Oktay Ekşi

Deve Airlines...

14 Aralık 2006
BİZİM demeyi düşündüklerimizin bir kısmını Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım söylemiş. Böylece Türk Hava Yolları’nın (THY) dünkü gazetelere yansıyan "deve kesme" rezaletinin kuruma mal edilmesini önlemeye çalışmış. Olayı biliyorsunuz: 

Yıllardır THY’nin kullandığı RJ100 tipi yolcu uçakları, hem kurum için hem de bu uçakla yolculuk yapanlar için bir korku kaynağı idi. Nitekim THY’nin yapımcı firmadan kiraladığı bu uçaklardan üçü düşmüş ve bu ulusal havayolumuzun, "uçuş güvenliği" konusundaki itibarı hayli zedelenmişti.

Söz konusu 11 uçaktan sonuncusu yapımcı firmaya önceki gün iade edilmiş. Bu vesileyle uçağın önünde kocaman bir deve kesilmiş. Amaç "bu uçaklardan kurtulmanın sevincini" paylaşmakmış.

Bakan Binali Yıldırım’ın dün gazetecilere bu konuda şöyle dediği bildiriliyor:

"Orada aklı evvel bir arkadaşın yaptığı hatayı koca bir kuruma, camiaya mal etmek yanlıştır. Gerekli talimatlar verildi ve bu arkadaş açığa alındı. Soruşturma devam ediyor. Türk Hava Yolları’nda bazıları, herhalde Kurban Bayramı’na erken girdi. Öyle anlaşılıyor. Deve kesmek marifet değil. Şirketin görevini en iyi şekilde yapması ve vatandaşın şikáyetini kesmesi ondan daha önemlidir."

Sayın Yıldırım’ın "bu işi kuruma mal etmeyelim" çabasını anlamak mümkün. Ona bir şey demiyoruz. Ama "Uçak Bakım Başkanlığı", tüm işletme içinde herhalde en çağdaş zihniyetle yönetilmesi gereken bölümdür. Bunun başındaki kişi, duygularını ve düşüncelerini dışa vurmak için "deve kurban etmeyi" tercih ediyorsa, olay "kurumsal" olmaz mı?

O nedenle Sayın Yıldırım’ın sadece söz konusu yöneticiyi açığa alması yeterli değildir. "Deve kesme" yolunu açan zihniyetin egemenliğini kırmak ötekinden önemlidir.

Kaldı ki olayın yapısı, "kurumsal"lığı saklanamaz şekilde sergilemektedir. Çünkü "deve kesme" olayı içinde geçen her şey THY’ye aittir. Hatta kurban edilen deveyi satan Küçükoğlu İnşaat Petrol Ürünleri Tekstil Ticaret Şirketi’nin kestiği fatura bile, alıcının THY olduğunu göstermektedir.

Oysa dün yapılan resmi açıklamada devenin parasının, THY’nin ilgili personeli arasında toplandığı bildirildi.

Burada karşımıza, deve kurban etmeyi düşünenlerin, kendilerine, kuruma ve bize yani üçüncü kişilere karşı dürüst davranmadıkları gerçeği çıkmaktadır.

Konunun bir başka boyutu da THY’nin hizmet verdiği yolculara bakış açısıdır.

RJ100 uçakları eğer, sık arızalanmaları nedeniyle endişe, hatta sonunda deve kurban edilecek kadar büyük korku sebebi idiyse bu uçakları seferde tutmamak gerekirdi.

Çünkü seferde tutmak, hem yolcuların hem de uçuş personelinin hayatını tehlikeye atmak demektir.

İnsan hayatı üzerine kumar oynamak, ciddi bir havayoluna yakışır mı?
Yazının Devamını Oku

Aynadaki görüntümüz

13 Aralık 2006
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın, Avrupa Birliği (AB) Bakanlar Konseyi’nin "8 konunun müzakeresinin ertelenmesine" karar verdiğini öğrenince "Türkiye’ye haksızlık yapılmıştır" dediği bildiriliyor.<br><br>Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de verilen bilgilere göre, "Bu, AB’nin vizyon eksikliğini gösteriyor. Ama biz yolumuza devam edeceğiz" demiş. Biz baştan ifade edelim ki hem Başbakan’ın hem de Dışişleri Bakanı’nın bu sözlerine ve değerlendirmelerine katılıyoruz.

Keşke bu haksızlık ve vizyonsuzluk giderilebilseydi.

Keşke bu ayın 14’ünde başlayacak AB Devlet ve Hükümet Başkanları toplantısından daha olumlu bir sonuç beklediğimizi söyleyebilseydik...

Maalesef başta Fransa ve Almanya olmak üzere bir kısım AB liderlerinin Türkiye’yi dışlayan, hatta aşağılayan bakışı bizi iyimserlikten alıkoyuyor.

Nitekim Avrupa Birliği, bir gün "üye" olmasını en azından ilke düzeyinde kabul ettiği Türkiye’ye üstten bakan tavrıyla çok kötü bir sınav verdi. Bu birliğin "temel insani değerleri, eşitlik bazında koruyan ve savunan" bir yapı oluşturduğuna ilişkin iddialarına ters düştü.

Aksi doğru olsaydı önce KKTC halkına verdiği "izolasyonları kaldırma" sözünün gereğini yerine getirir, sonra Türkiye’nin karşısına geçerek:

"Gümrük Birliği Anlaşması’na ek protokolü uygulayacağınızı kendi imzanızla taahhüt ettiniz. Şimdi bunun gereğini yapın. Yapmazsanız size yaptırım uygulamak durumunda kalacağız" derdi.

Oysa AB kendi taahhüdünden söz etmeye bile yanaşmadı. Hatta "AB bizden sorulur" havalarında konuşan Almanya Başbakanı Angela Merkel, bir mubassır (öğrencilerin nefret ettiği görevli) edasıyla Türkiye’yi azarladı. Her fırsatta "Adam olan sözünü tutar" anlamına gelen Alman atasözünü tekrarladı.

Kimse Merkel’e "Aynı atasözü AB’yi bağlamıyor mu?" demedi.

Peki biz hata yapmadık mı?

Yaptık... Önce "Batı" kültürüyle yetişmiş insanlarda tepki uyandıracak sözler söyledik, argümanlar kullandık. Örneğin hem Başbakan hem Dışişleri Bakanı, Türkiye’nin "haklılığını" ortaya koyan sözler arasına hiç gerek yokten "AB, 600 bin nüfuslu Rum yönetimine 70 milyonluk Türkiye’yi feda edemez" türü laflar ettiler. Bir başka deyişle "Büyük olan, güçlü olan kazanmalıdır" tezini savunur hale geldiler. Oysa AB ülkeleri -ara sıra ikiyüzlü davransalar da- her zaman "hakkın, eşitliğin, dürüstlüğün, adaletin yanında görünmek" isterler.

Kaldı ki AB’nin aynen Güney Kıbrıs gibi birkaç yüz bin nüfuslu üyeleri var. Malta onlardan biri. Hatta Lüksemburg üstelik Kurucu üye...

Siz "Şu kadarcık nüfusu var. Onu nasıl tutarsınız?" derseniz, "büyük"lere laf anlatamayacağınız gibi "küçük"leri de kırarsınız.

Keza şu son "açılım" hikayesini yüzümüze gözümüze bulaştırdık. "Efendim ortada yeni bir şey yoktu ki... Cumhurbaşkanı’na, Genelkurmay’a haber verelim" diyen de bu hükümeti temsil ediyor, "Haber verdik" diyen de...

Siz ciddi ve tutarlı olmazsanız başkası neden size karşı öyle olsun?
Yazının Devamını Oku

Kral İkinci George

12 Aralık 2006
BİR dostumuz gönderdi. Tanınmış gazeteci Seymour Hersh, Montreal’deki (Kanada) McGill Üniversitesi’nin İletişim Fakültesi öğrencilerine geçen 6 Aralık Çarşamba günü çeşitli konulardaki görüşlerini aktarmış. Buna ilişkin haberi sizinle paylaşmaya değer bulduk. Okuyunca umarız siz de bizim gibi hem "iç" sorunların dışına çıkmanın hem de yakındığımız pek çok şeyin başkalarının dünyasında da olduğunu görmenin -yerindeyse- rahatlığını hissedersiniz. Haberin özetlenerek yapılmış çevirisi şöyle:

"Araştırmacılığıyla tanınan gazeteci Seymour Hersh, dinleyicilerine ’Önümüzde Amerika Kralı İkinci George’un (Başkan George W.Bush’un) hüküm süreceği 816 gün kaldı.

İyi bir haber vermemi ister misiniz?

Yarın sabah uyandığınızda bir gün daha eksilmiş olacak’ dedi."

Hersh,
(medya dünyasının en önemli ödülü olan) Pulitzer kazanmış bir gazetecidir. The New Yorker Dergisi’ne yazar. Yaklaşık 40 yıldan beri hükümetlerin dikenidir. 1969’da (ABD askerlerinin Vietnam’da yaptığı) My Lai katliamını duyurarak, ABD kamuoyunun Vietnam savaşına karşı çıkmasını sağlayan o’dur. Amerika’nın (ABD hava kuvvetlerinin) gizlice Kamboçya’yı bombaladığını ilk o yazmıştır. CIA’nin, Şili’de serbest seçimlerle başkanlığa seçilen Salvadore Allende’yi deviren darbeyi planladığını yazan o’dur. Son olarak da Irak’taki Abu Garib hapishanesinde bulunan Iraklılara yapılan işkencelerin ayrıntılarını yayınlayan Mr. Hersh’tir.

(Biz bir parantez açalım... Kuzey Irak’ta bir kısım Kürtlerin "özel güvenlik şirketi mensubu" denilen fakat İsrail gizli servisine mensup olduklarına inanılan uzmanlar tarafından eğitildiğini yazan da Mr. Hersh’tir)

Dört buçuk saat süren konuşmasında Mr. Hersh, Amerikan askerlerinin futbol oynayan Iraklıları topluca katlederken çekilmiş video kaydından söz etti. Henüz yayınlamadığı görüntüleri şöyle anlattı:

"Her birinde 8 asker bulunan 3 ABD zırhlı aracı bir köyden geçiyorlar. Yanlarına gelen çocuklara bu sırada dondurma veriyorlar. En öndeki araç bu sırada meydana gelen bir infilakla havaya uçuyor. Öteki araçlarda bulunan 16 asker hemen dışarı fırlayarak verilen emri uygulamaya başlıyor. İnfilakın uzaktan kumandalı bir bombayla yapıldığını düşünmeden futbol oynayanların üzerine ateş açıyorlar. Yaklaşık 10 dakika sonra askerler ölüleri taşıyor ve ardından 20-30 kadar isyancının öldürüldüğü kamuoyuna açıklanıyor. Oysa öldürülenler futbol oynayan kişilerdir.

Ben inanıyorum ki Amerikan halkı, Irak’ta işlenen suçları tam olarak öğrenseydi oradan dönenler aynen Vietnam’dan dönenler gibi olurdu. Vietnam’dan dönen askerlerimizin bebek katili olduğu izlenimi vardı. O yüzden aşağılandılar.

Size açık söyleyeyim: Bugüne kadar, Irak’taki Amerikan ordusu kadar gaddar ve katil hiçbir Amerikan ordusu olmamıştır."

Hersh, "Washington’dan akılla verilecek hiçbir karar beklenemeyeceğini"
söyledikten sonra, sözlerini "Çökmüş bir parlamentomuz var. Medyamız zaten çökmüş durumda. Askerlerimiz, Başkan ne emrederse onu yapıyor" diyerek ve Amerika’nın İran’a saldıracağını, Irak’taki durumun daha da kötüye gideceğini vurgulayarak bitirdi.
Yazının Devamını Oku

Bir Nobel değil frak yazısı...

11 Aralık 2006
BASINIMIZIN ayrıntıyı esas değerin önüne çıkarmak gibi bir başarısı var. Son olarak da Nobel Ödülü nedeniyle İsveç Kralı’nın vereceği ziyafette frak giyilmesi, neredeyse ödülün kendisi kadar yayın konusu oldu. Milliyet yazarı paşa torunu Hasan Cemal’in giyeceği frakı nereden temin etmesi gerektiğinden tutun, Okay Gönensin’in Nadir Nadi’den kalan frakın beden ölçüsüne kadar yazılmadık şey kalmadı.

Bir frak sever ve aynı zamanda frak mağduru sıfatıyla topa girme gereğini duyduk:

Frak sever olmamın nedeni, babamın milletvekili iken Cumhuriyet Balolarına giderken giydiği frakın ona çok yakışmasıydı.

Frak 1950’li yıllarda pek gözdeydi. O nedenle babamdan kalan, vücuduma göre düzelttirilmiş frakı çok giyindim.

Frak mağduru olmayı, Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olarak 1988’de İngiltere’ye yaptığı resmi ziyarete borçluyum. İki akşam birbiri ardından verilen yemeklerde frak giyme zorunluluğu vardı. Birinci akşam otele dönünce ütülenmek üzere gönderdiğim pantolon zamanında geri getirilmediği için Evren’in Kraliçe onuruna verdiği ziyafete katılamadım. Sonra öğrendiğime göre o akşam, protokol masasının hemen önündeki masada sadece benim sandalyem boş kalmış.

Bunun bedelini, oteli dava ederek ödettim ama bir gazeteci olarak yaşamam gereken önemli bir olayı da kaçırmıştım.

Laf fraktan açılınca onun üzerinde durmak gerek. Çünkü bazı "protokol" görevlileri bile o konuda cahildir. Nitekim Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ndeki protokol görevlileri merhum Turgut Özal’a ve Sayın Süleyman Demirel’e giydirdikleri fraka siyah papyon taktırmışlardır. Üstelik bu kıyafetle çekilen resim duvarlara asılmış, imzalanıp yabancı büyükelçilere verilmiştir. Siyah papyonla frak giyinmiş bir cumhurbaşkanı kim bilir kaç yerde alay konusu olmuştur.

Frakın kurallarını bildiğimiz kadarıyla özetleyelim:

Frak ceketinin mendil cebine beyaz ipek bir mendil çok yakışır. Ama konan mendil göze batmamalıdır.

Frakla sadece beyaz papyon kullanılır. Papyonun hazır olmaması yani giyinen tarafından bağlanması beklenir. Çünkü papyon bağlamak ayrı bir beceri işidir. Papyonunu kendisi bağlayan insan, frak giymeye alışkın biri demektir.

Frakın gömleği, yakası ve beyaz yeleği kolalı olmalıdır. Gömlek göğüs ve özellikle kol düğmelerinin gümüş olması tercih nedenidir.

Frakın biri siyah diğeri beyaz iki yeleği vardır. Gündüz siyah, akşam beyaz yelek giyilir. Protokol görevlileri -yanlış bilmiyorsak orkestra üyeleri de- bu kurala tabi değildir. Protokol görevlileri gündüz beyaz, gece siyah yelek giyinirler.

Fraklı kişi kapalı yerde bulunmayacaksa silindir şapkası ve beyaz eldiveni yanında olmalıdır. Dışarıda sağ eline eldiven takması ve silindir şapkayı giyinmiyorsa o eline alması beklenir.

Frak giyinen insanın çorapları siyah ipek, ayakkabıları siyah rugan olmak gerekir. Frak altına başka ayakkabı giyilmez.

Frakı yakıştırabilmek zordur. Yakıştıranların başında Atatürk gelir. Yakıştıramayanlar listesinin başında da meşhur opera sanatçısı Pavarotti vardır.
Yazının Devamını Oku

Doğruyu bilen tek kişi...

10 Aralık 2006
CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer de, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt da anlaşılan o ki hata etmişler. Sadece onlar değil, Yaşar Büyükanıt’ın "Bu devletin resmi görüşünden sapmadır" diyeceği kadar önemli bir politika değişikliği meydana gelince, ülkeyi yönetme sorumluluğu olanların birbirine danışması gerektiğini düşünen herkes hata etmiş. Bunu Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dün Afyonkarahisar’da söylediği şu sözlerden anlıyoruz:

"Finlandiya dönem başkanının getirmiş olduğu bir teklif var. Ve biz bu teklif üzerinden onlarla bazı sözlü görüşmeler yaptık.

Biz bu sözlü görüşmeler için de Çankaya’yı mı soracağız veyahut da ilgili bazı kuruluşlara mı soracağız?

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin başında olanların herhalde şu ana kadar oluşmuş olan altyapı ile ilgili olarak bazı birikimi var, bazı bilgileri var. Bunları biz sözlü olarak konuşuruz. Ama olay yazılı bir metne dönüşeceği zaman hay hay. O zaman tabii ki Çankaya’ya da soracağız. Tabii ki o zaman ilgili kurum ve kuruluşlarımızla da bunları yazılı olarak görüşeceğim."

Başbakan Erdoğan
’ın üslubuna artık bir şey demiyoruz. Onu siz değerlendirin ama sözlerinin içeriği üzerinde durmak gerekiyor.

Çünkü sadece Çankaya yahut Genelkurmay Başkanlığı -veya bizler- değil, belli ki Dışişleri Bakanlığı da kendisi gibi düşünmüyor olmalı ki, bu bakanlığın yetkilileri;

"Bakanlığımız adına eski Müsteşar Ali Tuygan ile yeni Müsteşar Ertuğrul Apakan, Genelkurmay İkinci Başkanı Ergin Saygun’u ziyaret ederek son öneri hakkında kendisine bilgi verdi" diyorlar. Böylece Sayın Başbakan’ın "sırası gelince hay hay!" şeklindeki sözlerinin yerinde olmadığını ilan ediyorlar.

Nitekim Başbakan’a, CHP Lideri Deniz Baykal’ın yönelttiği bir soru var. Diyor ki:

"Genelkurmay Başkanı’nın haberi yok. Başbakan, Genelkurmay Başkanı ile istişare etme ihtiyacı hissetmiyor, anamuhalefet partisiyle istişare etme ihtiyacı hissetmiyor, Bush ile, Karamanlis ile istişare ediyor. Bu normal mi, bu kabul edilebilir mi?"

Gerçekten, devletin bir temel politikasında değişiklik yapıyor, bunu öneri haline getirip karşı tarafa sunuyor, onunla kalmayıp taa Washington’daki Başkan Bush’a bile anlatıyor, destek istiyorsunuz... Ama kendi Cumhurbaşkanınızı bile haberdar etmiyorsunuz.

Etmemekle kalmıyor, bir de "Çankaya’ya mı soracağız?" diyorsunuz.

Sebebi de ilginç:

"Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin başında olanların herhalde şu ana kadar oluşmuş olan altyapı ile ilgili olarak bazı birikimi var, bazı bilgileri var"mış. O nedenle başkasından alınacak akla ihtiyaçları yokmuş.

Belirlenen politikanın doğru olup olmaması ayrı bahis.

Siz bu zihniyetle yönetilen bir ülkenin selamete ulaşacağına inanır mısınız?
Yazının Devamını Oku

Altın gol...

9 Aralık 2006
TAM da Deniz Baykal’ın dediği gibi oldu:Biliyorsunuz Avrupa Birliği (AB) dönem başkanı Finlandiya Dışişleri Bakanı, 14-15 Aralık günlerinde yapılması beklenen AB zirvesinden önce "Türkiye bir altın gol atabilir" deyince CHP lideri Baykal açık konuşmuştu: "Bu hükümet ancak kendi kalemize gol atar" diye.

Gerçekten, "Bir deniz bir de hava limanını Rumlara 1 yıl süreyle açalım" önerisinin kendi kalemize gol atmaktan farkı yok.

Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın dünkü Hürriyet’te yayımlanan isyan dolu sözleri de özünde aynı şeyi söylüyor:

İster bir, ister beş liman açın, sonuç değişmez. Çünkü bir limanı bir kere açtığınız takdirde artık "Biz Rum yönetimini tanımıyoruz" deseniz de kimseye dinletemezsiniz. Kaldı ki, "Tanımıyor idiyseniz limanlarınızı Rum bayrağı taşıyan gemilere nasıl açtınız?" sorusuna yenıt veremezsiniz.

Nitekim bakın, aynı önerinin öteki parçasını yani "Ercan Havaalanı’nın uluslararası uçuşlara açılmasını" görür görmez Rum yönetimi reddetti. Çünkü bunun, Ercan’a uçağı inen ülkeler tarafından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması anlamına geleceğini herkes biliyor.

Önümüzdeki günlerde AB ülkeleri Rumları baskı altına alır da şimdilik kalemizde görünen topu dışarı çıkartabilirler mi bilemiyoruz. Keşke çıkartsalar da sevinsek. Ama iyimser de değiliz. O kayıtla söyleyelim:

Hükümet hem istediği sonucu alamadı, hem de "Rum yönetimini tanımayı düşünebileceği" işaretini vermiş oldu.

Hadi "Sayın ki tanıdı, ne olacak?" diyelim.

O takdirde Rum yönetimini tanıyan tüm öteki devletlerle birlikte biz de "Kıbrıs’ta bir tek Rumların devleti vardır. Adadaki Türk devletinin meşruiyeti yoktur" demiş olmayacak mıyız?

Bakın artık Sayın Başbakan’ın ölçüsü endazesi kaçmış laflarını anımsatmıyoruz. Çünkü o tür dipsiz temelsiz şişinmelere girecek olursak, doğrusu bizim dış politikamızı yönetenlerin günahının ne 1, ne 5, ne de 10 olduğunu görürüz.

İsterseniz hafızamızı tazeleyelim:

Önce "AB istese de Güney Kıbrıs’ı üyeliğe alamaz. Çünkü Londra-Zürih Anlaşmaları’na göre Güney KıbrısGarantör Ülkeolan Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’dan birinin itiraz ettiği bir uluslararası örgüte giremez" demiyor muyduk?

Güney Kıbrıs AB’ye üye olmakla kalmadı, şimdi bizi engelleme noktasına geldi.

"Avrupa Birliği Güney Kıbrıs’la ne kadar bütünleşirse biz de KKTC ile o kadar bütünleşeceğiz" politikasını biz ilan etmedik mi?

KKTC ile bütünleşmek bir yana giderek "Onunla hiç ilgimiz yok" deme noktasına geldik.

"Maraş’ı Birleşmiş Milletler aracılığıyla Güney Rum yönetimine açmamızı" isteyen Finlandiya’ya daha geçen hafta, "Kıbrıs sorunu bir bütündür. Ya hepsi çözülür ya hiçbiri" yanıtını veren biz değil miydik?

Şimdi Magosa’yı, Ercan’ı masaya koyan biz değiliz de yoksa Çin Halk Cumhuriyeti mi?
Yazının Devamını Oku

Kırmızı çizgili diplomasi

8 Aralık 2006
HER dış ilişkimize ve dış soruna, "Bunun neresine bir kırmızı çizeyim" diyerek yaklaşan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti, anlaşıldığına göre son kırmızı çizginin altında ezilmeye başladı: Avrupa Birliği (AB), Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne (KKTC) uyguladığı izolasyonları kaldırmadıkça limanlarımızı, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi gemilerine ve uçaklarına açmayacaktık, değil mi?

"Türkiye kendine düşeni yaptı. Şimdi sıra Avrupa Birliği’nde... Önce onlar sözlerini tutsunlar sonra limanları açarız" diyen biz değil miydik?

Dünkü haberler ortaya koydu ki... Bizim dirayetli hükümetimiz AB dönem Başkanı Finlandiya aracılığıyla yeni bir öneri ortaya atmış:

AB eğer, KKTC’deki Ercan Havaalanı’nın uluslararası hava trafiğine; Magosa Limanı’nın da doğrudan ticarete (KKTC malları Türkiye gibi bir ülkeye uğramadan başka ülkeye gönderilemiyor) açılmasını sağlarsa, Türkiye de bir havaalanını (belki Antalya’yı) ve deniz limanını (muhtemelen Mersin’i) Rum uçaklarıyla gemilerine açabilecekmiş.

Bitmedi... "Açarız ama bir sene zarfında Kıbrıs sorunu çözülmezse, bunları tekrar kapatabiliriz" demişiz.

Lakin Rumlar, daha önerinin birinci satırını okuyunca "Ercan’ı uluslararası hava trafiğine açmak demek KKTC’yi dolaylı olarak tanımak demektir" demişler ve reddetmişler.

Yani bizim diplomatik atak -buna atak mı demek lazım yoksa olayların bu noktaya geleceğini göre göre "Bize bir şey olmaz abi!" kafasıyla gelip duvara çarpmak mı demek lazım, siz tayin edin- en azından bu aşamada yeni bir çıkmaza girmiş.

Merak ediyoruz:

Avrupa Birliği anlayış göstermez yani önce KKTC üzerindeki izolasyonları kaldırmamakta direnirse bizim sadece "B" değil, "C", belki bir de "Ç" planımız yok muydu?

Başbakan Tayyip Erdoğan sadece bunu değil, "Kaybeden biz değil AB olur" dememiş miydi?

Ne oldu?

Ölçtük biçtik... "Biz kaybederiz" demek zorunda mı kaldık?

Eğer öyle ise, bu ülkenin dış politikasını yönetenleri "burnunun ucunu göremeyen bir kadro" olarak ilan etmek gerekmez mi?

Bu halimize bakmayıp bir de aleme "Medeniyyetler ittifakı" projeleri sunuyoruz.

"Aşın ne, başın ne" demezler mi adama?

Biz daha önce yazdıklarımıza dönelim:

AB ister 8 ister 18 konuyla ilgili müzakereleri askıya alsın... Hiç fark etmez...

AB’nin Türkiye’den "verdiği sözü tutmasını" isteyebilmesi için önce kendi verdiği sözü tuttuğunu ortaya koyması gerekir. O tarihe kadar Türkiye’nin yapacağı hiçbir şey yoktur.

Müzakereler aksarsa AB’ye üyeliğimiz tehlikeye girermiş.

İki sene önce AB ile müzakere ettiğimiz bir şey mi vardı? Olmadan Türkiye yaşayamıyor muydu?
Yazının Devamını Oku

Stockholm’deki Türk

7 Aralık 2006
SADECE bizim değil, bizden önceki bilmem kaç kuşakla, bizden sonraki bilmem kaç kuşağın rüyalarını süsleyen bir olay bugünlerde İsveç’in başkenti Stockholm’de yaşanıyor: Nobel ödülü kurulalı beri ilk defa bir Türk ödül alıyor.

Kimse küçümseyemez, kimse azımsayamaz, kimse "keşke almasaydık" diyemez.

O nedenle deneyimli Türk gazetecilerinden oluşmuş bir kadro, ödül sahibi roman yazarı Orhan Pamuk’la birlikte Stockholm’e gitti.

Bugünden başlayan ve 10 Aralık günü İsveç Kralı’nın vereceği bir ziyafetle noktalanacak olan bu olağanüstü olayın keyfini keşke hepimiz burada, Türkiye’de, burada bulunmayan her Türk de dünyanın neresinde olursa olsun orada yaşayabilseydi.

Televizyonlar ödül törenini odalarımıza taşıdığı dakikada gücü yetenimiz şampanyayla, gücü yetmeyen de olanağı ne ise onunla bu güzel anı kutlayabilseydi.

Ama olmadı... Olmuyor...

Bu satırların yazarı, sadece Orhan Pamuk’un Edebiyat Ödülünü aldığını öğrendiği dakikadan beri değil, onun "Türkiye’de 1 milyon Ermeni ile 30 bin Kürdün kesildiğini" söylediği ve "bu gerçeği (!?) kendisinden başka kimsenin söyleyemeyeceğini" ilan ettiği mülakat yayınlanalı beri, derin bir kırgınlık yaşıyor. Çünkü Orhan Pamuk’un aldığı ödül beratındaki resmi gerekçede ne yazılırsa yazılsın, bu ödülün o mülakat nedeniyle verildiği düşüncesini zihninden atamıyor.

Son haberler Orhan Pamuk’un Stockholm’de kendisine siyasi sorular yöneltmek isteyen gazetecileri yanıtlamadığını, hatta bu tür soruları istemediğini ifade ediyor.

Neden?

Orhan Pamuk -çok haklı olarak- ifade özgürlüğüne inanan bir insan değil mi? Eğer "Özür dilerim. O zaman yanlış söylemişim. Öldürülen Ermenilerin sayısı 1.5 milyon, Kürtler de 50 binmiş" deseydi ne zararı vardı?

Orhan Pamuk ilk demecini hangi "tarih" bilgisine ve hangi kanıtlara dayanarak söylediyse, bizim önerdiğimize benzer bir sözü de aynı temele ve gerekçeye dayayarak ifade edebilirdi.

Ya da "Ben tarihçi değilim. Bu konularda bir iddiam yok" diyebilirdi.

Ama yapmadı. Daha doğrusu ne onu söyleyebiliyor, ne de kendi ulusuna dönük bir iftira niteliğindeki birinci beyanından dönebiliyor. Daha açık ifade edelim:

Siyasi nitelikli sorulara verdiği tepkilerden anladığımıza göre vicdanı onu rahat bırakmıyor. "Bana bu ödülü, yazdığım romanlardan çok -veya en az onun kadar- o sözlerim nedeniyle verdiler (veya vermiş olabilirler)" düşüncesinden kendini kurtaramıyor.

Bir arkadaşımız Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülünü aldığının ilan edildiği gün, "O cümleler unutulur 30 sene sonra geriye Orhan Pamuk’un Nobel ödülü aldığı kalır" demişti.

Brütüs de, Sezar’a karşı komplo düzenleyenlerin aslında Roma’ya iyilik ettiklerini düşünuyordu.

Şimdi neyle anımsanıyor?
Yazının Devamını Oku