23 Ocak 2007
MESLEKTAŞIMIZ Hrant Dink’in alçakça işlenmiş bir cinayete kurban gitmesi, bu tür olaylar ardından sık sık tazelenen "korunuyor muydu, korunmuyor muydu?" tartışmasını gündeme getirdi.<br><br>Anımsayacaksınız, Çetin Emeç’i kaybedince bunu konuştuk. Turan Dursun’u, Bahriye Üçok’u, Uğur Mumcu’yu Ahmet Taner Kışlalı’yı kaybedince de tartışmaların özünde "korunuyor muydu, korunmuyor muydu?" sorusu yer aldı.
Bu satırların yazarı, uzun yıllardır "korunan" gazetecilerden biridir. Her şeyi bilen, her konuda son hükmü veren bazı meslektaşlarımız "korunma"yı bizim istediğimizi düşünüyor olmalılar ki, bize kızınca "devlet tarafından korunuyor" diyerek eleştirirler.
Yeri gelmişken söyleyelim... "Korunmayı" biz talep etmedik.
"Koruma" uygulaması, 1990 yılında, Muammer Aksoy’un alçakça katledilmesinden hemen sonra Anadolu Ajansı’na gelen bir bilginin o tarihte de İçişleri Bakanı olan Abdülkadir Aksu tarafından "Bunun şakası olmaz. Sizi derhal koruma altına aldıracağız" demesiyle başladı. Nitekim sonra birkaç suikast teşebbüsüne hedef olduk. Şanslı imişiz ki hepsinden de kurtulduk.
Zaten her altı ayda bir valilikte yapılan değerlendirmede "koruma devam etmelidir" kararı verilenler korunur, ötekilerden koruma kaldırılır.
Bugün bu satırları biraz da, "koruma" önlemini ciddiye aldığımız için yazabildiğimizi düşünüyoruz.
Nitekim merhum dostlarımız Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı, maalesef "koruma" istemediler. Her üçü de "karar veren gelir öldürür, koruma da işe yaramaz" diyorlardı.
Bu görüş yanlış değildir ama önlem alma yine de gerekli ve önemlidir.
Hrant Dink’in de "koruma" istemediği, hatta -bir zamanlar Aziz Nesin’in de söylediği gibi- "Korumadan bizi kim koruyacak?" dediği bildiriliyor.
Aslında ne Hrant Dink’in, ne de Uğur Mumcu’nun "koruma" talep etmesine gerek vardı. Devletin onları, istemeseler de -Aziz Nesin’e yapıldığı gibi-koruması gerekirdi. Çünkü her iki ismin de "açıkça tehdit ve tehlikeye muhatap" oldukları belliydi.
Ama bizim kamu görevlilerinden o inisiyatifi bekleyemezsiniz; çünkü pek çoğu görev yapmak için değil maaş almak için oradadır. O nedenle Hrant Dink, keşke devletin harekete geçmesini bekleyeceğine kendisi "koruma" isteseydi.
Bu konuda yetkili her kim ise, özellikle bir kısım eski bakanların, eski başbakan çocuklarının sırf çalım olsun diye aldıkları -ve "sekreter" gibi kullandıkları- "koruma"ları kaldırıp, gerçekten "korunması" icap edenleri koruması gerekir.
Hrant Dink’in "korunmamış olması" bizim yetkililerin kusurudur ama kusur ondan ibaret değildir:
Artık biliyoruz ki Trabzon en azından son iki senedir hassas bir bölgedir.
Genel kamuoyunun yeni öğrendiği bu gerçeği, o ilin valisi bilmiyor muydu? Oradaki Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) temsilcisi bilmiyor muydu?
Biliyor idiyseler valilik ne önlem aldı, MİT kimi uyardı, ne yaptı?
Saydamlıktan yana olan MİT Müsteşarı acaba bu konuda ne diyor?
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2007
NE kadar uğraşsak da Hrant Dink’in alçakça katledilmesinin hemen ardından, yaşadıklarımıza ışık tutacak kadar güvenilir bir değerlendirme yapamayız. Bu aşamada duygular dile getirilir, tepkiler boşalır, tahminler yapılır, komplo teorisi ustaları derhal marifetlerini göstermeye başlarlar. Ama somut bilgiler gelince bunların çoğu sönüverir.
Bu yazıyı kaleme aldığımız dakikalarda elde, failin olay bölgesindeki güvenlik kameralarından alınma görüntülerinden başka somut bilgi yoktu. Umarız sizin bu yazıyı okuduğunuz zamana kadar fail yakalanmış olur.
Doğrusunu isterseniz, fail yakalanmış olsa bile cinayet çözülmüş sayılmaz.
Çünkü yirmi yaşlarında biri (sayınız ki bir serseri, bir esrarkeş, bir ırkçı, bir sabıkalı) hangi gerekçeyle bu işi yaptığını söylerse söylesin inandırıcı olamaz. Mutlaka geride birileri, bir güç odağı vardır. Bu Türkiye’nin kötülüğünü isteyen bir devlet olabilir, bir gizli servis olabilir, daha önceki yıllarda işlediği cinayetlerle adını duyurmuş bir fanatik intikam örgütü olabilir.
Muammer Aksoy’u öldüren bulundu mu? Uğur Mumcu’yu arabasıyla birlikte havaya uçuran alçak bulundu mu? Bahriye Üçok’a bombalı paket gönderen bulundu mu? Turan Dursun’u öldüren bulundu mu?
Çetin Emeç’i ve Ahmet Taner Kışlalı’yı öldürdüğü iddiasıyla yargılanıp mahkûm olanların anlattıkları bu olayların yüzde kaçını aydınlatabildi.
Bırakınız onu... Turgut Özal’ı öldürmeye kalkan ve yakalanıp mahkûm edilen Kartal Demirağ’a tetiği kimlerin çektirdiğini öğrenebildik mi?
Sadece bizde değil yabancı ülkelerdeki bu tür olaylar da ancak 20-30 sene geçtikten sonra aydınlanır. Hatta John F.Kennedy ile kardeşi Robert Kennedy suikastlarında olduğu gibi failler yakalandığı halde iç yüzü hiçbir zaman öğrenilemeyen olaylar da az değildir.
Yeri gelmişken bizzat dinlediğimiz bir olayı anlatalım:
O tarihte -1956/57 olacak- Falih Rıfkı Atay’ın sahibi olduğu Dünya Gazetesi’nin Ankara Büro Şefi (Temsilci) idim. Bir gün İstanbul’dan;
"Falih Bey’in bir arkadaşı oraya (Ankara’ya) gelecek. Anılarını yazmak için eski gazetelere ve belgelere bakmak istiyor. Meclis Kütüphanesi’yle Milli Kütüphane’ye girebilmesini sağlar mısın?" dediler.
Gelen çok tatlı, tahminen 75’inde ama ruhu genç ve iddiacı bir zat idi. Adı Hasan Amca imiş. Meğer 1912’de ilk askeri darbe yoluyla hükümeti devirmeye kalkışan Halaskar Zabitan grubundanmış. Gençlik yıllarında Çerkes Hasan diye bilinirmiş. Çok maceralı bir hayat yaşamış. Suikast teşebbüslerine karışmış. Yunanistan’da isyan çıkartmaya kalkışmış. Kimi zaman kaçmış, kimi zaman yakalanmış, hapis yatmış.
Birkaç ay Ankara’da çalıştı. İncelemelerini yaparken bir gün geldi.
"Evlat biliyor musun ne oldu? Mahmut Şevket Paşa hükümetini devirmek için mücadele ederken meğer o zamanki İngiliz Büyükelçisi’nin hesabına çalışıyormuşuz. Bugün öğrendim" dedi.
"Peki Hasan Amca, bu bilgiyi anılarınızda kullanacak mısınız?"
"Nasıl kullanabilirim evlat... Onu yazarsam hem bütün kavgalarım anlamsız olur, hem de hayatım boşa geçmiş sayılır. Yazmayacağım" dedi.
Hasan Amca anılarını içeren üç-dört kitap yazdı ama bu bilgiyi oraya koymadı.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2007
TÜRKİYE’de inandığını söyleyerek ve yazarak gazetecilik yapmanın bedelini canıyla ödeyenler kervanına son olarak Agos Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni ve yazarı Hrant Dink de katıldı.<br><br>Bir önceki şehidimiz 21 Ekim 1999 tarihinde öldürülen, Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Ahmet Taner Kışlalı idi. "Serbesti" isimli gazetenin Başyazarı Hasan Fehmi Bey’in 6 Nisan 1909 tarihinde öldürülmesinden beri geçen 98 sene içinde 61 gazeteciyi suikast sonucu kaybettiğimize göre her 1.5 yılda bir şehit vermişiz. Bu tablo gösteriyor ki, sadece yöneticilerimiz değil, toplumumuz da "ifade özgürlüğüne" karşı hoşgörülü olmayı bilmiyor.
Önceki cinayetlerin failleri gibi Hrant Dink’i öldürenler de, tetiği hangi inanç ve hangi gerekçeyle çekmiş olurlarsa olsunlar, asıl bu millete kötülük yapmış oldular. Çünkü öncelikle bu ulusun adına leke sürdüler.
Hrant Dink’in katli tam da Ermeni soykırımı iftirasının tazelenip tekrar gündeme sunulduğu bugünlere rastladı.
Bilindiği gibi yeni yasama yılına 4 Ocak günü başlayan ABD Kongresi’nin özellikle Demokrat üyeleri, "Türkler 1915’te Ermenilere karşı soykırım uygulamıştır" anlamına gelen bir yasa önerisini Kongre’den geçirmeye kararlı görünüyorlar. Hatta Temsilciler Meclisi’ndeki Demokrat çoğunluğun lideri Nancy Pelosi’nin bu öneriyi imzalayacak ilk isim olacağı (belki de bu yazıyı okuduğunuz dakikalarda öneri verilmiş olur) bildiriliyor.
Hrant Dink’in alçakça katline herkes gibi ABD Kongre üyelerinin de tepki göstereceklerini ve onun da ivmesiyle söz konusu öneriyi kabul edeceklerini tahmin etmek artık beklenen bir şey oldu.
Onu, bugüne kadar Türkiye’yi üzmemeye dikkat etmiş öteki ülkelerin ve bu arada İngiltere’nin izlemesi artık kimse için sürpriz olmasın.
"Onlar istediği kadar kabul etsin, biz kabul etmedikçe hiçbir sonuç çıkmaz" diyemezsiniz. Çünkü bugüne kadar, "1915 olayları soykırımdır" diyen ülkelerin sayısı 17-18 idi. Büyük devletler de o kervana katılınca sayı hızla büyür. Hatta Birleşmiş Milletler’deki (BM) devletlerin çoğunluğunu oluşturacak noktaya ulaşabilir. İşte o zaman uluslararası camia, BM eliyle Türkiye’ye yaptırım kararı alabilir. Bu "ya soykırımı kabul edip şu bedeli ödeyeceksin, yahut bu yaptırımlara katlanacaksın" türü bir şey olur. Kısaca Yahudilere karşı soykırım uygulayan Almanlarla aynı kefeye konuluruz.
Bu dediklerimiz Dink olayının Türkiye ile ilgili boyutu. Ama bugünün meselesi,-görüşlerine katılmadığımız- bir gazetecinin, inandıklarını yazdığı için katledilmiş olmasıdır.
Dink, sözünü sakınmayan yani inandıklarını olduğu gibi yazan, yürekli ve -bildiğimiz kadarıyla- dürüst, özellikle uygar bir gazeteciydi. Tartışılan 1915 olaylarının "soykırım" olduğunu savunuyordu ama Fransız Milli Meclisi geride kalan yıl "Ermenilere karşı soykırım uygulanmamıştır diyenlerin 5.5 yıla kadar hapis ve 49 bin Euro para cezasına çarptırılacağını" hükme bağlayan öneriyi kabul ettiği zaman ilk karşı çıkan da o idi. Çünkü bu yasanın "ifade özgürlüğünü engellediğini" savunuyordu.
Hrant Dink’in katili (veya katilleri) yakalanıp cezalarını çekmedikçe, hepimiz bu şen’i cinayetin suçlusu gibi ezileceğimizi bilelim.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2007
BAŞBAKAN Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in başrolü oynadığı bir haber dünkü gazetelerin hemen hepsini süslemişti: Sayın Bakan, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ı arayarak yeğeni Sezai Şahin hakkında soruşturma başlatmış. Sebebi de özetle şu imiş:
Yeğen Beyefendi, ihaleye girecek bir firmanın sahibine, "Ben o ihaleyi senin almanı sağlarım" diyerek, hizmeti (!?) karşılığı 78 bin YTL almış. Ama ihale başkasına gitmiş. Bunun üzerine 78 bin lirayı kaptıran zat Devlet Bakanı Şahin’e durumu anlatmış. O da polisi hareket geçirmiş. Derken olay yargıya intikal etmiş. Lakin "karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar" diyen şarkı sözü gibi, orada ifadeler değişmiş:
Yeğen Bey, "Ben o parayı araba borcumu ödemek için aldım, sonra 28 bin lirasını ödedim. Kalan borcumu da öderim" demiş. Şikáyetçi de "Evet hadise aynen böyledir" diye ifade vermiş.
Ve Amerikan filmleri gibi, "mutlu son"a ulaşılmış. Masum (!?) görünen taraflar da güle oynaya mahkemeden ayrılmışlar. Onlar "muratlarına erince" bize de "kerevete (sedir) çıkmak"tan başka bir şey kalmamış.
Pardon... Bakan Şahin’in bu vesileyle "Türk siyasi hayatına bakarsanız, halkın belirli noktalara getirdiği kişilere, yakınları, onun ismini kullanmak suretiyle zarar vermeye yeltenmiştir. Bu benim bakanlığıma intikal etti. Tespit ettim. Kim olursa olsun... Babamın oğlu olsa bile hiç fark etmez. Yanlış yapanın üstüne giderim, nitekim gittim" dediğini de ekleyelim.
Biz Mehmet Ali Şahin’in samimiyetini sorgulayacak değiliz. Zaten bugüne kadar yukarıdaki iddiasına aykırı bir bilgi kulağımıza gelmedi.
Lakin Mehmet Ali Şahin’in veya onun gibi 5 yahut 10 yetkilinin "duyarlı" olması bu tür olayları engelleyebilseydi mesele yoktu. Zaten siyasi tarihimizin son yüz yılı bu nedenle, "Tüyü bitmemiş yetimin hakkını kimseye yedirmeyeceğiz!" türü söylemlerle iktidara geldikten sonra tam tersini yapanların örnekleriyle doludur. Senaryo da basittir:
İşe, bir önceki iktidar dönemi hırsızlarını adalete teslim ederek başlanır. O sayede "bunlar namuslu insanlar" dedirtilir. Ardından kendi hırsızlarını doyurmaya sıra gelir. Çalmalarını sağlayacak kapıları açarsın. Açıkça olmasa da yol bile gösterirsin. Gerektiğinde kuralları değiştirir, işlerini kolaylaştırırsın. Çok enayilik eden birkaç kişiyi de "kendilerinden olanın bile yakasına yapışıyorlar" dedirtmek için yakalar adalete verirsin.
Sonra senin muhaliflerin "yetim hakkı"nı savunur. Ve oyun tekrar başlar.
Yukarıdaki senaryo 1950’den bu yana kaç kere sahneye kondu, gördük ki oyun değil sadece aktörler değişti. Nitekim ne nüfuz suiistimali bitti, ne hırsızlık, ne de yolsuzluk önlendi.
Dürüst olalım:
Yolsuzluğu önlemeye niyetli bir iktidar göreve gelir gelmez "ihale" yasasını değiştirip saydamlığı -yani yapılan tüm işlemleri herkesin görmesini- önler mi? En azından yolsuzluk türü olaylar nedeniyle suçlanan milletvekillerinin yargılanmasını engeller mi? Mal bildiriminin "gizlilik" ilkesinden "açıklık" ilkesine dönüşmesinde dört yıl boyu ayak sürür mü?
Gördüğümüz şov olarak iyi ama maalesef tatmin edici değil.
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2007
TÜRKİYE’de barış arayan kardeşlerimiz, yayımladıkları "Sonuç Bildirisi" ile bize -moda deyimle- "barışın yol haritasını" verdiklerini düşünüyorlar. O haritadaki yolun bizi nereye götürebileceğine son olarak bugün de değinmek istiyoruz. Bildirinin bir temel yanlışı var.
Sanıyorlar ki "Türkiye devleti" ile ona karşı silah kullanan güç, birbirinin muhatabıdır. O nedenle "Silahlı çatışmalar karşılıklı olarak acilen durdurulmalı, sivil çözümler üretilmelidir" diyorlar.
Devletin meşru gücüne, "Yasaları çiğneyen, güvenlik kuvvetlerine pusu kuran, yollara mayın döşeyen, masum turistlerin araçlarına bomba koyan çete mensuplarına artık ses çıkarma" demenin mantığı var mı?
Varsa o mantıkla çözüme ulaşabilir misiniz?
"Kürtlerin siyasal alanının önündeki engeller kaldırılmalı" diyorlar.
Neden "tüm insanlarımızın" değil de sırf "Kürtlerin" önündeki engeller?
Hani birbirimizi "öteki" haline getirmeyecektik?
"Kürtlerin siyasal temsilcileri ve partileri her düzeyde meşru ve gerçek muhataplar olarak kabul edilmeli" diyorlar.
Bunlar akıllarını peynir ekmekle yemiş olmalı...
Anayasamızın ve Siyasi Partiler Yasası’nın bu pek barışsever dostların arzusuna uygun hale geldiğini düşünün. Hemen ardından şunları görürüz:
Kürt Teali Partisi, Çerkezler Partisi, Gürcüler Partisi, Lazlar Partisi, Abhazlar Partisi, Romanlar Partisi, Türkmenler Partisi...
Sonra bölge partileri... Örneğin, Doğu Anadolu Kalkınma Partisi, Yeşil Karadeniz Partisi, Serhat Çocukları Partisi, Kilikyalılar Partisi...
Ve din/mezhep/cemaat partileri... Nur Partisi, Aleviler Partisi, Nakşiler Partisi, Süleymancılar Partisi...
Bunun sonu nereye varır?
Türkiye’yi Tito dönemi Yugoslavya’sının kaderine sürükleyip parçalamak isteyenler için doğrusu mükemmel bir yol haritası... Ama bu ülkenin birliğini, bütünlüğünü savunan, "bu coğrafya hepimizin vatanıdır" diyenler için değil.
Yugoslavya türü barış istiyorlarsa, lanet olsun öyle barışa!
"Yerinden yönetim" mi istiyorsunuz? O zaman, yerel yönetimlerin bu ülkeyi bölmeye değil, bütünlüğünü korumaya çalışacağını nasıl garanti ediyorsunuz? Sadece Türkiye devletinin değil, uluslararası camianın da "terör örgütü" dediği PKK’ya mensup kişilere hizmet sunan belediye başkanlarına bir kere olsun "Yaptığınız yanlıştır" dediniz mi ki, şimdi ipin ucu onlara teslim edilsin istiyorsunuz?
Tamam "faili meçhul cinayetler aydınlatılmalı, koruculuk kaldırılmalı, zorunlu göçün yaraları sarılmalı" ama bölgeye kim mayın döşediyse o kaldırmalı... Yahut da mayınlı noktaların haritasını devlete vermeli ki bir başlangıç yapılsın...
Cumhuriyeti kurarken ıskalanan barış’tan söz ediyorlar...
Cumhuriyeti kurarken bu ülkede barış hiç de ıskalanmadı. Çünkü kuranlar istisnasız tüm insanlarımızı kucaklayan bir anlayışla hareket ettiler. Ama sonra ikide bir isyan çıkartanlar "ıskalamak" ne kelime, barışın altına dinamit koydular. Şimdi de onların yaptığından Cumhuriyeti sorumlu tutuyorlar. Resmin aslına değil, negatifine bakınca da gerçeği göremiyorlar.
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2007
NİYETLERİNİ sorgulamaya kalksak, içlerinde "iyi niyetli" öyle isimler var ki, en geniş özetini dünkü Milliyet’te okuduğumuz "Sonuç Bildirisi"nin altına imza attıklarını tasavvur dahi edemezsiniz.<br><br>Ötekileri zaten yıllardır savundukları görüşleri nedeniyle biliyoruz. "Türkiye Barışını Arıyor" başlıklı toplantıdan söz ediyoruz.
Baştan belirtelim:
Bu bildiriyi tek yazıda değerlendirmek mümkün değil. Aktüel değerini korudukça ve yeri geldikçe ele alıp yazacağız.
Bildiride "Kürt sorunu ’şiddet ve terörizm sorunu’ olarak adlandırılmamalı. Sorunun tarafları sadece silah taşıyan güçler değil" diyorlar.
Söyleyelim:
Adını illa "Kürt sorunu" diye koydukları sorun aslında "Kürt sorunu" değil, eğer kendi söylediklerine bizzat kendileri inanıyorlarsa ve söylediklerinde samimi iseler... Kendi beyanlarını tekrarlayarak ifade edelim. Onun bir bölümü sadece bir "demokrasi", öteki bölümü "terör" sorunudur. Nitekim "sözcü"leşen Yaşar Kemal de yaptığı konuşmanın sonunda, "Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde. Ya gerçek demokrasi ya da hiç" derken bunu ifade ediyordu.
İyi de "demokrasinin içi nasıl doldurulacak?" sorusu çıkıyor.
Eğer hangi etnik kökenden gelirse gelsin, kim olursa olsun bu ülkenin tüm vatandaşlarının, üniter Türkiye’nin sağladığı tüm olanaklardan eşit haklarla en geniş şekilde yararlanması kastediliyorsa... Bunun altına biz de imzamızı hemen atalım.
Ülkemizdeki demokratik hak ve özgürlükler gelişmiş çağdaş demokrasiler düzeyine ulaşsın diyorlarsa... Oraya da tereddütsüz destek verelim.
Ama bu lafın altında, "Biz Kürt halkıyız. Biz öteki insanların yararlandığından başka ve fazla şeyler isteriz" özlemi varsa... O zaman bu bildiriyle barış değil kavga istediklerini ilan ediyorlar demektir.
Nitekim bildiride "Kürtlerin siyasal alanının önündeki tüm engeller kaldırılmalı, yüksek seçim barajı, adil temsilin önünde engel olmaktan çıkarılmalı. Siyasi partilerin faaliyetlerini yasaklayıcı yasal engeller kaldırılmalı. Yerinden yönetimin yolu açılmalı, temsil ve katılımın önündeki engeller kaldırılmalı. Kürtlerin siyasal temsilcileri ve partileri, barışın tesisi sürecinde her düzeyde meşru ve gerçek muhataplar olarak kabul görmeli" diyorlar.
Seçim barajının indirilmesini bizler de istiyoruz. Peki ya öteki sözler?
Onların anlamı, "Biz sizden -bu ülkenin tüm öteki bireylerinden, kesimlerinden- farklıyız. Biz kendimize özgü haklar istiyoruz. Biz bu devletin öteki bireylerine tanıdığı temsil haklarından farklı şeylerin davacısıyız. Biz bu devletle eşit düzeyde pazarlık edebilmenin kavgasını veriyoruz. Bunlara evet deyin de bu ülkede barış olsun" demek değil midir?
Bu sözler kendilerinden başka olanları "öteki"leştirmiyor mu?
Burada amaç, kendilerini "imtiyazlı" hale getirmek değil midir? Ağızlarını her açışta "demokrasi" savunuculuğuna soyunanlara soralım:
Demokrasinin asıl düşmanı imtiyaz (ayrıcalık) değil midir?
Yaşar Kemal bizden -bu ülkeden- "imtiyaz" mı istiyor "demokrasi" mi?
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2007
DOSTLUĞUNDAN onur duyduğumuz Yaşar Kemal, birkaç gün önce Ankara’da toplanan "Türkiye Barışını Arıyor" başlıklı konferansın en etkili konuşmasını yaptı. "Barış" arayışına uygun çok da çarpıcı üç küçük cümle kullandı:<br><br>"Türk’ün Türk’ten başka dostu var... Gizli saklı değil. Malazgirt’ten bu yana Kürtler, Türklerle dost." Asıl diyeceklerimize geçmeden önce Yaşar Kemal’in, bir büyük edebiyat ustasına yakışan aşağıdaki sözlerini de aktarmazsak haksızlık olur. Bu ülkenin tek kültürlü değil, çok kültürlü olmasının bir zenginlik şeklinde görülmesi gerektiğini savunduktan sonra:
"Dünya binlerce çiçekli bir kültür bahçesidir. Her çiçeğin bir rengi, bir kokusu vardır. İnsanlık her kültürün üstüne titremelidir. Binlerce kültür çiçeği, birini koparırsak insanlık bir kokudan, bir renkten yoksun kalır."
Yaşar Kemal’in iki saptaması da doğrudur... Malazgirt’ten beri bu topraklarda yaşayanlar, kendilerini ister Kürt, ister Türk kökenli görsünler, gerçekten "dost" olmuşlar, tüm savaşlara birlikte girmiş, yan yana şehit düşmüşler, özellikle son ve büyük bağımsızlık savaşımızda bu kardeşliğin eşsiz örneklerini ortaya koymuşlardır.
Kaldı ki son yirmi yıldır süren bir mücadele eğer halk kitleleri arasına düşmanlık tohumu ekememişse bu, ancak bin yılı bulan dostlukla açıklanabilir. Keza bu gerçek, kavganın insanlarımız arasında değil, "devlet" ile "devlete karşı silah kullanan bir güç" arasında olduğunu kanıtlar.
O zaman da ortada bir "savaş" değil "asayiş" olayı olduğu anlaşılır.
Yaşar Kemal’in, hangi toplum kesimine mensup olursa olsun, tüm insanların "kültür değerlerinin korunmasını" isteyen sözleri de çok doğrudur. Söze devam etmeden Yaşar Kemal’in, kendisini "Kürt" olarak tanımlayan vatandaşlarımızın -adını koymadan- Cumhuriyet döneminde uğradıkları baskılara ilişkin anlatımlarının da bildiklerimizle örtüştüğünü belirtmeliyiz.
Gerçi olayların sadece bir kısmından söz edip resmin tamamı o imiş gibi göstermektedir, ama zararı yok... Devlete düşen, kendi vatandaşına her koşulda olumlu bakmaktır, zulüm yapmak değil. O nedenle resmin kalan kısmını çizmeye niyetli değiliz.
Ancak sevgili Yaşar Kemal’in konuşması bundan ibaret değildir. Dahası "Barışını Arayan Türkiye"ye çare olmak yerine, sorunları derinleştirecek görüşler de aynı konuşmada yer almaktadır.
Bir defa bir çözüm üretmenin birinci koşulu, aynı mantık düzeyinde konuşmak, kavramları aynı anlamda kullanmaktır. Örneğin, Yaşar Kemal "savaş" kavramını -yukarıda değindiğimiz nedenle- çok yanlış kullanmaktadır.
Bu temel noktada yanlış yapınca onu izleyen kavramlar da yanlış olmaktadır. Nitekim Yaşar Kemal kadın, çoluk çocuk, yaşlı, hamile demeden sivil insanları öldürerek dağa çıkan silahlı bir çetenin mensuplarına "gerilla" deyince, ne o cinayetler silinmekte ne de gerçekler değişmektedir.
Keza Türkiye’de barış isteyenlerden bazılarının "ateşkes"ten söz etmeleri de çok yanlıştır. Bir cani eğer "Artık adam öldürmeyeceğim" derse polis ona, "O halde ben de seni yakalayıp adalete teslim etmem" diyebilir mi? Burada "ateşkes" teranesi tutturanların sözü bu kadar yanlıştır.
Barış, duygusal konuşmalarla ve yanlışlarla değil, ancak aklıselimle ve doğrularla varılabilecek bir adrestir.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2007
SON alarm düdüğünü dünkü Referans Gazetesi’nde çıkan "Amerikan Musevi Lobisi, Türk Dışişleri’ni uyardı: Adım atmazsanız Ermeni soykırımı tasarısını biz bile engelleyemeyiz" başlıklı yazısıyla Eyüp Can çaldı.<br><br>Can’ın verdiği bilgiye göre bir yemekte kendisiyle konuşan ABD Musevi Lobisi’nin önde gelen bir ismi çok kesin ifadelerle konuşmuş. Hatta, bugüne kadarki tavrımızı değiştirmezsek "Ermeni soykırımı yasa tasarısı bizim çabalarımıza rağmen ABD Kongresi’nden geçecek" demiş.
Bu haberin yayımlandığı gün Ankara’dan bizim Dışişleri Bakanlığı’nın, "Ermeni soykırımını Arjantin Parlamentosu’nun tanımasına ilişkin yasanın Cumhurbaşkanı Nestor Kirchner tarafından imzalanarak yürürlüğe konulması üzerine hem Buenos Aires hem de Ankara’daki Arjantin Büyükelçiliği nezdinde harekete geçerek bu gelişmeyi kınadığı" yolunda bilgiler geldi.
Böylece Dışişleri Bakanlığımız görevini yapmış, defteri kapatmış oldu.
Bu sözlerimize bazı diplomat dostlarımızın, özellikle şu anda Dışişleri’nde görev yapanların tepki göstereceklerini biliyoruz. Çünkü yıllardır bu konu karşımıza aşağı yukarı bu şekilde çıkar, bir ülkenin -diyelim Rusya’nın, Lübnan’ın yahut Almanya’nın- parlamentosu buna benzer bir karar alır yahut yasa çıkarır... Biz o zaman, bu kuru protesto notalarıyla bir yere varılmayacağını vurgularız... "Eğer işe yarasaydı en azından yeni kararların alınması engellenirdi" deriz... Ve bunu söylediğimiz için de kötü kişi oluruz. Kimi "Ben şunu, şunu yaptım" der, kimi "Kamuran Gürün’ün, Bilal N.Şimşir’in kitaplarından haberin yok mu?" diye sorar.
İyi de... O dedikleriniz yeterli olsaydı mesele zaten biterdi. Yetmediği yaşadığımız örneklerle sabit.
Kaldı ki bu kafayla yani sadece protesto edip, "teessür ve teessüf" ifade etmekle bir sonuç alamayacağımızı sadece biz değil, "Ermeni soykırımı" iddialarının Türklere yönelik bir iftira olduğunu söyleyen Louissiana Üniversitesi Profesörü Justin McCarthy de söylüyor. Prof. McCarthy geçen ay Londra’da yaptığı konuşmada o dönemde Ermenilerin Rus ordusuyla birlikte hareket ettiğini anlattıktan sonra;
"Türk politikacılar yıllarca bu konuyu konuşmayıp arka planda bıraktılar. Taa ki Türk diplomatlarına karşı suikastlar başladı, konu gündeme geldi.
Eğer ortada bir soykırım varsa (Ermeniler) ispatlasınlar, mahkemelere gitsinler, belgelerini sunsunlar. (Ancak) Ermeni soykırımı iddiaları Türkiye için büyük bir tehdit. Bu konuda endişe duymalısınız. Tüm dünya sizden nefret ediyor. Tarihinizi iyi öğrenin, çocuklarınıza okutun... Herkesten üç dört defa fazla çalışmalısınız. Bu sahada çocuklarınızın çalışması için destekleyin" dedi.
ABD’li Justin McCarthy çırpınıyor, Avusturyalı Eric Frigel uğraşıyor. Almanya’da Hakkı Keskin boğuşuyor. Yurtdışındaki Türk üniversite öğrencileriyle aydınlarımız "Bize yardım edin... Bilgi gönderin" diye feryat ediyor... Biz de "Bu konuyu ciddi bir şekilde ele aldığımızı" söyleyerek yetiniyoruz.
ABD kongresi de "soykırımı tanıyanlar" kervanına katıldığı zaman anlarız bizi yönetenlerin kalibresini...
Yazının Devamını Oku