27 Temmuz 2006
IRAK Cumhurbaşkanı Celal Talabani, Bağdat’taki Maslahatgüzarımız Aydın Selcen’e 22 Temmuz günü verdiği sözü yerine getirmek amacıyla harekete geçmiş.<br><br>Dünkü Hürriyet’te Ertuğrul Özkök bu görüşme haberini ilk defa kamuoyuna duyurmuştu. Bugün de Uğur Ergan’dan "Talabani’nin Irak İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği yazıyla PKK taşeronu ’Demokratik Çözüm Partisi’ ile ’Demokratik Yapı Partisi’nin Bağdat, Kerkük, Musul ve Erbil’deki büroları ile Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği’ne 2 kilometre uzaklıkta bulunan ’Öcalan Kültür Merkezi’nin kapatılmasını istediğini" öğreniyoruz.
Bu kararı Celal Talabani tek başına değil, Mesut Barzani ile görüştükten sonra almışmış. Bizim Dışişleri’nin algılamasına göre Talabani-Barzani ikilisi, "PKK’nın Kuzey Irak’taki faaliyetlerini durduracak"mış. Keza "Bazı PKK liderleri etkisiz hale getirilecek"miş.
Her fırsatta Türkiye’ye karşı kükremeyi (!?) marifet sayan Mesut Barzani’nin dünkü gazetelere yansıyan demeci de daha öncekilerden farklı idi...
Muhterem bu defa isim vermeden "PKK’nın kendi topraklarında (Kuzey Irak’taki Kürt bölgesinde) barınmasına izin vermeyeceklerini" söyledikten sonra Türkiye’nin PKK’ya karşı Irak topraklarında operasyon yapması ihtimaline karşı "Herhangi bir ülke Kürdistan’a saldırırsa kendimizi savunacağız" demekteydi.
Herkes biliyor ki bu sözler, o iki liderin Türkiye’nin PKK terörüne karşı verdiği mücadeleyi desteklemek niyetinde oldukları anlamına gelmiyor. Sadece Türkiye’nin bir tarihte Abdullah Öcalan’ı kendi topraklarında barındıran Suriye’ye olduğu gibi şimdi de PKK nedeniyle Irak topraklarına girmeye ciddi şekilde niyetli olduğu korkusundan doğuyor.
O demektir ki, korku nedeni ortadan kalkınca hem Barzani hem de Talabani bu sözlerini derhal unutacaklar ve PKK’nın orada cirit oynamasına ses çıkarmayacaklar.
O nedenle Türkiye, PKK konusunda alacağı kararları bu sözlere güvenerek veya Irak’taki birkaç PKK bürosu kapatıldı diye ertelememelidir. Bu bir.
İkincisi... Türkiye askeri harekáta kalkacaksa bile iyi bir fırsatı kaçırmış görünmektedir.
O fırsat hepimizin bildiği gibi, Hizbullah tarafından kaçırılan iki İsrail askeri nedeniyle İsrail’in "kendini savunma hakkı"ndan yararlanarak Lübnan’ın altını üstüne getirdiği gün elimize geçti. Türk hükümeti bu sırada sağa sola "Biz de aynı şekilde harekete geçebiliriz" mesajları verip öteki ülkelerden onay almaya çalışacağına harekátı başlatabilirdi.
Onu yapmadığımız bir yana, tam tersine... "Harekáta niyetli olduğumuzu" ilan ederek PKK’nın genel karargáhının bulunduğu Kandil Dağı’nın boşaltılmasına yol açtık. Şimdi harekáta başlasak bile Kandil’in kayalıklarından başka bir şeyi tahrip etme şansımız kalmadı.
Artık yapılacak şey sessiz sedasız hazırlanmak ve günü geldiğinde düğmeye basıp Irak’a girmek olmalıdır. Bunun için kamuoyu önünde demeçler vermek değil, diplomasi yoluyla ön hazırlığı tamamlamak gerekir. Gerisi yalancı pehlivan edasıyla ortada dolaşmaktan başka bir şey değildir.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2006
TURGUT Özal döneminin ürettiği zenginlerden Halis Toprak Ağa da bizim yargı sisteminin en iyi işleyen mekanizması olan "zamanaşımı" sayesinde, hakkındaki "dolandırıcılık" suçlamasıyla ilgili davadan kurtulmuş.<br><br>Halis Ağayı kutlarız. Gerçi mahkeme, "gerçeğe aykırı muhasebeleştirme" suçu nedeniyle Toprak’ı ayrıca 2,5 yıl hapis ve 7 bin 500 YTL para cezasına çarptırmış ama...
Asıl konuya girmeden söyleyelim... Halis Toprak o cezayı öpüp başına koysun. Çünkü eğer dolandıcılıkla suçlanan bir işadamı değil de "terör örgütü tarafından hedef alınan bir kişinin adını ve ona karşı yapılacak eylemi" bildirmekle suçlanan bir gazeteci olsaydı hem 1 yıldan 3 yıla kadar hapse hem de 1 trilyon (1 milyon YTL) tutarında para cezasına mahkum olurdu.
Hani eskiden dolmuşların üzerinde, "Adaletin batsın dünya!" diye yazılar okurduk ya... Herhalde bu yüzden yazılıyordu onlar.
Asıl konuya gelince:
Halis Toprak’ı bir de başka nedenle yani "Zamanaşımından yararlanmış Türkler" kulübüne girdiği için kutlamak gerek. Çünkü artık gerine gerine ortaya çıkıp örneğin:
"12 Eylül 1980’den önceki eylemleri nedeniyle yargılanan Milliyetçi Hareket Partililer;
TYT Bank, Marmara Bank ve İmpeksbank’ı batıran Bülent Ener, Atilla Uras ile Emlakbank eski Genel Müdürü Bülent Şemiler;
Dolandırıcılık suçlamasıyla yargılanan Süleyman Mercümek;
Sendikacı Süleyman Yeter’i işkenceyle öldürmekten sanık 4 polis memuru;
Batman Valisi iken "görevi ihmal" suçu işlediği iddiasıyla yargılanan (başka nedenle hapiste yatan) Salih Şarman;
Türkbank ihalesine fesat karıştırdıkları iddiasıyla yargılanan Korkmaz Yiğit;
Mehmet Kocabaş ve Hayyam Gariboğlu, Emin Cankurtaran ile gazeteci Hıncal Uluç ve marifetli bankacılarımızdan Engin Civan’ı yaralamaya azmettirmek iddiasıyla suçlanan Alaattin Çakıcı;
Nergis Holding’in bir paravan şirketten 445 milyar lira tutarında haksız yere KDV aldığı iddiasıyla suçlanan Cavit Çağlar;
Fatura yolsuzluğu iddialarının bir numaralı sanığı Orhan Aslıtürk;
Hayali ihracat eyleminin patent sahibi Yahya Demirel;
Tehditle menfaat sağlamak ve çıkar amaçlı suç örgütü kurmak iddialarıyla suçlanan Adnan Oktar (Adnan Hoca) ve 34 müridi;
Susurluk skandalının ortaya çıkardığı isimlerden, "kayıp silahlar" nedeniyle yargılanan Özel Harekatçı İbrahim Şahin ve 9 arkadaşı;
Alparslan Türkeş’in "özel evrakta sahtecilik" ve "banka aracılığıyla dolandırıcılık" iddiasıyla yargılanan kızları Umay Günay ve Ayzıt Türkeş;
Bank Kapital’i zarara uğrattığı iddiasıyla 31 kişiyle birlikte yargılanan Murat Demirel;
"Sahtecilik iddiasıyla hakkında kovuşturma başlatılan Merve Kavakçı benim kader arkadaşlarımdır" diyebilir.
O öyle diyebilir de... Zamanaşımının bu sonuçları vermemesi için 1 Eylül 2004 tarihinde bir genelge yayınlayan Adalet Bakanı Cemil Çiçek sürüp giden bu tablo karşısında ne diyor, bir de onu bilebilsek...
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2006
İYİNİN, doğrunun, güzelin karşısına iyiyi, doğruyu, güzeli öğretmek için görevlendirilmiş insanların çıkmasını açıklayabilir misiniz?<br><br>Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) "Din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni yetiştirme" amacıyla aldığı yeni kararları arkadaşımız Kamuran Zeren’in bugünkü Hürriyet’te çıkan haberinden okuduktan sonra bekleyiniz. Milli Eğitim Bakanlığı eğer karşı çıkmazsa, hayret eden biz olacağız. Ama beklediğimiz gibi "Bu yanlış... Bu olmaz... Buna karşıyız" derse bilin ki iyinin, doğrunun ve güzelin bu bakanlıkta yeri ve itibarı yoktur.
Kamuran Zeren bildirmiş ama biz burada özetleyelim:
Din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri uzun yıllardır, "İlahiyat Fakültelerinin öğretmenlik formasyonu veren" bölümlerinden mezun olanlar tarafından veriliyordu.
Bilindiği gibi bizde bu dersler pratikte "din kültürü" yani çeşitli dinleri tanıtan bilgiler yerine "İslamiyet şöyledir, Hazreti Muhammed böyledir" temeline dayalı bilgilerle geçiyor. Bunun Anayasa’nın ve Milli Eğitim Temel Kanunu’nun hükümlerine aykırı olduğu biliniyor ama "nüfusumuzun yüzde 98’i Müslüman olduğuna göre..." gerekçesiyle görmezden geliniyordu.
Oysa nerdeyse 50 senedir, tüm ilk ve ortaöğretim okullarının öğretmenleri Eğitim Fakültelerinde yetişiyor. Bir başka deyişle sadece İlahiyat Fakültesi mezunlarına bu açıdan bir ayrıcalık (imtiyaz) tanınıyor.
YÖK şimdi bu ayrıcalığı kaldırıyor. Böylece tüm öğretmenler aynı çağdaş anlayışın egemen olduğu fakültelerde yetişme şansına kavuşuyor.
Yapılanın ne kadar önemli olduğunu anlatabilmek için birkaç noktayı vurgulamak lazım:
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik bilindiği gibi tüm eğitim kurumlarını medreseleştirme hayaliyle çırpınıyor. Nitekim şu anda eğitim sistemimizde görev yapan Fizik öğretmenlerinin sayısı 7637; Felsefe öğretmenleri 5099; Coğrafya öğretmenleri 6656; Bilgisayar öğretmenleri 6999 olmasına karşın Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerinin sayısı 13.328’dir.
Demek ki bakanlığımız fizik dersi, kimya dersi boş geçebilir ama din bilgisi dersi (pratikte din dersi) boş geçmesin diye uğraşıyor.
Yukarıdaki rakamlar sizi sıkmadıysa bir de Hüseyin Çelik’in bakan olduğu tarihten bu yana yapılan öğretmen tayinlerine bakalım:
Son üç yılda okullara toplam 335 Biyoloji; 290 Felsefe; 193 Fizik; 203 Elektrik; 98 Kimya; 2074 Matematik; 761 Müzik öğretmeni tayin edilmiş.
Peki aynı dönemde tayin edilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni sayısı nedir derseniz söyleyelim:
Tam 5563!
Yakın tarihlerde yapılan 600 kadar tayinle rakam 6000’in üstüne çıkıyor.
İlköğretim okullarında evvelce sınıf öğretmeni tarafından verilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini de bu bakan İlahiyat Fakültesi mezunlarına verdirme kararı aldığı için, şimdi üstelik 16 bin öğretmen eksiğimiz var diyorlar. Çünkü laik sistem karşıtlığını ne kadar erken aşılayabilirlerse o kadar çok sayıda taraftar yaratabileceklerini umuyorlar.
YÖK işte bu tertibi boşa çıkarmaya çalışıyor.
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2006
İKTİDARDAKİ partinin (AKP) Cüneyd Zapsu isimli "ileri gideni" nihayet dün açıkladı da, kendisinin gerçekte "Başbakan’ın" değil "AKP Genel Başkanı’nın Danışmanı" olduğunu öğrendik. Kendisi aynı zamanda "Veri Koordinatörü" imiş. Onun da aslında ne olduğunu herhalde bir gün öğreniriz. Ne var ki bu bilgilerden, Cüneyd Zapsu’nun "resmi bir sıfatı olmadığını" anlıyoruz.
Bu nokta önemli; çünkü hemen ardından Zapsu’nun, örneğin ABD Başkanı ile Başbakan arasındaki resmi görüşmelere hangi sıfatla katıldığı sorusu akla geliyor. Çünkü bir resmi görüşmeye Cüneyd Zapsu’nun katılmasıyla Başbakan’ın örneğin -varsa- teyzesinin oğlunun katılması arasında fark kalmıyor.
Zapsu’nun dünkü açıklamasından anladığımıza göre son günlerde gazetelerimizin birinci sayfalarını işgal eden "Zapsu, İsrail’in Ankara Büyükelçiliği Müsteşarı’yla kahvaltı yaptı. Ardından Almanya’nın Ankara Büyükelçisi’yle buluştu. Sonra İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’yle görüştü. En sonunda da Amerika Birleşik Devletleri’nin Ankara Büyükelçisi’yle akşam yemeğinde buluştu" türü haberleri önemsemek için ciddi bir neden yokmuş.
Tamam da... Ortadoğu’nun yangın yerine döndüğü bugünlerde... Türkiye Başbakanı gittiği Kuzey Kıbrıs’taki yoğun temaslarının arasında ABD Başkanı George Bush’tan İngiltere Başbakanı Tony Blair’e... İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’dan Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’a kadar telefonla bir onun, bir ötekinin kapısını çaldığı sırada Zapsu bu ziyaretleri, "Birlikte bir tatile çıkalım mı?" diye sormak için yapmaz.
Belli ki o büyükelçiler ile Zapsu, kendi ülkelerinin son olaylar hakkındaki resmi görüşünü ele aldılar ve görüş alışverişinde bulundular.
O zaman da akla, "Zapsu’nun kimden aldığı görevi yerine getirdiği" sorusu geliyor. Öyle ya... AKP Genel Başkanı, "Benim haberim yok" diyor. Hükümet üyelerinden kimsenin bu konuda bilgisi olmadığı kendi beyanlarından anlaşılıyor. Hatta Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü biraz da alay (istihza) kokan bir ifadeyle, "Biz de bunları basından izliyoruz" diyor.
Efendim Sayın Zapsu zaman zaman büyükelçilerle görüşürmüş de... Bu defa randevular tesadüfen üst üste gelmiş de...
Muhterem, çocuk aldattığını sanıyor olmalı...
Meselenin aslı çok açık... Zapsu Bey kardeşimiz, kendisinin Türkiye’de önemli bir konumu olduğunu göstermeye çalışıyor. Nitekim gidip Washington’da, ABD yetkililerine kendi liderini "harcamamaları" için ricada bulunuyor. "Onu süpürüp delikten aşağı göndereceğinize (enayi misiniz?) kullanın" diyor. Kısaca "Türkiye’nin kaderi" üzerinde söz sahibi adam rolü oynuyor.
Biz bu tipleri biliriz... Bir tarihte Turgut Özal’la Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreu arasında mevsimsiz bir dostluk inşa etmeye kalkanlar oldu. Bir başkası, Türkiye ile Ermenistan ilişkilerini kendi çıkarlarına uygun çizgiye sokmaya kalktı...
Bunlar iktidarın bir numaralı isminden biraz yüz bulunca kendilerinin "özel yetkili büyükelçi" olduklarını sanırlar. Hele biraz da zengin iseler çalımlarından geçilmez. Küçük dağları kendileri yaratmış gibi dolaşırlar.
Onların kırdığı vazoları onarmak da sonra diplomatlarımıza düşer.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2006
DOKUNULMAZLIKTAN söz edenlere, "Sadece milletvekili dokunulmazlığını düzeltmek sorunu çözmez. Türkiye bir imtiyazlı kesimler ülkesidir. O nedenle tüm kesimlerin ayrıcalıkları ele alınır, hep birlikte kaldırılırsa anlamlı olur" türü demeçlerin sahibi Adalet Bakanı Sayın Cemil Çiçek acaba dünkü gazeteleri okumuş mudur? Okuduysa Emniyet Genel Müdürlüğü’nün illere gönderdiği son "imtiyaz genelgesi" hakkında ne düşündüğünü açıklamalıdır.
Genelge biliyorsunuz, tüm Emniyet Müdürlüklerine, "Askerler bir olayda suçüstü halinde yakalansalar bile gözaltına alınmayacak" talimatını veriyor.
Buna göre polis bir suç olayında askeri şahısla karşılaşırsa, onu orada alıkoyacak ve derhal söz konusu askerin bağlı olduğu komutanlığı bilgilendirecekmiş. Alıkonan şahıs o komutanlıktan gönderilen kişiye teslim edilecek, ayrıca dosya da aynı yere gönderilecekmiş.
Sayınız ki polis bir adam öldürme olayına el koydu. Soruşturma sırasında failin yüzbaşı rütbesinde bir subay olduğunu saptadı. Yüzbaşıya "Buradan katiyen ayrılmayın. Durumu komutanınıza bildireceğim" dedi. Yüzbaşı da, "Sen bana karışamazsın" diyerek çekti gitti.
Polis bu durumda ne yapacak?
Tek kelimeyle hiçbir şey... Sadece failin ardından boş boş bakacak.
Oysa aynı olayın sanığı örneğin milletvekili olsa, polis "ağır cezayı gerektiren bir suçüstü" durumu söz konusu olduğu için, Anayasa’nın 83’üncü maddesi gereğince o milletvekilini "sorguya çekebilir, tutuklanmak üzere savcılığa sevk edebilir ve yargı huzuruna çıkmasını" sağlayabilir.
Açık konuşalım... Polis milletvekiline dokunamaz, yargıca, savcıya ceza kesemez, askere dokunamaz, hele iktidar partisinin bir mensubu söz konusuyla ona hiç dokunamaz.
Bu durumda polisin gücü sokaktaki sahipsiz vatandaştan başka kime yeter?
Bu çelişkiye değiniyoruz, yetkililerimizin söyledikleri ile yaptıklarının birbirini tutmadığını göstermek için...
Çelişkiden söz etmişken...
Her türlü dokunulmazlığa ve ayrıcalığa karşı olduklarını, o nedenle tüm ayrıcalık konularının birlikte ele alınıp kaldırılmasını isteyen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının elini tutan mı var?
Bir yandan "her türlü ayrıcalığa karşı" oluyorlar, öte yandan sahtekárlık hükümlüsü Necmettin Erbakan için özel infaz yasası çıkartıyorlar.
Efendim bu genelgeye, birkaç hafta önce Ankara’da polisin yaptığı operasyon sırasında yakalanan ve gözaltına alınarak adalete sevk edilenler arasında bir de yüzbaşının bulunması sebep olmuş. Çünkü bir yüzbaşının sivil zanlılarla birlikte gözaltına alınması "bazı rahatsızlıklar" yaratmışmış.
Polisin bir subayı gözaltına almasından rahatsız olanlar o duyarlıklarını üç sene önce Süleymaniye’de 11 askerimizin başına Amerikalılar çuval geçirince gösterselerdi daha iyi olmaz mıydı?
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2006
Davul zurna çalarak askeri harekáta hazırlanmak da galiba bize mahsus bir marifet... Başbakan Tayyip Erdoğan, PKK’ya karşı mücadele konusunda hükümetin kararsızlıkla beceriksizlik karışımı bir şaşkınlık içinde olmasını eleştirenleri yanıtlamak isterken, yakında sınır dışına askeri harekát yapılacağını nerdeyse ilan etti:
"Sürekli olarak bu konuda açıklama yapmak bu işi sulandırır. İlgili olan kurum, kuruluş, bütün arkadaşlarımız, güvenlik güçlerimiz çalışmalarını yürütüyorlar. Atılması gereken adımlar da bu plan içerisinde muhakkak atılacaktır" dedi.
Gerçi ardından, geçenlerde Dışişleri Bakanlığı’na çağrılan ABD ve Irak büyükelçilerine yapılan uyarılara alınacak yanıttan sonra karar verileceğini de söylüyor ama o kayıtla ifade ettikleri de sonucu değiştirmiyor.
Şimdi bu kadar açık bir irade beyanı ortada iken siz PKK’nın yönetim kadrosunda olsanız birliklerinizi Kandil Dağı’nda bırakır mısınız?
Bu yapılması düşünülen askeri harekátı "davulla zurnayla" ilan etme alışkanlığı bize -karşılaştığımız pek çok yanlış gibi- merhum Turgut Özal’dan kaldı. Örneğin 28 Mart 1990 tarihli Milli Güvenlik Kurulu kararlarını o gün yaptığı televizyon konuşmasında açıklayarak, "Silahlı kuvvetlerimizin bölgedeki tüm birlikleri her an her türlü harekáta hazır duruma getirme" emri aldığını bildirdi.
"Terör yapanları biz yurtdışındaki inlerinde dahi vururuz, vuracağız. Lübnan’daki, Irak’taki yuvalarında vururuz" dediğini 25 Temmuz 1991 tarihli gazetelerde okuyoruz.
Tabii bunun ardından yapılan askeri harekát haberlerini de...
Nitekim Turgut Özal’ın "ülkenin birliğini, bütünlüğünü koruma" adına yaptığı pek çok konuşmaya ve "terör örgütü PKK’nın başının mutlaka ezileceğine" ilişkin sayısız beyanına rağmen, ikide bir akılları karıştıracak laflar ettiği görülürdü. Örneğin "Türkiye’nin yapısının federasyona dönüşmesi de tartışılmalı" diyor, "Bu adam aslında ne istiyor?" türü soruların konuşulmasına sebep olurdu. Hatta Özal’ın "Kürtçe eğitim yapılmalı" anlamındaki bir demeci üzerine o zamanki Milli Eğitim Bakanı Köksal Toptan, "Kürtçe eğitim yapılması konusunu da Cumhurbaşkanımızın iyi niyetle ortaya attığına inanmıyorum" demek gereğini duymuştu (21 Ağustos 1992 Cumhuriyet).
En kötüsünü de Özal "Bahar aylarında PKK’ya çok önemli darbe vurulacağını, bu amaçla büyük bir operasyon düzenleneceğini" başta PKK olmak üzere cümle aleme ilan ederek yapmıştı (6 Şubat 1992 Hürriyet). Bunun üzerine DYP Aksaray Milletvekili Mahmut Öztürk TBMM’de:
"Çığ altında, terörist kurşunları ile o bölgede askerlerimiz, subaylarımız şehit olurken, burada oturup ’Baharda büyük harekát var, kendinize dikkat edin’ diyor... Onun görevi ihbar etmek değildir" demek ihtiyacını duymuştu (9 Şubat 1992 Cumhuriyet).
Yanlış anlaşılmaması için belirtelim:
Tayyip Erdoğan’ın iyi niyetini tartışmıyoruz. Ama kendisinin de söylediği gibi bu konularda konuşmamasını biz de istiyoruz.
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2006
ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nin dün yaptığı açıklamaya göre, "Her ülke gibi Türkiye’nin de kendini ve halkını savunma hakkı ve sorumluluğu var"mış. Bayağı büyük bir lütufta (!) bulunmuşlar ve eşsiz bir anlayış (!) sergilemişler. Oysa biz "kendini savunma hakkı"nın sadece ABD’ye ve İsrail’e ait olduğunu sanıyorduk.
Daha doğrusu uluslararası hukukun her gün yeni bir ilkesini çiğneyen Başkan George Bush’un yıllardır izlediği politikalara bakınca, "ABD ve İsrail’den başka hiçbir ülkenin kendini savunma hakkı olmadığı" sonucunun çıktığını görüyorduk.
ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ne ne kadar teşekkür (!) etsek azdır.
Aynı büyükelçiliğin açıklamasında ayrıca;
"Ülkelerimiz PKK ve karşı karşıya olduğumuz diğer güvenlik tehditleriyle birlikte mücadele ederken, Türkiye ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hükümetiyle yakın işbirliğimizi devam ettirme isteğindeyiz" dendiği bildiriliyor.
Anlaşılan sadece Başbakan Tayyip Erdoğan’ın değil genel kamuoyunun da sabrının taştığı izlenimini edinmiş olmalılar. O nedenle olacak ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Sean McCormack da, "terör örgütü PKK ile mücadelede, Irak’taki çokuluslu güçler, Irak hükümeti ve Türk hükümetinin bir araya gelerek istihbarat paylaşmasını" desteklediklerini söylemiş.
Ankara’daki büyükelçiliğin sözünü ettiği "yakın işbirliği" ile sözcünün değindiği "istihbarat paylaşması" eğer aynı şeyler ise... Bunun pratikte hiçbir anlam taşımadığı ortada olduğu için sorun var...
Bunlar düpedüz bizimle dalga geçiyorlar da galiba bizim yetkililer anlamazdan geliyor. Ya da sevgili "yetkili"lerimiz, kendi onurlarındaki aşınmanın ulusça hepimiz için geçerli olduğunu sanıyor. Gereken yanıtı ihtimal o yüzden vermiyorlar.
Nitekim sözcü, dalga geçmesine devam etmiş. Örneğin, "PKK’nın terörist bir örgüt olduğu konusunda daima açık konuştuklarını" söylemiş. Ardından, "PKK’yı öyle görüyoruz. Bu terör saldırılarında Türk askerlerinin hayatını kaybetmesini endişe verici olarak görüyoruz" demiş.
Peki "Terörist bir örgüt" dediğiniz PKK’nın Kuzey Irak’taki yerini de bildiğinize göre, bu teröristleri engelleyecek ne yaptınız? "Terörle mücadele herkesin insanlık görevidir" diyen siz değil miydiniz? Örneğin, PKK’ya giden bir tek silahı veya bir tek mermiyi engellediniz mi? PKK’ya gönderilen veya onun tedarik ettiği bir çuval erzaka el koydunuz mu? Kuzey Irak’taki egemen güç siz değilseniz kimdir? Orada siz egemen değilseniz Türkiye’nin kendisini savunma hakkını kullanmasına karşı çıkmanızın mantığı nedir? Söyleyebilir misiniz?
Lafı neden uzatıyoruz ki?
Yaşadıklarımız onların işine gelince ABD’nin "stratejik ortağı" olduğumuzu, ama sıra bizim ABD’den destek istememize gelince bin dereden su getirip -deyim yerindeyse- "çamura yattıklarını" göstermiyor mu?
İşin tuhafı sonra da anket düzenleyip "Türkler artık bizi neden sevmiyor?" diye sebep arıyorlar. Sebep ortada...
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2006
MAALESEF artık yalama oldu. O nedenle bugünkü hükümetin ne "kırmızı çizgi" türü laflarına itibar eden var ne de "Gerekirse Irak’a girer PKK’ya gerekli dersi veririz" türü tehditleri ciddiye alınıyor. O nedenle olacak ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, bir onbaşıları HAMAS tarafından kaçırıldığı için Ortadoğu’yu savaş alanına çeviren İsrail’in yaptıklarını "meşru savunma" sayıyor ama sıra bizim 35 bin insanımıza patlayan PKK terör örgütünü vurmaya gelince "tek başına yapacağınız böyle bir operasyon mantıklı ve akıllı olmaz" diyor.
Demekle yetinmiyor aba altından bir de sopa gösteriyor.
Çünkü bu hükümetin PKK terörünü bitirecek dirayet ve ehliyete sahip olmadığı artık cümlece malum...
Nitekim Başbakan Tayyip Erdoğan 16 Temmuz günü Ağrı’da "Bugüne kadar işin üzerine hep sabırla gittik., demokratik çizgide halledelim istedik. Ancak (bir gün önceki 5 şehide ilaveten) 8 yavrumuz şehit oldu. Bunlar artık çekilir şeyler değil. Yarın (önceki gün) sabah yapacağımız toplantı ve Bakanlar Kurulu çok şeylere gebedir" deyince de ciddiye alınmadı. Hoş yapılan toplantılar vs. de elle tutulur, umut bağlanır bir sonuç vermedi. Topu topu ABD ile Irak’ın Ankara Büyükelçileri Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldılar ve daha önce çiğneye çiğneye sakız olmuş "Sabrımız taştı" mesajları tekrarlandı.
Sabrımız taşmışmış...
Aslında Başbakan Tayyip Erdoğan bu sözleri tam üç yıl önce, üstelik aynen bu şekilde o tarihte ABD’nin Ankara Büyükelçisi olan Eric Edellman’a da söylemiş ve buna ilişkin haberler 13 Temmuz 2003 tarihli gazeteleri süslemişti.
Onun ardından Erdoğan kendince yeri geldiğinde bu sözleri hemen hemen bu şekilde pek çok kere tekrar etmiş, örneğin Taha Akyol’un CNN Türk’te 13 Temmuz 2005 tarihinde yayınlanan Eğrisi-Doğrusu isimli programında "Yeri geldiğinde sınır ötesi operasyonlar yaparız" demişti. Nitekim Ankara’ya gelip kendisiyle görüşen ABD Genelkurmay Başkanı Richard Myers’e "Gerekirse sormadan (Irak’a) gireriz" dediği 25 Temmuz 2005 tarihli Hürriyet’te yer almıştı.
Bu hükümetin terörle mücadele konusunda başarılı olması için önce temel koşulların oluşması lazım. Öyle ya, herkese "Terörle mücadelede çifte standart olmaz" diye akıl veren bir hükümetin başkanı tutar "teröre destek verdiği" Birleşmiş Milletler’in Türkiye tarafından da benimsenmiş kararıyla tüm dünyaya ilan edilmiş bir Arap zengininden söz ederken "O zattan kendim kadar eminim" derse onun "çifte standart" konulu eleştirilerini ciddiye alan olur mu?
İkincisi... Başbakan’ın 2003 yılında "sabrının taştığını" ama 2005 yılı Ağustosu’nda "demokratik açılım" politikası benimsediğini biliyoruz. Şimdi de o politikayı terk ettiğini ilan ediyor.
Daha biz Başbakan’ın ve hükümetin hangi politikayı sonuna kadar sürdüreceğinden bile emin değiliz. Başkaları neden güvensin?
Yazının Devamını Oku