4 Ocak 2007
BAYRAM günü insanların birbirine daha sevecen bir şekilde yaklaşması, dargınlıkları unutması ve olabildiğince dikkatli ve nazik olması tavsiye edilir değil mi?<br><br>Üstelik bu, "dinimiz de böyle istiyor" gerekçesiyle dile getirilir. "Bu işleri çok iyi bildiğini" her vesileyle ifade eden Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Kurban Bayramı’nın ilk günü söylediklerini okumuş olmalısınız.
Argo literatürüne "kaşarlı kadro" gibi yeni kavramlar katmakla kalmadı. "Danıştay’ın pat diye hemen karar alarak", Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) devlet içinde kadrolaşmasına izin vermemesinden yakındı.
Ardından Cumhuriyet’in temel değerlerine sahip çıkanlara ve özellikle CHP’ye bindirdi. "Bu ülkede eğer bir kadrolaşma olmuşsa, bilesiniz ki bunun en kaşarlısını CHP yapmıştır. Bu konuda çok acımasızdırlar" dedi.
Bu sözleri merak ettik. Sayın Başbakan’ın ve başında bulunduğu AKP’nin, "kadrolaşma" konusuna bugüne kadar nasıl baktığını araştırdık. Bakın ne bulduk:
AKP Programı’nda aynen, "Kamu personelinde kariyer ve liyakatin temel alınacağı ve eleman alımlarının bu kıstaslara göre yapılacağı" vaat edilmiş.
Seçim Beyannamesi’nde ve AKP’nin kurduğu iki hükümetin de programında bu taahhüt tekrar edilmiş. Hatta "Siyasi iktidar değişikliğinin üst kadrolar dışında, bürokratik yapıya etkisi en aza indirilerek yönetimde istikrar ve süreklilik sağlanacaktır" denmiş.
Tayyip Erdoğan Başbakan olunca Mayıs 2003 tarihli "Ulusa Sesleniş" konuşmasında Bülent Ecevit başkanlığındaki 57’nci hükümeti tam da bu konuda suçlamış:
"Bizden önceki 57’nci hükümetin iş başında kaldığı 2.5 sene içinde yaptığı üst düzey atamaların toplamı 1698’dir. Eşi benzeri görülmemiş kadrolaşma işte budur" demiş.
Ama AKP’nin yaptığı partizanca tayinler kısa zamanda eleştiri konusu olmuş. Bunun üzerine Erdoğan, "Yanlış atamalar yapılmış olabilir. (...) Bunları tespit ettiğimde görevden almak görevim" demiş (2.6.2003 Cumhuriyet).
Ne var ki "kadrolaşma" o kadar hızlı ve kötü bir şekilde devam etmiş ki genelde AKP çizgisinde yazılar yazan Anayasa Hukuku hocası Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, 29 Temmuz 2004 tarihli Tercüman Gazetesi’nde çıkan yazısında AKP’nin "kadrolaşma" kampanyasından uğradığı hayal kırıklığını dile getirmiş. Ardından "Kadrolaşma suçlaması büsbütün dayanaksız değildir" demiş. Sonra da "Bu hükümet kilit mevkilere atama yaparken, sol-sağ ideolojik ayrımı gözetmemek şöyle dursun, orta sağı bile kucaklamaktan kaçınmakta ve tercihini daha ziyade Refah-Fazilet çizgisinden gelen kadrolarla sınırlı tutmaktadır" demeye kendini mecbur hissetmiş.
Gerçekten Türkiye’de bugün, devletin sadece "üst düzey" kadroları değil, en ücra ilçedeki evrak kayıt memuruna kadar tüm bürokrasi tamamen "Refah-Fazilet çizgisinden gelenlere" teslim edildi. Artık o yöredeki AKP ilçe teşkilatının tehdidi altında olmayan memur kalmadı. Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok, 27 Nisan 2006 tarihinde bu konuya değinirken o nedenle, "4 yıla yakın AKP iktidarında 300 bine yakın atama yapıldığını" söyledi.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tavrı ve sözleri ibret vericidir. Çünkü halka verdiği "liyakati esas alma" sözünü unutmakla kalmadı, "kadrolaşma"yı "laik devleti İslamlaştırma" noktasına taşıdı. Görülmesi gereken asıl mesele budur.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2007
BAYRAM bitmeden son günlerin en çok konuşulan "Cumhurbaşkanı seçiminin yapılacağı gün TBMM Genel Kurulu en az 184 üye ile mi yoksa en az 367 üye ile mi açılabilir?" tartışmasını kendi yönümüzden bitirelim diyoruz. Bilindiği gibi konu son olarak tanınmış hukuk adamı Sabih Kanadoğlu’nun 27 Aralık 2006 tarihli Cumhuriyet’te yayımlanan "AKP Tek Başına (Cumhurbaşkanı) Seçemez" başlıklı makalesiyle ortaya atıldı.
Kanadoğlu öncelikle 3 Kasım 2002 tarihli seçimin oluşturduğu TBMM’nin "hukuken sakat ve ulusal iradeyi çarpıtan" bir yapıyla görev yaptığını ileri sürüyordu.
Bu noktada Kanadoğlu kanımızca "A"dan "Z"ye haklıdır. Bu durumun tarih önündeki sorumlusu da o zaman görev yapan Yüksek Seçim Kurulu’dur (YSK). Çünkü YSK, ilk kusur olarak "Seçimlere katılma yeterliliği bulunmayan iki siyasi partiyi (DEHAP ile Genç Parti’nin) hukuka karşı hilelerini" görmezden gelip bunları seçime sokmuştur. YSK’nın ikinci kusuru DEHAP’ın sahtekarlığı yargı kararıyla ortaya çıkınca, bu partiye verilmiş oyları geçersiz sayıp Meclis’teki sandalye dağıtımını yeniden yapması gerekirken bundan kaçmasıdır. YSK eğer görevini doğru yapsaydı Doğru Yol Partisi (DYP) Meclis’e yaklaşık 60-70 milletvekili sokacaktı. Bu sandalyelerin çoğu AKP’den, birazı da CHP’den DYP’ye gidecekti. Ama neticede AKP, cumhurbaşkanı seçimini uzlaşmacı bir zihniyetle ele almaya mecbur olacaktı. Oysa o yanlış Türkiye’yi şimdi gerilim ortamına sürüklüyor.
YSK’nın günahı çok ama şimdi konu o değil. Ne var ki YSK kararları kesin. O yüzden TBMM bugünkü yapıyla göreve başladı. Kanadoğlu bu gerçeği dile getiriyor.
Ama bugün o tartışmanın yararı yok. Bugün mevcut gerçekler üzerinden çözüm üretmeye mecburuz. O da -dün yazdığımız gibi- en az 184 üye var ise Meclis Genel Kurulu’nun çalışmaya başlayabileceğini söylüyor. Oysa Kanadoğlu buna "Madem ki Cumhurbaşkanı en az 367 üyenin oyları ile seçilebilecektir, öyleyse Meclis’in konuyu ele alması için önce 367 milletvekilinin orada hazır bulunduğu saptanmalıdır. Bu da 367 milletvekili hazır olmadıkça genel kurulun çalışmaya başlayamayacağı anlamına gelir" diye özetlediğimiz bir görüş ileri sürüyor. Bunu ayrıca "partileri uzlaşmaya zorlamak" açısından da savunuyor.
Oysa bu, Anayasa’da bulunmayan bir hükmü icat etmekten başka bir şey değil. Meclis o gün 184 üye ile açılır. Seçime geçilir. Adaylardan hiçbiri en az 367 oy alamazsa veya toplam geçerli oy sayısı 367’nin altında kalırsa ikinci turla ilgili kural işler. Çünkü "Birinci tur yapılmış ama cumhurbaşkanı seçilememiş" demektir.
İkinci turdan da aynı şekilde sonuç alınamazsa Anayasa’nın seçimle ilgili öteki kuralı işler. Yani en az 276 oy alan aday seçilmiş olur. Eğer üçüncü ve dördüncü turda da en az 276 oy alan çıkmazsa milletvekili seçimi yenilenir. Ve yeni cumhurbaşkanını yeni TBMM seçer. Kanımızca yeni cumhurbaşkanı seçilip görevi devralıncaya kadar eskisi görevde kalır.
Konu "Anayasa Mahkemesi’ne gider mi?" diye bir soru var.
Kanadoğlu özetle, "1996’dan önce İçtüzük’te cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili hüküm yoktu. O nedenle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak mümkün değildi. Sonra hüküm kondu. Böylece TBMM’nin İçtüzüğe aykırı bir uygulamasını Anayasa Mahkemesi’ne götürme olanağı doğdu. O nedenle Mahkeme, başvuruyu İçtüzük yönünden değerlendirir ve seçimi iptal edebilir" diyor.
Bu konuda aynen Kanadoğlu gibi düşünüyoruz. Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin böyle bir denetim yetkisi vardır.
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2007
DENİZ Baykal, "Kurban Bayramı nedeniyle tartışmalara ara verdiğini" söylese de asabi Başbakanımız öyle bayram mayram dinlemedi. Cumhurbaşkanı’ndan başlayarak önüne gelene verdi veriştirdi. Siyaset dükkánının kepenklerini açık tuttu. O zaman da bizim son günlerin en güncel tartışmasına değinmemizde sakınca kalmadı.
Konu bilindiği gibi "Cumhurbaşkanlığı seçimini yapacak TBMM’de oturumun açılması için en az kaç üyenin hazır bulunması gerekir?" sorusuna verilen farklı yanıtlardan çıktı.
Anayasa’daki genel kural, en az 184 milletvekili hazır bulunursa oturumun açılabileceğini söylüyor. Buna karşın saygın hukuk adamı Sabih Kanadoğlu, oturumun açılması için en az 367 milletvekilinin (Cumhurbaşkanı seçecek sayının) hazır bulunması şarttır, görüşünü savunuyor. Buna uyulmadan yapılacak seçimin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilebileceğini söylüyor.
Kanadoğlu ciddi bir hukukçudur. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olarak görev yaptığı sırada hangi konuda görüş ileri sürdüyse, bizim anımsadığımıza göre hepsinden sonuç almış biridir.
Ama bu son konudaki görüş ve iddiasına katılamıyoruz.
Anımsanacaktır... Merhum Prof. Dr. Muammer Aksoy da önemli, bilgili ve ciddi bir hukukçu idi. Ama 1980 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi krizi sırasında "erken seçim" isteyenlere karşı çıkarken "Erken seçim Anayasa’ya aykırıdır" diyerek herkesi şaşırtmıştı. O nedenle bu tür beklenmedik görüşlerin ciddi hukuk adamlarından çıkmasını yadırgamamak gerekir.
Konunun özüne girecek olursak...
Kanadoğlu, Anayasa’nın 96’ncı maddesinin "Anayasa’da, başkaca bir hüküm yoksa, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte biri (184 üye) ile toplanır ve toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar verir; ancak karar yeter sayısı hiçbir şekilde üye tamsayısının dörtte birinin bir fazlasından (139’dan) az olamaz" diyen hükmünü bu konuda geçerli saymıyor. O, Anayasa’nın 102’nci maddesinin, "Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu (367 üye) ile ve gizli oyla seçilir. Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantı halinde değilse hemen toplantıya çağrılır.
(...)
En az üçer gün ara ile yapılacak oylamaların ilk ikisinde üye tamsayısının üçte iki çoğunluk oyu sağlanamazsa üçüncü oylamaya geçilir, üçüncü oylamada üye tamsayısının salt çoğunluğunu (276’yı) sağlayan aday Cumhurbaşkanı seçilmiş olur. Bu oylamada üye tamsayısının salt çoğunluğu sağlanamadığı takdirde üçüncü oylamada en çok oy almış bulunan iki aday arasında dördüncü oylama yapılır, bu oylamada da üye tamsayısının salt çoğunluğu ile Cumhurbaşkanı seçilemediği takdirde derhal Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimleri yenilenir" diyen hükmünün TBMM’ye en az 367 üye ile görüşmelere başlama görevi verdiğini ileri sürüyor.
Yerimiz kalmadığı için konuya yarın devam edeceğiz. Ama noktayı koymadan belirtelim... Bu görüşü daha 1999’da, halen Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü olan Prof. Dr. Süheyl Batum’un ortaya attığı biliniyor. Keza Erdoğan Teziç, Necmi Yüzbaşıoğlu gibi akademisyenlerin eski İstanbul Baro Başkanı Turgut Kazan’ın desteklediği, buna karşılık Prof. Dr. Hikmet Sami Türk’ün, Prof. Dr. Ergun Özbudun’un karşı çıktığı biliniyor.
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2006
BİR yılın ne son yazısı ne de yeni yılın ilk yazısı kötü haberler, karamsar düşünceler üzerine kurulmalı. Ama mecbursunuz. Çünkü ne kadar lanetlesiniz de dünya kamuoyunu yıllardır meşgul eden bir insan, dün sabah asılarak idam edildi. Böyle biten yılın ilk günü ne kadar iyimserlikle başlayabilir ki?
Büyüleyici zekásı ve dayanılmaz karizmasıyla Bay George W.Bush ve muhteşem takımı, üç yıl önce fiilen başlattıkları bir savaş sonunda bizi bu noktaya getirdiler.
Kendilerince tek başarıları, çağımızın en aşağılık diktatörlerinden Saddam Hüseyin’i yakalamak ve cezalandırabilmekti.
Yakaladılar ve "demokrasi ve uygarlık" adına cezalandırdılar ama onu da canını sehpasında alarak yani uygarlığın reddettiği şekilde yaptılar.
Bu başarı (!?) Amerikan hazinesine 300 milyar dolara, Amerikan halkına 3 bin kadar cana, Irak’a ölçülemeyecek kadar büyük bir yıkıma, ayrıca 700 bin kadar -çoğu masum- insana; Ortadoğu’ya ne zaman biteceği bilinmeyen bir keşmekeşe; tüm insanlığa da hukukun tüm kazanımlarını çiğneyen bir Ortaçağ anlayışına dönüşe patladı.
Saddam Hüseyin zeki fakat dar görüşlü, bağnaz kafalı, gaddarlıkta rakipsiz biriydi. Hayatı zorbalıkla sağlanmış başarılar üzerine kuruluydu. O nedenle bir gün adalete hesap vermesi mukadderdi.
Henüz 19 yaşındayken Baas partisinin en gözü kara militanlarından biriydi. Nitekim 1959’da Irak’ı -bir yıl önce kanlı bir darbeyle Kral Faysal’ı devirerek başa geçen- Abdülkerim Kasım’a suikast düzenleyenlerin arasındaydı. O olaydan yaralı olarak kurtuldu, Kahire’ye kaçtı.
Baas’çılar iktidara gelince geri döndü, ama kısa süre sonra Baas’çılar iktidardan darbeyle uzaklaştırılınca o da hapse atıldı. Lakin hapisteyken partinin Genel Sekreter Yardımcısı seçildi.
Ne olursa olsun iktidara gelmeliydi. Nitekim 1968’de Irak Cumhurbaşkanı Abdurrahman Arif’i deviren Baas’çıların en önemli ismi oldu. Ardından Irak’ı yöneten Devrimci Komuta Konseyi’nin Başkan Yardımcılığı’na getirildi.
Ve 1979’da Cumhurbaşkanı Ahmed Hasan El Bakr’ı uzaklaştırarak Devrimci Komuta Konseyi’nin başkanlığına geldi.
Böylece artık tek başına ve istediği gibi hükmetme olanağına kavuşmuştu. Artık Irak’ı büyütebilir, Ortadoğu’ya bile hükmedebilir, Arap dünyasının en büyük kahramanı olabilirdi.
O sırada İran’da Humeyni devrimi olmuş, ülkenin ordusu bozulmuş, yönetim oturmamıştı. Bunu fırsat bildi. Bir bahane bulup İran’a saldırdı. Umudu birkaç hafta içinde İran’ı yenmekti. Ama hesabı tutmadı. Savaş 8 yıl sürdü. İki taraf yüzbinlerce kayıp verdi. Sonunda başladıkları noktayı esas alan ateşkesle savaşı bitirdiler. Saddam o sırada hem ABD’den hem de öteki Batı devletlerinden aldığı kimyasal silahları İran’a karşı kullandı.
Sadece o sırada değil Halepçe’de kendi halkına karşı da aynı suçu işledi. Ama o zaman Saddam’la iyi geçinen Batı devletleri ses çıkarmadılar.
Taa ki Saddam haddini aşıp Ortadoğu petrol kuyularına sahip olma amacıyla Kuveyt’e saldırıncaya kadar...
O zaman yani 1990 Ağustos başında başlayan macera Saddam yönünden dün ipte bitti. Tüm dünya yönünden ne zaman ve nasıl biteceğini de gelecek yıllar gösterecek.
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2006
BU sütunu izleyenler bilirler. Biz bir konu genel kamuoyunda "güncel" olmadıkça ele almamaya dikkat ederiz. Onları ele alırken de bir meslek duyarlılığı zaman zaman elimizi tutar. Örneğin çalıştığımız grubun veya o grubu hasım gibi görenlerin ticari, mali meselelerine girmeyiz. Oysa bir süredir bazı okuyucular ısrarla "Hürriyet Gazetesi’nin mensup olduğu Doğan Medya Grubu’nu ilgilendiren konularda yazı yazmamızı" istiyorlar.
Dahası... "Yazmıyorsun... Yazamıyorsun, çünkü grubun sahibi Aydın Doğan’ı savunamayacağını biliyorsun" türü mesajlar iletiyorlar.
O yüzden vacip oldu... Bugün son zamanlarda Aydın Doğan’ı ve dolayısıyla bu grubu hedef alan yayınlara ilişkin düşüncemizi yazacağız.
Bir süre önce Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK), Doğan grubuna ait Petrol Ofisi (POAŞ) dahil, Erk; Opet; Turcas; Aytemiz; Total, Shell ve BP’ye, Cumhuriyet tarihinin en ağır idari para cezasını kesti.
Burada POAŞ’ın payına 498 milyon YTL düşmüştü. Cezalar toplamı 1 milyar 600 milyon YTL’yi buluyordu. İddiaya göre sebep bu şirketlerin, lisans işlemini tamamlamamış bayilere akaryakıt teslimatı yapmış olmalarıydı. Hukuk açısından konu, trafik kusuru işlemek nedeniyle hakkınızda yazılan para cezasından farksızdı. Nitekim mesele yargıya gitti. Sonunda hukuk ne derse o uygulanacak. Oysa ortada sanki "akaryakıt kaçakçılığı yapan birileri varmış da devlet onları yakalamış" gibi bir hava yaratıldı.
Bir kısım çevreler bu olayı "nitelikli dolandırıcılık" suçlamasıyla yargılanan ve son günlerde yetkililerine 2’şer yıl hapis cezası verilen YİMPAŞ olayı ile aynı kefeye koymaya kalktılar.
İdraki körelmiş insana ne diyebilirsiniz. O nedenle, "yazsana!" diyen okuyuculara aldırış etmedik. "Dürüstlük nasıl olsa galip gelir" dedik.
Derken son günlerde, inceliklerine pek de akıl erdiremediğimiz yeni bir mesele kamuoyuna sunuldu:
Özelleştirme İdaresi’nden, Doğan grubunun İş Bankası ile ortaklaşa aldığı Petrol Ofisi’yle, bu grubun 2000 yılında kurduğu İş-Doğan şirketinin birleşmesi yüzünden devlet vergi kaybına uğramış. Daha doğrusu İş-Doğan’ın zararı, Petrol Ofis’nin kárını götürmüş. Bu yüzden Petrol Ofisi’nden vergi alamayan Hazine şimdi alacağının peşine düşmüş ve Doğan grubundan son beş yılın vergileriyle vergi cezaları dahil iddialara göre en az 2 milyar YTL kadar bir para tahsil etmenin hazırlıklarını yapıyormuş.
Doğan Grubu’nun yetkililerini önceki gün dinledik. Özetle diyorlar ki: "İş-Doğan şirketi dövizle kredi almıştı. Alınan kredinin kur farkı ile faizini Maliye Bakanlığı muktezasına dayanarak gider yazdık. Bizden başka şirketler de benzeri muktezalarla aynı işlemleri yaptılar. Şimdi aynı Maliye’ye mensup öteki görevliler Bakanlığın dediğini yaptık diye Petrol Ofisi’ni cezalandırmak istiyorlar. Bunun haklı bir tarafı var mı?"
Bize de yok görünüyor. O nedenle, "yazsana!" diyen okuyucularımıza, "işte yazdık" diyoruz.
Son bir nokta...
Sanmayın ki mesele sadece bir "vergi incelemesi" olayıdır. O işin göstermelik kısmıdır. Bize kalırsa burada taammüden cinayet işlemeye azmetmiş birilerinin tertibi vardır. Onun da yazılacağı zaman bir gün gelir.
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2006
YENİ Cumhurbaşkanı kim olsun sorusuna Deniz Baykal’ın, "Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmaması gerektiği" noktasından hareket ederek yanıtlar aradığını görüyoruz. Baykal’ın Çankaya’ya çıkacak insanda aradığı niteliklerin pek çoğunun Tayyip Erdoğan’da bulunmadığını dile getiren tespitlerine şahsen katılıyoruz.
Hatta böyle bir gelişmeyi ülkemizin "çağdaş uygarlıkla bütünleşme" amaçlı iki yüz yıllık mücadelesinde maruz kalacağı en ağır darbe olarak algılayacağımızı da belirtelim.
Hukuka uygun olmak kaydıyla bunu önlemeyi amaçlayan her girişimin bu ülkeye yarar getireceğine inandığımızı da vurguladıktan sonra konuşalım:
Biz, o veya öteki böyle isteyebilir. Kabul edelim ki başkalarının da Tayyip Erdoğan isimli Türk vatandaşını Çankaya’da görmeyi isteme hakkı vardır ve o hak da en az bizimki kadar meşrudur.
Bu saptamaları yaptıktan sonra hayaller ve duygular üzerinde değil, ancak gerçekler zemininde konuşabiliriz.
Aksi halde Deniz Baykal’ın aynı konuda ama gerçekçi olmayan bir yaklaşımla yıllar önce verdiği mücadelenin sonucu şimdi de karşımıza çıkar.
Yıllar önce dediğimiz olay, merhum Turgut Özal’ın -aynen Tayyip Erdoğan gibi- aklına Çankaya’ya çıkmayı koyması üzerine yaşanmıştı. O zaman Baykal anamuhalefet partisi olan SHP’nin Genel Sekreteri idi.
Özal’ın Çankaya’ya çıkması ihtimali ortaya çıkınca Baykal, önce "Seçimi boykot için Meclis’e girmeme" tezini savunmuş ama bunun SHP grubunda ağır eleştirilere uğraması üzerine, "Ne ben ne de Genel Başkan (Erdal İnönü) ağzımıza boykot sözünü almadık" demişti. Daha sonra "Erken seçim yapılmazsa Cumhurbaşkanlığı seçimine katılmama" görüşünü değişik kelimelerle savunup durmuştu. (11 Haziran 1989, Milliyet).
Baykal bunun ardından, "Özal’ın Cumhurbaşkanlığı macerasına destek olmayı içine sindirebilecek milletvekillerini uyarmayı görev saydığını" söylemişti. (5 Temmuz 1989, Cumhuriyet).
Özal’ın adaylığı kesin olarak ortaya çıkınca Baykal görüşlerini;
"Özal kendini aday olarak ortaya koydu artık. Bunu kesin olarak kabul etmeyiz, uygun görmemiz mümkün değil... İki nedeni var:
Bir, Özal 26 Mart (yerel yönetim) seçimlerini kaybeden insandır. Halkın reddettiği siyaset adamıdır. (...)
İki: Sayın Özal siyasi kimliğiyle, siyaset üslubuyla, siyaset anlayışıyla, çevresiyle, uygulamasıyla Türkiye’nin önümüzdeki dönemde Cumhurbaşkanlığı makamında ihtiyaç duyacağı (...) birisi durumunda değil. (...) Ben olurum diyorsa (...) yapılacak seçimde yer almamayı düşünüyoruz" diyerek anlatmıştı. (5 Temmuz 1989, Milliyet).
Daha sonra "Özal seçilse bile Çankaya’da duramaz" diyen de Baykal’dı. (10 Eylül 1989, Milliyet).
Dahası... Baykal’ın görüşünü benimseyen SHP Merkez Yürütme Kurulu, 25 Eylül 1989 tarihli kararında "Özal veya dikte ettirdiği bir kişi Cumhurbaşkanı olmakta direnirse SHP, çıktığı yerden onursuz bir şekilde indirmekte kararlıdır" demişti.
Bunları yazıyoruz... Tayyip Erdoğan, Çankaya’ya çıksın diye değil... Baykal bu metodu değiştirip daha gerçekçi yollar bulsun diye.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2006
TATİL yaptık geri döndük. Baktık ki kamuoyumuzun önünde hálá Cumhurbaşkanlığı seçimi konusu var.<br><br>Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü Türk ulusu için Cumhurbaşkanlığı makamı hep çok önemli olmuştur. Anayasamıza göre yeni cumhurbaşkanının seçim süreci 13 Nisan’da başlayacak. Bir ay içinde seçim bitecek.
Demek ki o tarihe hatta seçimin yapıldığı tarihe kadar bu tartışma sürecek. O nedenle biz de bu konu üzerinde çok duracağız.
Aslında ona biraz da mecburuz. Çünkü konunun çok boyutu var.
Biz bugün "adaylar" konusundan başlayalım diyoruz:
Ortada adı geçen bir tek Tayyip Erdoğan var. Kaldı ki Meclis’teki sandalye sayısı, kolayca cumhurbaşkanı seçilebileceğini düşündürecek kadar çok. Nitekim en az 367 oya ihtiyacı var. Oysa partisinin sandalyesi 354.
Tayyip Erdoğan’ın haline tavrına, kişiliğine, izlediği politikalara ve ağzından çıkan laflara bakınca aday olmayı aklına koyduğu kesin denebilir. Eğer aksine bir gelişme olursa biz çok şaşarız. Ama "O ihtimal sıfırdır" diyecek değiliz.
Tayyip Erdoğan’ın modern Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı için uygun bir isim olduğunu savunmak zor. O nedenle kamuoyunun tepkisi, Erdoğan’ı kendisinden başka birinin cumhurbaşkanlığına ikna edebilir. Kaldı ki kendisi seçilse bile biz inanıyoruz ki kamuoyu tepkisi, Tayyip Erdoğan’ı her fırsatta rahatsız edecek bir potansiyele sahiptir. Bir başka deyişle Turgut Özal’ın "Alışırlar... Alışırlar..." sözü burada geçerli olmayabilir.
Dahası... Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı erime sürecine girecektir. Nitekim Özal’ın ve Demirel’in Cumhurbaşkanlığı her ikisinin de başında bulunduğu partiyi seçim barajını aşamaz hale getirmiştir.
Ama Erdoğan’ın bu örneklere bakıp "partim için cumhurbaşkanlığından vazgeçerim" diyeceğini sanmak için hayli saf olmak gerekir.
Gerçi AKP içinde TBMM Başkanı Bülent Arınç, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, İstanbul Milletvekili Nevzat Yalçıntaş ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül gibi isimler belirli bir aşamada gündeme gelebilir ama biz, yasaklı olduğu sırada bile AKP Genel Başkanlığını kimseye emanet etmeyen Erdoğan’ın burada bir özveride bulunmasını beklemiyoruz.
Adaylar konusundan söz etmişken, Anayasamıza göre TBMM dışından da cumhurbaşkanı seçme olanağı bulunduğunu anımsatalım. Böyle bakınca Çankaya’ya yakışacak birçok isim bulmak ve önermek mümkündür. Böyle bir ismi bir dostumuz bize söylemişti ve biz de yeri gelince kamuoyuna duyurmayı vaat etmiştik. O isim, Strasbourg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde son altı yıldır Yargıç olarak görev yapan -yanılmıyorsak süresi dolan veya dolmak üzere olan- eski Büyükelçi Rıza Türmen’dir.
Ama böyle Meclis dışından bir ismin aday olabilmesi için o kişinin "Meclis üye tam sayısının en az beşte biri" (en az 110 milletvekili) tarafından yazılı olarak önerilmesi" zorunluluğu var.
Böyle bir isim biliyorsanız siz de ortaya atın. Ama bu Meclis’in onu seçeceğini beklemeyin.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2006
SORUN yaratma konusunda eşsiz bir beceri sahibi olan aziz milletimiz bir süredir boş kalmış olmalı ki, son günlerde tekrar "erken seçim" konusunu tartışmaya başladı. Anımsayacağınız gibi bundan yaklaşık bir, birbuçuk ay önce de "soldaki partiler arasında işbirliği" konuları konuşuluyordu.
Konuşuldu da bir yere mi vardı?
Yook! Sadece fikir egzersizleri yapıldı ve orada kaldı.
Zaten orada kalmaya da mahkûmdu. Çünkü taraflardan özveri isteniyordu. Bu da hem olayın hem de liderlerin tabiatına aykırı idi.
Şimdi de aynı şekilde "erken seçim" deyip duruyoruz.
Sanki Türkiye’de, parlamenter geleneklere saygı yerleşmişmiş de... Erken seçim yaparak atmosferi tazeleme ádeti varmış da... Onun gereği yerine getirilmeyince -deyim yerindeyse- sistemin keyfi kaçarmış gibi...
Yok öyle bir şey... Daha milletvekillerine, birbirine hitap ederken saygılı ve zarif olmalarını öğretemediğiniz bir ortamda hangi geleneği yerleştirip koruyabilirsiniz?
Başka nedenleri koyun bir kenara... Sadece yukarıda dediğimiz nedenle bile "erken seçim" hayaldir.
Hadi ondan da vazgeçin... Bugünkü Türkiye’de, bugünkü iktidarla erken seçim olmaz. Çünkü erken seçim yapılması, Tayyip Erdoğan isimli Türk vatandaşının Cumhurbaşkanı olup Çankaya’ya çıkma projesiyle çelişiyor.
Bu sözlerimize bakıp sadece Tayyip Erdoğan’ın öyle olduğunu düşündüğümüzü sanmayın. Hangi lideri alırsanız alın... Aynı koşulları onun için geçerli sayın... Karşılaşacağınız durum zerre kadar farklı olmazdı.
Pardon... O durumdaki bir başka lider, Cumhurbaşkanı’nı da hedef alacak şekilde "Hayatında iki koyun bile gütmemiş (olanlar) erken seçim istiyor" demeyecek kadar dikkatli ve zarif davranabilirdi.
Ama erken seçim tümden imkánsız mı diye sorarsanız, "Hayır, elbet mümkün" deriz. Deriz ama şimdi "erken seçim" talep eden muhalefet partilerinin de kendilerine düşen özveride bulunmaları şartıyla mümkün.
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli, "Ülkeyi erken seçime götürme sorumluluğunun anamuhalefet partisinde (CHP’de)olduğunu" savunuyor. Özetle, "İktidar eğer erken seçime evet demezse, anamuhalefet milletvekilleri istifa edip halkın bağrına dönsün. AKP’nin tek başına Cumhurbaşkanı seçmesini genel kamu vicdanı kabul etmeyeceği için Cumhurbaşkanı’nı seçemezler. Mecburen erken seçime giderler" diyor.
Káğıt üstünde doğru da...
Hadi milletvekilinin istifasının geçerli olması için TBMM Genel Kurulu’nun o istifayı kabul etmesi şartını görmezden gelelim.
İstifa edecek milletvekili, tekrar geri geleceğinin garanti edilmesini ister. Yoksa istifa etmez. Onu nasıl yapacaksınız?
Keza... Diyelim CHP’liler istifa ettiler... ANAP’lıları, DYP’lileri de istifa ettirebilecek misiniz?
Kimse kendini aldatmasın. Siyaset dünyasında en az bulunan şey özveridir.
Not: On gün kadar izin kullanacağım için yazılarıma ara vereceğimi okuyucularımın bilgisine sunmak isterim. O.E.
Yazının Devamını Oku