5 milyar dolar para girerken üretici neden anımsanmıyor?
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2006
ADALET Bakanı Cemil Çiçek, nasıl boşa bastı da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Nuri Ok’un; "Eğer politik güç kimi olaylarda yargı gibi çalışıyorsa yani soruşturmaları etkiliyor, yön ve yol veriyorsa, nedenlerini önce sistemde yani savcıların bağımlı ve teminatsız olmalarında (...) aramak lazımdır" şeklindeki eleştirilerine karşı çıktı, anlayamadık. Sayın Çiçek meğer Ok’un daha önceki eleştirilerine de yanıt vermeyi düşünmüşmüş ama "yargıya saygısı" nedeniyle susmayı tercih etmişmiş. Lakin bir kısmını yukarıya aldığımız sözler üzerine artık sabrı taşmış. O nedenle, "Sayın Ok’un bulunduğu makam, hukuki değerlendirme yapmaya müsaittir ve o çerçevede kalmalıdır. (...) Bu tip konuşmalar bizatihi yargıyı siyasallaştırır ve bunun adı tam anlamıyla yargı üzerinden siyaset yapmaktır" demiş.
Çiçek’in bir gözlemi daha var. "Bir süreden beri Türkiye’de yargının içerisinden bazı kişiler, özellikle emeklilikleri yaklaştıkça bu türlü siyasi değerlendirmelerle gündemde kalma çabasına girişmişlerdir" diyor ve yargı mensuplarının böyle değil "kararlarıyla konuşmaları gerektiğini" söylüyor.
Çiçek’e göre Anayasamız yargının görevinde bağımsız olduğunu söylediği ve yargıya emir ve talimat verilmesini kesin olarak yasakladığı için yargının bağımsız olmadığı anlamına gelecek şeyler söylemek doğru değilmiş.
Bir an için bu son sözü esas alalım...
O zaman Çiçek’in Adalet ve Kalkınma Partisi’nin programında "Yargıç tarafsızlığı ve yargı bağımsızlığı tam olarak sağlanacak, yargıç güvenceleri korunacaktır" diye neden yazdınız sorusunu yanıtlaması gerekmez mi?
AKP’nin Seçim Beyannamesi’ndeki "Anayasa ve yasalardaki yargı bağımsızlığı ve hákimlik teminatı ile bağdaşmayan hükümler yeniden düzenlenecek, hákimlerin tarafsızlığını ve hukukun siyasallaşmasını engelleyen önlemler alınacaktır" şeklindeki taahhüdü oraya başka partililer mi yazdı?
AKP iktidara geleli dört yıla yakın zaman geçti.
Sayın Çiçek bu dört yıl içinde yukarıda aktardığımız taahhütleri gerçekleştirecek bir tek adım attıklarını söyleyebilir mi?
Bir önceki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu dün aynı "yargı bağımsızlığı" konusundaki görüşlerini açıklarken, "Yargıyı bağımsız kılmadığınız sürece yargının siyasallaşması kaçınılmaz bir olgudur" demiş.
Sayın Çiçek, kendisinin de taahhüdü sayılacak sözlerin gereğini yerine getirmez, yargıyı bağımsız kılacak hiçbir şey yapmazsa, "yargının siyasallaşmasının" asıl sorumlusu kendisi (ve partisi) olmaz da kim olur?
Peki yargıyı bağımsızlaştırma olanağı elinde bulunan bir iktidar, neden bunu yapmaz?
Bu sorunun yanıtı, o iktidarın bağımsız yargıdan korkmasıdır.
Bağımsız yargıdan da ancak kendisini suçlu hissedenler korkar. Yargıyı etki ve denetim altında tutmak zorunluluğunu o yüzden duyar. Böylece yargıyı siyasallaşmaya zorlamış olur.
Hikáyenin aslı faslı, her şeyi budur.
Yazının Devamını Oku