Oktay Ekşi

Ne farkı var ki?

13 Ocak 2007
BAY George W.Bush tarihte belki de eşi görülmedik denecek kadar büyük bir yalan ve iftira kampanyasına dayanarak başlattığı Irak savaşında iyice batağa saplanınca faturayı Türkiye dahil bölgedeki devletlere ödetmeye niyetlendi: Onun adına Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın, Temsilciler Meclisi Uluslararası İlişkiler Komitesi’nde, "ABD’nin başarısızlığı halinde, Iraklı Kürtlerin dağılmakta olan bu ülkede kalmak istemeyeceğini ve bunun Türkiye ile Kürtler arasında probleme yol açacağını söylediği" bildiriliyor.

Bayan Rice, ABD başarısızlığa uğrayınca "İran’ın bütün bölgede uzun vadeli artan bir nüfuza ulaşacağını ve Irak’ın güneyinde istediğini yapacağını" kaydederek, "Böyle bir durumda bütün Ortadoğu’da Sünni-Şii ayrışmasının patlak vereceğini ve bölgesel bir mezhepler arası çatışma çıkabileceğini" belirtmiş.

Sonrası?

Sonrası malum... Birkaç yıl önce "Büyük Ortadoğu Projesi" diye hayalci bir proje ilan eden... Şimdi ise Bağdat’ın bir tek mahallesinde bile asayiş ve huzur tesis edemeyen Başkan Bush belki bir seneye, belki bir buçuk seneye kadar Irak’tan tasını tarağını toplayıp çıkacak...

Ve orada, Bay Bush’un dáhiyane öngörüsü sayesinde üç parçaya bölünmüş, iç savaşla kan gölüne dönmüş, petrol gelirinin aslan payı Batılı şirketlerin eline geçmiş...

Büyük bölümü, ABD’nin çeyrek asırdan fazla bir zamandan beri "Terörist Devlet" dediği, "Her kötülüğün kaynağı" saydığı İran’ın nüfuzu altına girmiş bir Irak kalacak.

Bayan Rice bu tablo içinde Barzani ve Talabani’ye bağlı Kürtlerin "Irak’ın parçası olarak kalma yönündeki cesur kararlarını" övmüş ve sonra;

"Irak dağılırken, onlar (Kürtler) farklı bir karar vermek zorunda kalacak ve Türkiye ile problem olacak. Oluşturmak istediğiniz Irak bu mu?" demiş.

Barzani ile Talabani’nin bugüne kadar "Irak’ın bir parçası olarak kalma"ları sanki cesaret isteyen bir durummuş.

Ne alakası var... Talimatı veren sizsiniz, uygulayan onlar...

Kaldı ki daha 1990-91 savaşından sonra Kuzey Irak’ta bir "Kürt devleti" kurmak için çabalayan ABD değil mi? Bu amaçla ve Saddam’ın şerrinden koruma gerekçesiyle -Turgut Özal’ın önerisi üzerine- "Kalkık Çekiç veya Kalkık Horoz" (Poised Hammer) projesi uygulanmadı mı? O sırada hem Barzani ve Talabani’ye yardım edilmedi mi? Devlet kurma aşamasında Amerikalıların işine yarasın diye 7 bin 500 Irak Kürt’ü Amerika’ya götürülüp eğitilmedi mi? Saddam’ın depolarından alınan silahlar Barzani, Talabani ve PKK’ya verilmedi mi?

Şimdi Bayan Rice, Irak’ta başarısızlığa uğrarlarsa Kürtler bağımsız bir devlet kurar diye biraz da bize aba altından sopa gösteriyor.

Sanki Bay Bush başarırsa yani "zafer kazandık" diyecek noktaya gelirse farklı bir sonuç söz konusuymuş gibi.

Bizim meselemiz artık Irak’ta ABD’nin kazanması veya kaybetmesi değil, iki halde de fark etmeyen sonuçları karşısında ne yapacağımıza ilişkin ulusal bir politika üretmemizdir.
Yazının Devamını Oku

Amaçla çelişmek...

12 Ocak 2007
AİLE içi şiddete karşı çıkma, Türkiye’nin -biraz da bu gazetenin açtığı kampanya sayesinde- fazla gecikmeden sahip çıktığı bir kavram oldu.<br><br>Daha önemlisi, bu kampanyaya halkımız sahip çıktı. Çünkü aile içi şiddetten canı yanan belli ki çok kadın ve çok çocuk var. Ne var ki bu gerçek çoğu kez mümkün olduğunca saklı tutuldu. Sebep basit:

İnsanlar aile içinde karşılaştığı şiddeti, onurunu korumak adına sineye çeker. Sebep o değilse geçim kaygısı, aileyi yaşatma kaygısı, çevre baskısı, çocukları babasız büyütmeme amacı... Kısaca, sayısız etken masum insanların hem ezilmesinin ve hem de bunun sürüp gelmesinin sebebidir.

İşte bu acıyı dindirmek için yasa çıkaran ülkeler kervanına -iyi ki- Türkiye de katıldı.

Lakin konunun, önceki gün TBMM Adalet Komisyonu’nda yapılan görüşmeleri sırasında bu olumlu çabanın keyfini kaçıran bir olay yaşandığı dünkü gazeteler tarafından kamuoyuna duyuruldu:

Artvin CHP Milletvekili Yüksel Çorbacıoğlu, "Aile kavramını geniş yorumladıklarını" söyleyen Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’ya, "evlilik dışı birliktelik yaşayan ve şiddete uğrayan kadınların düzenleme kapsamında nasıl değerlendirileceklerini" sorunca, bakan;

"Aile kavramı Anayasa’da belli" türünden bir kaçamak yanıt verdikten sonra, Çorbacıoğlu’nun, "evlilik dışı birliktelik yaşayan ve şiddete uğrayan kadınların da yasadan yararlanması" için verdiği önergeye karşı çıkmış.

Bakan karşı çıkınca da önerge reddedilmiş.

Şimdi düşünelim, Sayın Bakan bu önergeye neden karşı çıkmış olabilir?

Eğer "Anayasa’da belli" dediği "aile" kavramına dayandıysa... Anayasa’nın bu önergeye karşı çıkmayı gerektirecek hiçbir hükmü yok.

Anayasa’nın 20’nci maddesinde, "Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz" diyor.

Bir de 41’inci maddede, "Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.

Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması (...) için gerekli tedbirleri alır (...)"
diyen bir hüküm var.

Bunlara bakınca Sayın Çubukçu’nun dediği noktaya varılmıyor.

Kaldı ki "aile"den söz etmek için yasanın katı kuralları bağlamında "nikah bağı" aransa bile artık "birlikte yaşayan ama aralarında nikáh bağı olmayan çiftler" de aile sayılıyor. Hatta bazı ülkeler "aile" anlayışını "eşcinsel" çiftler arasında nikáh kıyacak kadar genişletti.

Türkiye saydığımız uç örnekleri benimsesin diyen yok. Ama bu toplumun anlayışı eğer "nikáhsız yaşayan çiftleri aile sayacak kadar" genişlemişse, bu gerçeği görmeyen politikacı "aile kurumunu korumak" adına, nikáhsız yaşayan kadınları şiddete maruz hatta şiddetin hedefi haline getiriyor demektir.

Eğer "nikáhsız" birliktelik o kadar kötüyse, öteki yasalar bu birliktelikten doğan çocukları niçin ailenin bireyi sayıp koruyor?

Sayın Çubukçu popülizm uğruna, mağdur olanı ezer konuma düşmesin?
Yazının Devamını Oku

Hukuk herkese lazım...

11 Ocak 2007
HUKUKUN üstünlüğünü savunmak ve Anayasa’da, "Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti" olduğunu savunmak yetseydi mesele yoktu.<br><br>Demekle kalmayacak, günlük yaşamın her aşamasında "hukuka saygı" göstereceksiniz. Yoksa son olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) "azınlık vakıfları" hakkında aldığı karar gibi... Mahkûm olup kuzu kuzu tazminat ödeyeceksiniz. Konu hayli çetrefil ve biraz da tozlu ve küf kokulu olduğu için bir özet yapmak zorunluluğu var: Türkiye’de bir kısmı Osmanlı döneminden kalma, bir kısmı son yıllarda kurulmuş birçok vakıf var. Bunlardan Türkiye’deki azınlıklara (Rum, Ermeni, Musevi cemaatine) ait olanların durumu öteden beri, sistem içinde biraz çarpık durur. Çünkü onların önce Lozan Andlaşması hükümlerine, sonra öteki vakıfları da ilgilendiren yasaya tabi olduğu anlayışı egemendir. O nedenle temel kural olarak Yunanistan’daki Türk (Müslüman) cemaatine ait vakıflara orada tanınan haklar ne ise burada da örneğin Rum cemaat vakıflarına tanınması gereken hak ondan ne fazla ne de az olmak durumundadır.

Biz nedense Yunanistan’daki Türk Cemaat vakıflarının hakları ile meşgul olmayız. Onlar eziliyor mu, bilmeyiz. Ama Türkiye’deki cemaat vakıfları haklarını korurlar. Son örnekte görüldüğü gibi, haklarını koparmayı da bilirler.

Bunu eleştiri saymayın. Tam tersine biraz da özellikle Batı Trakya’da yaşayan Türklere (Müslümanlara) örnek olsunlar diye takdirle yazıyoruz.

Nitekim "Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı" bundan 10 sene önce AİHM’ye başvurarak özetle, "Devlet (Türkiye Cumhuriyeti) bizim bazı taşınmaz mallarımıza el koydu. Çünkü yetkili mahkeme, devletin cemaat (azınlık) vakıflarından 1936 tarihinde istediği mal beyanı listesinde olmayan malın sonradan edinilmiş sayılacağı gerekçesiyle, "bir vakfın mal edinebilmesi için vakıf senedinde buna izin verilmiş olması gerektiğine" hükmetti. Neticede, o tarihten sonra vakfımıza bağışlanan mallara devlet el koydu. Şimdi devletin el koyduğu malımızı geri istiyoruz" dedi.

Neticede AİHM bu isteği haklı buldu ve "ya üç ay içinde bu malların tapusunun davacı vakfa geri verilmesine yahut toplam 910 bin Euro tazminat ödenmesine" karar verdi.

Konunun başka boyutu var... Bilindiği gibi geride kalan kasım ayında TBMM bu konularla ilgili bir yasa kabul etti. Ama Cumhurbaşkanı yasanın 9 maddesini "tekrar görüşülmek üzere" Meclis’e iade etti. Bunlardan bazılarının "Lozan Andlaşması’nın getirdiği hükümlere aykırı" olduğunu ileri sürdü.

Şimdi hükümet Lozan’ın koruyucu hükümlerine göre mi, yoksa AİHM’nin liberal yorumuna göre mi yeni bir yasal düzenleme getireceğine karar verecek.

Ama asıl önemlisi geride resmi makamlara göre 900, cemaat avukatlarına göre 2750 adet böyle taşınmaz mal var. Onlar da AİHM’ye giderse, çoğu için buna benzer bir karar çıkacağını tahmin etmek hiç de yanlış olmaz.

O zaman külahı önümüze koyup düşünmek zorundayız:

"Biz gerçekten hukuk devleti miyiz, değil miyiz?"

Bu soruya vereceğimiz yanıt, sadece bunu değil, pek çok sorunu çözer.

Not: Geçen gün çıkan "Asker sözü" başlıklı yazımda "1980’de NATO Başkomutanı William Rogers’in verdiği asker sözü"ne değinirken "Türkiye’nin AB’ye girmesine Yunanistan’ın engel çıkarmaması"na atıfta bulunmuştum. Hem Sayın Kenan Evren hem de Sayın İlter Türkmen o konunun "Ege’deki uçuşların bildirildiği komuta merkeziyle ilgili olduğunu" anımsattılar. Doğrusu odur.
Yazının Devamını Oku

Talat kazandı mı, kaybetti mi?

10 Ocak 2007
KUZEY Kıbrıs’taki "Lokmacı Geçidi" olayına en doğru teşhisi, kendisi de bir Kıbrıslı olan ve Rauf Denktaş görevden ayrılalı beri Kıbrıs hakkında daha önyargısız değerlendirmeler yapan Metin Münir dünkü Milliyet’te koydu. Söylediklerinin özeti şu: "Mehmet Ali Talat Kıbrıs’ı askerin vesayetinden kurtarmak istiyor. Asker ’O kadar kolay değil’ diyor."

Aslında bizim Genelkurmay’ın 6 Ocak 2007 tarihinde yaptığı açıklamada ileri sürülen bir görüş var:

Lokmacı Geçidi (veya Kapısı) kontrolünün, "KKTC Anayasası’nın Geçici 10’uncu maddesi gereği Türk Silahlı Kuvvetleri’ne verildiği" bildiriliyor.

Dün de yazdığımız gibi söz konusu 10’uncu maddeden bu anlamı çıkarmak için onun metnini çok zorlayarak yorumlamak lazım. Çünkü maddede aynen şöyle deniyor:

"Kıbrıs Türk halkının savunması ve iç güvenliği ile milletlerarası durum gerektirdiği sürece bu Anayasa’nın 117’nci maddesinde yer alan kurallar (yani KKTC güçlerinin orayı kendi olanakları ve askeri gücüyle savunması gerektiğine ilişkin kurallar) yürürlüğe girmez. Anayasa yürürlüğe girdiği tarihte dış ve iç güvenliğin sağlanmasında kullanılan bütün kuvvetlerle, bunlara ilişkin uygulamada olan usul ve hükümlerin ve bu konularda kabul edilmiş ve edilecek işbirliği esaslarının uygulanmasına devam olunur."

Görüldüğü -ve olması gerektiği- gibi burada genel bir ifade var. Bu ifade "milletlerarası durum gerektirdiği sürece Kuzey Kıbrıs’ta Türk askerinin bulunmasını meşru saydığını" söylüyor ama Kıbrıs’ın Kuzey bölümünden Güney bölümüne -veya Türk kesiminden Rum kesimine- yeni bir kapı açılmasına yahut orada yapılmış bir geçidin kaldırılmasına Türk askeri karar verir anlamına gelecek bir ifade ve ibare içermiyor.

Nitekim söz konusu yerde nöbet tutan, görev yapan Türk askerine Tasos Papadopulos itiraz ediyor, Talat değil.

Talat itiraz ederse, ona "bir dakika!" demek elbet orada sorumluluk üstlenmiş olan Türk askerinin hakkıdır. Dahası "Senin o konuda karar verecek noktaya gelmen için daha 40 fırın ekmeğe ihtiyacın var" da denebilir.

Ama sırf üst geçidin kaldırılıp kaldırılmaması meselesini büyüterek konuyu inada bindirmek ve "KKTC Anayasası’nın verdiği yetki" ile açıklamaya kalkmak, kanımızca hem yanlış olmuş hem de KKTC’nin "bağımsız bir devlet" olduğu yolundaki iddialarımızı ciddi şekilde zaafa uğratmıştır. Bu olayda KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın yanlışı yok mu?

Bizce çok!

Öncelikle Ankara’da Genelkurmay Başkanı ve Dışişleri Bakanı ile yaptığı görüşmelerde "Lokmacı Geçidi konusunu ele almadık" diyerek düpedüz yalan söylemesi affedilir bir kusur değildir. Gazetecilere öyle yanıt vereceğine, "Bu konuda size açıklama yapmak için henüz vakit erken" dese, ne şiş yanardı ne de kebap!

Talat dün geçidi yıkarak, "Burada bizim sözümüz geçer" demiş oldu ama geride "yalan" söylemiş, Türk askerini kırmış, Türkiye ile KKTC ilişkilerini zedelemiş, KKTC’nin itibarını hırpalamış bir Talat kaldı.

Bu olaya bakarak, bir köprüden bir sorun yaratan Talat’ın kocaman Kıbrıs sorununu çözeceğini mi savunabilirsiniz, hiç yoktan sorun yaratacağını mı?
Yazının Devamını Oku

Lokmacı davası...

9 Ocak 2007
ALTI üstü bir "kapı" nihayet... "Kapı" dediğimiz iki ülke sınırındaki geçişlerin sağlandığı yer. Onun açılması ile açılmaması arasındaki fark nedir ki? <br><br>Açılması bir "ilişkilerimizi geliştirelim" mesajıdır. Açılmaması "bırak öyle kalsın" anlamına gelir. Ve bugün olmazsa yarın olur. Hiç olmazsa da dünya yıkılmaz.

Ama siz durup dururken "Burada bizim borumuz öter" hevesine kapılırsanız, üstelik atacağınız adımın altyapısını ihmal eder, "Ben yaptım oldu"ya getirmeye kalkarsanız başınıza KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın başına gelenler gelir.

Konu biliyorsunuz Lefkoşa’nın Türk kesimi ile Rum kesimini bağlayan Ledra Caddesi üzerindeki "Lokmacı" noktasında yeni bir kapı açılmasından ibaret...

Gazetelerimiz yerin planını veya havadan çekilmiş fotoğrafını henüz yayınlamadıkları için hepimiz "şurası mı, burası mı?" diyoruz. Bir de "bu hikáye nereden çıktı?" diye soruyoruz.

Biz bildiğimiz kadarıyla anlatalım:

Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın, adadaki Türk ve Rum tarafı arasında daha çok gidiş geliş olsun, ilişkiler gelişsin diye yaptığı tavsiye üzerine Lokmacı noktasında bir kapı açılmasında taraflar mutabık kalmıştı. Bunun sonucu olarak iki taraf da 1974 Barış Harekátı üzerine söz konusu yol üzerinde yaptıkları -o caddeyi kesen- duvarları yıkacaklardı. Ancak bir taraftan ötekine geçmek için Birleşmiş Milletler’in koruduğu Yeşil Hat denen sınırın geçilmesi yani bir sürü formalitenin yerine getirilmesi gerekiyordu. Onun yerine sadece iki tarafın denetimiyle işi çözmek için duvarların yıkılmasında ve Yeşil Hat’tın üzerinden aşan bir köprünün yapılmasında anlaşıldı.

Mehmet Ali Talat işte bu yüzden Türk kesimindeki duvarı yıktırdı. Ama Rumlar kendi duvarlarına dokunmadılar. Buna rağmen Talat söz konusu köprünün Türk kesimine ait ayağını yaptırıp kendine düşen kısmı bitirdi. Rumlar yine kımıldamadı. Köprü de yarım yapılmış halde ve kullanılmadan bir yıldır orada kaldı.

Ne var ki aynı noktada -Yeşil Hat boyunca başka yerlerde olduğu gibi- Türk askeri nöbet tutuyor. Rumlar, "Köprünün yıkılması bir şey ifade etmez, oradakiler dahil Lefkoşa’nın daha ileri noktalarındaki Türk askerleri geri çekilmezse; Türk ve KKTC bayrakları vs. kaldırılmazsa, bizim taraftaki duvarı yıkmayız" diyorlar.

İşte bizim Genelkurmay’ın ve hükümetin duyarlılığı da o noktada başlıyor. Çünkü Rum isteklerine "evet" demenin "Orada Türk askerinin bulunmasının yanlış olduğunu" kabul etmek anlamına geldiği biliniyor.

Arada gerçi okuyunca ne anlama geldiğini anlamanıza imkán olmayan bir de KKTC Anayasası’nın Geçici 10’uncu maddesi lafı var, ama o işin -kanımızca- göstermelik kısmı. Çünkü o madde -anlaşılabildiği kadarıyla- sadece "KKTC tehlikeye düşerse onun savunması KKTC kuvvetleriyle değil, öteki olanaklardan ve kullanılan kurallarla yapılır" anlamında laflar içeriyor.

Bildiğimizi biz bu kadar özetleyebildik. Konu gündemde kalırsa gerisini de yazarız.
Yazının Devamını Oku

Bir bu eksikti...

7 Ocak 2007
MİLLİ İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Emre Taner’in dünkü gazetelerde yayımlanan 80’inci yıl açıklaması bilmiyoruz kaç kişiye; "Allah Allah! Bu da nereden çıktı?" dedirtmiştir. Öyle ya, MİT Müşteşarı istediği zaman Cumhurbaşkanı dahil en üst makamlara ulaşabilen, görüşlerini aktarabilen bir görevlidir.

Kaldı ki Müsteşar’ın belli yıldönümlerinde mesaj yayınlaması gibi bir gelenek de yoktu.

Efendim, MİT’in kuruluş yıldönümü nedeniyle her beş yılda bir, böyle mesajlar yayınlanırmış. Son yirmi yıldır yayınlanmamışmış. Müsteşar Emre Taner işte o geleneğe uygun davranmış.

Eğer böyle bir gelenek var idiyse -biz anımsayamadık, MİT’in web sitesinde aradık, orada da bu yönde bir bilgi bulamadık- üzerinden 20 yıl geçtikten sonra zaten o gelenek ölmüş demektir.

Hadi diyelim Sayın Müsteşar kamuoyuna "Ben de varım!" demek istedi.

İyi... O da olsun ama Müsteşar Bey bir yıldönümü kutlaması mesajı vermiyor ki! Dün okumuş olmalısınız... Hani "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi" diye bilinen... MİT dahil çok önemli kurum ve kuruluşların görüşleri alınarak oluşturulan ve hatta gazetelerde "Gizli Anayasamız" denen bir metin var ya... Sayın Müsteşar, "Onu çöpe atalım, bundan böyle benim yaptığım bu açıklama doğrultusunda hareket edelim" der gibi konuşmuş.

Tamam da... Zat-ı áliniz ne iş yaparsınız?

Diyor ki... "Bulunduğumuz dönemde birçok ulus devlet ve millet, hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybedecek. Devletlerin birçoğu, teknolojik devrimin ve küresel ekonominin rekabetine dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük çapta yitireceklerdir."

Mümkündür... Sadece o değil Müsteşar Bey’in "ulusal güvenlik ve ulus-devlet yapısına yönelen tehdit ve kaynakları iyi algılayabilmek, ulusun karşı karşıya olduğu fırsatları ve tehditleri öngörmek, doğru analiz edebilmek ve uygun vasıtalarla karşı koymak zorunluluğu/ihtiyacı her zamankinden daha fazla hissedilir hale gelmiştir" şeklindeki sözleri de -bize göre- "doğrudur". Lakin Sayın Müsteşar’ın işi bunları bizlere söylemek veya makale yazar gibi konuşmak mıdır, yoksa oturup kendine düşeni bizzat yapmak mıdır?

Müsteşar Bey orada da kalmıyor, Türkiye’nin "bekle-gör-tavır al" politikaları uygulama lüksüne sahip olmadığını belirttikten sonra "yalnız savunma pozisyonunda olmamak gerektiğini" -bir başka deyişle inisiyatif kullanan bir anlayışla yönetilmesini- savunuyor.

İyi de... Bunları dile getirme yeri Sayın Müsteşar’ın da katıldığı ve her iki ayda bir yapılan "Milli Güvenlik Kurulu" toplantısı değil midir?

Sayın Müsteşar’ın tavsiyelerinden hangileri benimsenir, hangileri gazete haberi olarak kalır bilmiyoruz ama daha önce Mesut Barzani ile yaptığı görüşmeyi de, onun ardından "Bu adamı karşımıza alacağımıza onunla işbirliği yapalım" gibi ilk bakışta makul görünen bir politika ortaya attığını da anımsıyoruz. Hatta bazı meslektaşlarımız, Sayın Müsteşar’dan kaynaklandığını sandığımız "yeni stratejimiz" türü yayınlar yaparak sütunlarında, dağdaki PKK’lıları sessiz sedasız şehre indirme hayalleri sattılar.

Müsteşar Bey, tam da bu tür konularda iyi istihbarat toplasın, o bilgileri doğru analiz etsin ve analizlerini ilgililere sunsun diye maaş alan bir görevlidir. O kadarını yapsın, eminiz gerisi halledilir.
Yazının Devamını Oku

Bu da asker sözü...

6 Ocak 2007
PKK ile yapılması düşünülen mücadelede izlenecek yolları belirleyip bunu bir işbirliği anlayışı içinde yürütmek amacıyla oluşturulan "Özel Temsilcilik" menakizması vardı ya... Lafı uzattığımızı düşünmeyin... Var gibi görünen, işe yaramayan ama sadece laf üreten bir mekanizmayı nasıl anlatabilirsiniz?

Nitekim üç yıldır PKK’ya karşı ABD ile işbirliğinden söz ediyoruz. Ama dönüp bakınca bir arpa boyu yol alamadığımız ortaya çıkıyor...

Yukarıda sözünü ettiğimiz "Özel Temsilci"ler yani ABD’li emekli Orgeneral Joseph Raltson’la bizim emekli Orgeneral Edip Başer, bu ayın sonunda tekrar bir araya gelecekler ve "atılacak adımları" belirleyeceklermiş.

Peki bu "Özel Temsilcilik" kurulalı beri geçen yaklaşık 6 ay içinde bu iki general "atılacak adımları" değil de "atılmayacak adımları" mı konuştular ki şimdi sıra "atılacak adımlara" geldi?

Zaten Başkan Bush söz konusu emekli generali, "PKK ile mücadele" işini koordine etmek için değil "Türkiye’yi oyalama işini koordine etmek" için görevlendirilmişti. Nitekim bu koordinasyon denen hokkabazlık bir sonuç vermesin diye, tuttular onlara bir de Irak hükümetinin tayin ettiği temsilcinin katılması gerektiğini söylediler.

PKK ile mücadele konusunda hazırlanacak gizli planları, siz kendi topraklarında PKK’nın yuvalanmasından "rahatsızlık duyduğunu dahi" bugüne kadar ifade etmemiş bir hükümetle paylaşacaksınız...

Sonra da o mücadeleden sonuç alacaksınız!

PKK’dan rahatsızlık duymak bir yana, PKK’ya karşı Türkiye’nin yapacağı bir operasyona tüm gücüyle karşı koyacağını açıkça ilan eden Irak’tan ve onun kuzeyinde hüküm süren Barzani-Talabani ikilisinden söz ediyoruz.

Geçenlerde Edip Başer Paşa’nın "(ABD tarafından) verilen güvenceleri yeterli buluyor musunuz?" diye soran gazeteciye;

"Benim için yeterli, çünkü kendisi (E.Orgeneral Joseph Ralston) daha önceden de tanıdığım bir askerdir. Söz verdi. Verdiği sözlerin arkasında duracak bir askerdir" dediği yazıldı. (24 Ekim 2006 Sabah)

Edip Paşa’nın sözleri bize ister istemez, NATO’nun Avrupa Kuvvetleri Başkomutanı, Amerikalı Orgeneral Bernard W.Rogers’in, 12 Eylül 1980’den kısa bir süre sonra, o tarihte Devlet Başkanı olan Orgeneral Kenan Evren’e verdiği "asker sözü"nü anımsattı.

Hikáyeyi o tarihte Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri (şimdi Müsteşar deniyor) olan merhum Büyükelçi Kamuran Gürün anılarında şöyle anlatıyor:

"NATO Başkomutanı General Rogers gene Türkiye’ye geldi. Getirdiği formül üzerinde mutabık kalınarak, 20 Ekim’de Yunanistan’ın NATO askeri kanadına reentegrasyonu sonuçlandı. Bu konu tamamen askerler tarafından yürütüldü. Son formül metninin yazılmasını bile bize bırakmadılar."

Sonradan anlaşıldı ki Rogers, Evren’e "Yunanistan’ın -Türkiye’nın Kıbrıs harekátına kızıp 1974’te ayrıldığı- NATO’ya tekrar dönmesine hayır demezseniz size asker sözü veriyorum... Yunanistan da sizin Avrupa Topluluğu’na (Avrupa Birliği’ne) girmenize karşı çıkmayacak" demiş.

Oysa o yıllarda Yunanistan’ın, Türkiye’ye engel olmak için yapmadığı kötülük kalmadı... Rogers de verdiği sözü bir daha hatırlamadı.
Yazının Devamını Oku

Ağlama, yap!

5 Ocak 2007
NE dersiniz? Artık "komedi" olmaktan da çıkıp müptezel bir aldatmaca haline dönüşen şu "PKK’ya karşı sürdürdüğümüz (o da tartışmalı ya!) mücadeleye ABD yardımcı olacağı" sevdasından -veya palavrasından- hep birliğiyle vazgeçsek daha doğru olmaz mı? Hiç değilse kendimizi aptal yerine konmaktan kurtarır, kendi gücümüzle bu kavgayı nereye vardıracaksak oraya ulaşır, sonunda da "Ne yapalım? Elimizden bu geldi" der, sonucuna katlanırız.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın önceki gün Lübnan’a giderken uçağındaki gazetecilere söyledikleri içler acısı...

Sayın Başbakan belki 20’nci, belki de 30’ncu defa ABD’den şikáyet etmiş. "Irak’ın PKK ile mücadeledeki özel temsilcisi konusunda somut adım yok. ABD’den de ciddi adım bekledik ama böyle bir adım yok. PKK’nın para kaynaklarını tutacaklarını söylüyorlar bize... Irak’ta adımlar atılmalı diyorlar ama hiçbir şey yok.

Irak oyalama taktiği yapıyor. (...) Bize bu örgütlerin
(PKK’nın Irak’taki bürolarının) kapatıldığını söyledikleri halde kapatılmadıklarını gördük. Türkiye’de ellerinde Amerikan silahları olan teröristler yakalanıyor. Ama somut netice yok. (ABD ile) Stratejik ortaksak, bizi rahatsız eden terör örgütlerine karşı muşterek mücadele etmeliyiz" demiş.

Arkadaşımız Uğur Ergan’ın bildirdiğine göre, PKK’nın iki önemli ismi Murat Karayılan ve Cemil Bayık, sağlık kontrolü için, bir süre önce Mesut Barzani’nin kontrolünde olan Kuzey Irak’taki Erbil’de bir hastaneye gitmişler. Buna ilişkin tam bilgi Türkiye tarafından ABD makamlarına iletilmiş. "Ya onları siz yakalayıp bize verin, yahut bizim yakalamamıza müdahale etmeyin" denmiş. Ama ABD bu başvuruya yanıt dahi vermemiş. Erdoğan son olarak bu yüzden ABD’ye çatmış.

Çatmış ama beyhude...

Hani PKK’nın başındakilerden 150’sini ABD yakalayıp yargılanmak üzere bize verecekti?

Hadi diyelim o haberleri bizim gazeteciler uydurmuştu... Peki Colin Powell’ın "PKK konusunda ellerinden geleni yapacakları" yolundaki sözleri, Başkan Bush’un bu konuda vaatte bulunduğuna ilişkin haberler? Onlar ne oldu?

Şimdiki Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, o tarihte Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı sıfatıyla, "PKK ile silahsız mücadele ediyoruz" demiyor muydu? (21 Ağustos 2004 Vatan)

Bu sözlerin üzerinden iki yılı aşkın zaman geçtikten sonra ABD, Frank Urbancic adında bir yetkiliyi PKK’nın "parasal kaynaklarını kesmek" için Avrupa ülkelerine gönderdi. Başbakan’ın dediği gibi ondan da sonuç çıkmadı.

Yerimiz kalmadığı için ayrıntıya girmiyoruz. ABD’liler önce "Türkiye’nin bu işi ciddi tuttuğunu görüyoruz" dediler, sonra üstüne yattılar. Ardından Türk hükümeti "sabrımız bitiyor" açıklaması yapınca "PKK’ya karşı mücadele koordinatörlüğü" icat ettiler. Temmuz başında bir emekli generali o göreve getirip havanda su dövmeye başladılar. Aradan 6 ay geçti, sonuç yine sıfır!

Artık ABD’ye söylenecek laf kalmadı. Şimdi bizim hükümete dönüp, "Ağlayıp sızlama... Ne yapacaksan yap!" deme zamanı...
Yazının Devamını Oku