1 Şubat 2007
GÖZÜMÜZ aydın... Washington’daki arkadaşımız Kasım Cindemir, ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Matt Bryza’nın PKK’ya karşı mücadele konusunda, "Ne yapmamız gerektiğini biliyoruz. Biraz sabrınız varsa yakında göreceksiniz" dediğini bildirmiş.
Bay Bryza, ABD Özel Temsilcisi Joseph Ralston’ın çok büyük bir çaba içinde olduğunun da altını çizmiş. Ralston’un "Denklemdeki tüm unsurları bir araya koyarak ilerleme sağladığını" söylemiş.
Harika değil mi?
Sadece o değil, bugünlerde tekrar Türkiye’ye gelen Özel Temsilci emekli orgeneral Joseph Relston da anlaşılan Ankara’da ilginç laflar etmiş. Nitekim arkadaşımız Uğur Ergan da Türkiye’nin Özel Temsilcisi emekli Orgeneral Edip Başer’in Ralston’la yaptığı görüşmelerden doğan iyimserliğini yansıtıyor. Başer’in "Ufukta görülen ışık"tan söz ettiğini bildiriyor. Hatta PKK’ya karşı mücadelede atılacak yeni adımları sayıyor. Örneğin:
PKK’nın özellikle Avrupa ülkelerinden sağladığı finansman kaynağının kurutulması için daha sert önlemler alınacakmış.
PKK’nın Kuzey Irak’ta Kürt gruplardan sağladığı lojistik ve haberleşme desteğinin de önüne geçilecekmiş.
PKK mensuplarının gıda ve sağlık hizmetlerinden yararlanabilmesi için yerleşim birimlerine inmelerine izin verilmeyecekmiş.
Eğer kaydedilen ilerleme ve alınacak önlemler bunlar ise vay geldi başımıza!
ABD’nin Irak’a saldırmak için ihtiyaç duyduğu hazırlık süresi ne idi anımsıyor musunuz?
Başkan Bush Irak’a saldırmayı aklına koyduğunu 2002 yılının ortalarında belli etti.
Saldırıyı da Mart 2003’te başlattı. Yani en fazla 9 ay bu işe yetti.
Peki PKK’ya karşı mücadelede Türkiye’ye yardım sözü vereliberi ne kadar zaman geçti?
En az üç sene!
Biz hálá ne ile meşgulüz?
PKK’nın özellikle Avrupa ülkelerinden sağladığı finansman kaynağının kurutulması için neler yapılması gerektiği sorusuna yanıt aramakla...
Kuzey Irak’taki Kürt grupların sağladığı desteği nasıl engelleyebileceğimizi konuşmakla...
Yaralanan veya hastalanan PKK mensuplarının, "gıda ve sağlık hizmetlerinden yararlanmak için şehre inmelerine engel olma yollarını tartışmak"la...
Şu sözlerin, şu önlemlerin "ciddiyet"le ve "samimiyet"le zerre kadar ilgisi olduğunu söyleyebilir misiniz?
"Stratejik müttefikimiz" (!) ABD, kendi kararıyla terörist örgüt ilan ettiği PKK’nın finansman, gıda, mühimmat, silah, enerji, sağlık hizmeti gibi ihtiyaçları olduğunu... Bunların önünü keserse örgütü büyük çapta zayıflatabileceğini yeni mi fark etti?
Bakın "PKK’ya karşı Türk askerinin Kuzey Irak’ta operasyon yapmasını niçin engelliyor?" demiyoruz. "Kendisi neden operasyon yapmıyor?" diye de sormuyoruz. Kendi işgali altındaki bölgenin yollarına ikişer askerli kontrol kulübesi koysa yapabileceği şeylerden söz ediyoruz.
Rahmetli İsmet Paşa sağ olsaydı, bu maskaralığa, "Hadi canım sen de!" der, kapıyı gösterirdi.
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2007
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kendi kamuoyumuzun uzun süredir tartıştığı "Yüzde 10’luk seçim barajı yüksek midir, yüksek sayılsa bile gerekli midir?" diye özetlenebilecek konuda kararını açıkladı: Mahkeme, hem özetle "Barajla ilgili oy oranın yüzde 10 olması insan haklarının ihlali anlamına gelmez" dedi, hem de bunun gerekçesi olarak dikkate değer şeyler söyledi.
Ama önce şu yüzde 10 barajının ne anlama geldiğini, pek de bilmeyenler için özetleyelim:
Ülkemizde 1983 Kasım ayından beri yapılan tam 6 Milletvekili Genel Seçiminde uygulanan bu kurala göre "ülke genelinde kullanılmış geçerli oyların en az yüzde 10’unu alamayan parti TBMM’ye milletvekili gönderemiyor."
Nitekim zaman oldu bir seçim çevresindeki oyların yarısından fazlasını tek başına toplayan partiler bile, yüzde 10’luk genel barajı aşamayınca Meclis’e bir tek milletvekili sokamadılar.
Demokratik Halk Partisi (DEHAP) listesinden Şırnak’ta aday olan Mehmet Yumak ile Resul Adak da, Şırnak’ta kullanılan geçerli oyların yüzde 46’sını (48 bin oy) aldıkları halde partileri tüm ülkede yüzde 10’luk barajı aşamadığı için seçilmemiş sayıldılar. Bu durumu "insan haklarına aykırı" görerek 2003’te AİHM’ye başvurdular. Yasadaki "yüzde 10’luk baraj" hükmünü şikayet ettiler.
Lakin mahkeme kararında öncelikle, "Şikayet ettiğiniz kural 1983’ten beri uygulanıyor. Siz seçime girerken bunu bilmiyor muydunuz?" demeye getirmiş. Sonra "Bu kural idarede istikrar ihtiyacı nedeniyle konulmuştur" demiş, bu ihtiyacın makul olduğuna karar vermiş. Bir de "Böyle yüzde 10’luk barajın başka Avrupa ülkesinde örneği yok ama, Türkiye’de uygulanacak oranın kaç olacağını tayin etmek herhalde bize düşmez" anlamındaki bir gerekçeyi dile getirmiş.
Bu başvuruyu AİHM neden reddetmemiş de "dava konusu" olarak işleme koymuş, onu anlayamadık.
Öyle ya... "Seçim barajı" için konulmuş, "demokrasilerde şundan yukarı olmaz" türü uluslararası bir kural mı var?
Bizdekinin yüksek olduğu görüşüne biz de katılıyoruz ama bundan AİHM’ye ne? Bu bir siyasi tercih ve takdir meselesi...
Zaten kararın "Mahkeme, Türkiye’deki yasama ve yargı makamlarıyla politikacılar, kendi ülkerindeki seçim sistemi ile bunun eksik ve aksak taraflarını düzeltme konusunda AİHM’den daha uygun konumdadırlar" ibaresi de bunu söylüyor. Ancak bizim kararda eksik bulduğumuz bir başka nokta var:
AİHM yüzde 10’luk baraj lehine karar verirken Anayasa Mahkemesi’nin 1995 tarihli kararını göz önünde tutmuş ama nedense DEHAP’ın 2002 seçimine, yasal koşulları yerine getirmediği halde, sahte belge düzenleyip Yüksek Seçim Kurulunu kandırarak girdiğini, bu suç sabit olduğu için Genel Başkan Mehmet Abbasoğlu, eski Genel Sekreterler Nurettin Sönmez ve Ayhan Demir ile Kurucu Genel Başkan Veysi Aydın’ın 1’er yıl 11 ay 11’er gün hapse mahkûm olduklarını, bu nedenle partiye verilmiş oyların esasen geçersiz (hatta yok) sayıldığını görmezden gelmiş.
Aksi halde, başvuruyu belki de işleme bile koymazdı. Böylece "hem kel, hem fodul" olma yolu kapanırdı.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2007
BAŞBAKAN vizyon sahibi olsun. Sadece Türkiye’nin sorunlarıyla değil, yeri geldiğinde dünyanın ve özellikle insanlığın sorunlarıyla da ilgilensin. Öteki ülkelere yol göstersin...<br><br>Bunlar hep güzel temenniler değil mi? İhtimal böyle bir ihtiyacı kendisi de duymuş ki Başbakan Tayyip Erdoğan, Afrika Birliği’nin Etiyopya başkenti Addis Ababa’da düzenlediği zirveye katıldı. Delegelere "geniş vizyonlu" sözler söyledi. Örneğin, Batı ile İslam dünyası arasında giderek derinleşme eğilimi gösteren fay hattına dikkatlerini çekti. Afrikalı liderleri, Medeniyetler İttifakı projesine destek olmaya çağırdı.
Lakin tam da o sırada, yani kendisinin birliğini, bütünlüğünü, huzurunu korumakla yükümlü olduğu Türkiye’de, ulusumuzu birbirine düşman kamplara ayırmak isteyenler ayakta idi:
Verilen haberlere göre Trabzon’da yapılan Trabzonspor-Kayserispor futbol maçında, seyirciler bilinen ve genellikle hoşgörüyle karşılanan tezahüratlarıyla yetinmemişler. Amigo dedikleri coşturuculular, tribünleri ayağa kaldırmak için megafonla yaptıkları "Ayağa kalkmayan Fenerli olsun!" anonsunu, "futbol mizahı"nın dışına taşımışlar. Onu, "Ayağa kalkmayan Ermeni olsun!"a çevirmişler.
Burada maksat belli ki "iğneleme" değil, düpedüz "hakaret" etme...
Hadi bu örneği, "Bu da bir şey mi? Tribünlerde öyle hakaretler yağdırılır ki, evinde eşine, çocuğuna aynen aktaramazsın" diyebilirsiniz.
Ama o tür tribün söylemlerinin özelliği, söylendiği yerde unutulmasıdır. Bu öyle mi?
Kaldı ki daha da kaygı verici gerilimlerin Adana’da ve Malatya’da yaşandığı bildiriliyor.
Hadi Adana’dakinin, Hrant Dink’in cenaze töreninde taşınan "Hepimiz Hrant Dink’iz!"; "Hepimiz Ermeni’yiz!" yazılı pankartlara tepki olduğunu savunalım. Çünkü orada çok çok, "Hepimiz Mustafa Kemal’iz!"; "Hepimiz Türk’üz!" yazılı pankartlar açılmış, sloganlar atılmış.
Ya Malatya’dakine ne diyelim?
Orada yapılan 2. Lig A Kategorisi takımları Malatyaspor-Elazığspor maçı öncesinde 400 kadar Elazığspor taraftarı, Dink’in Malatyalı olması dolayısıyla "Ermeni Malatya!" diye bağırmışlar. Ardından da "Ne Ermeni’yiz ne Malatyalıyız. Biz Elazığlıyız. Türkiye sevdalısıyız!" yazılı pankart açmışlar.
Futbol maçında futbol oynanır ama kimsenin vatan sevgisiyle oynanmaz. Çünkü o, ateşle oynamak anlamına gelir. Kaldı ki, tribünleri dolduran insanlar kışkırtılmaya zaten çok açık tiplerdir. Gerilim taşkınlığa dönerse, sayıları binleri bulan taraftarları başetmek sorun olur.
Açıkçası, tam da ülkemizi ve insanımızı birbirine düşürmek isteyenlerin istediği zemine çekiliyoruz. Birbirimizi yanlış anlamaya zorlanıyoruz. Örneğin, Almanya’nın Solingen kentinde ırkçıların bir Türk ailesini, evlerini yakarak öldürmeleri üzerine olayı protesto eden Almanların sokaklara çıkıp "Biz Türk’üz!" diye pankart taşımalarından memnun oluyoruz ama aynı şeyi biz yapınca sorun çıkartıyoruz. Toplumu kutuplaşmaya itiyoruz. Ve bu vatana kötülük ediyoruz.
Başbakan’ın Afrika halkına çare araması güzel ama önce kendi kapısını süpürmesi gerekmez mi?
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2007
ZAMAN oluyor, "bildiğimiz Türkçe öyle nasıl anlaşılır?" diye düşünüyor, hayretler içinde kalıyoruz. Bizi şaşkına döndüren sözleri okuyunca veya dinleyince, "Tamam... İşte bu yüzden birbirimizi anlayamıyoruz" demeye mecbur oluyoruz. Bir örnek verelim de asıl konuya sonra girelim:
Sayın Başbakan biliyorsunuz hayli çabuk kızan bir insandır. Son olarak Hrant Dink’in cenazesinde insanların, "Biz Hrant Dink’iz" demelerini "zaten yeterli" gördüğünü söyledi. "Hepimiz Ermeniyiz ifadesi olmamış olsaydı çok daha mükemmel olacaktı" diye ilave etti.
Hani "yeşil sermaye" sözüne, "Paranın yeşili olur mu? Dolar da yeşil!" diye karşı çıkması var ya... Aynen onun gibi.
Onun gibi diyoruz; çünkü işine gelince, o sözlerin anlamına değil kelimenin kendisine bakıp kanaat ifade ediyor. O zaman da söylenen söz ile o sözün amacı örtüşmüyor. Tıpkı "Men çi gûyem tamburem çi gûyed" (Ben ne diyorum, tamburum ne söylüyor) diye bir laf var ya, onun gibi...
Hoş sadece Başbakan değil, Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun da bu sözlerde bir suçluluk kompleksi aramış ve tepkisini "Elhamdülillah Müslümanım" diyerek ifade etmişti.
Oysa burada aynı hükümette Başbakan Yardımcısı olarak bulunan Mehmet Ali Şahin’in ifade ettiği gibi ne "Hepimiz Hrant’ız" deyince Hrant olan var, ne de ertesi sabah yatağından Ermeni olarak kalkmak söz konusu.
Kendi kimliğine sahip çıkmak, saygı duymak çok güzel... Bu satırları okuyanlar bilirler ki biz de o konuda duyarlıyızdır. Ama bir saniye için ötekinin yerinde olun...
Ne var? Küçüldünüz mü? Kendinizi hakarete uğramış gibi mi hissettiniz? Eğer öyle ise kendinize lütfen şu soruyu sorun:
Hani biz "din, dil, ırk, cins ayrımı yapmayan" insanlardık?
Demek ki ne kadar "ayrımcılık yapmadığımızı" söylesek de, belli ki farkına varmadan yapıyoruz. Her zaman Hrant Dink’in askerlik görevini yaparken girdiği "çavuş" sınavında 100 üzerinden 100 puan almasına rağmen onu çavuş olmaya -herhalde Ermeni diye- layık bulmayanlarınki gibi kaba ve ilkel bir anlayışla olmayabilir, ama bilinçsizce yapıyoruz.
Bunun çarpıcı ve bir bakıma pek masum bir örneğini dünkü Hürriyet’in Cumartesi ilavesinde gazetenin Atina Temsilcisi Yorgo Kırbaki anlatıyordu:
Yorgo, İstanbul’da doğup büyümüş bir Türkiye Rumu’dur. En az her birimiz kadar Türk’tür. Oysa onu "öteki" diye görenler de varmış. Şöyle anlatıyor:
"Çocukluk yıllarımda, Paskalya Bayramı’ndan iki gün önce bir kutsal Cuma günü kiliseden çıkarken, evimize kadar sönmeden götürmeyi gelenek saydığımız mumları, birileri yolda elimizden alıp, hatırlamadığım bir şeyler söyleyerek (herhalde dinine küfredilmiş ama o söylemiyor. O.E.) paramparça etmişti. Aileden hiçbirimiz tepki göstermemiştik, gösteremezdik. Öyle büyütülmüştük.
Kimdi bu insanlar? Mumlarımız, daha doğrusu biz, onları niye rahatsız ediyorduk? Neden o kalabalık yolda birileri çıkıp da oracıkta bize yapılan ayıba tepki göstermedi?
Ertesi yıl aynı gün kiliseden çıkarken mumlarımızı söndürdük. Görünmesin diye torbaya koyarak döndük evimize. Sonraki yıllarda da kiliseden çıkarken mumların hep sönük olmasına dikkat ettik. ’Farklı’ idik, yani ’Öteki’..."
Bu gerçekleri görmeyen ve kendi vicdanında yargılamayan kimse konuşmasın...
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2007
SON bir haftamız cenaze yazılarıyla geçti. Dün de merhum dostumuz, meslektaşımız, eski Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in ebedi istirahatgáhına nakli töreni vardı.<br><br>"Vardı" diyoruz ama "Katıldık" diyemiyoruz. Cem’in dostları Orhan Birgit, Necati Zincirkıran, İzzet S.Sedes, ezan okunmadan 30 dakika önce Teşvikiye Camii’ne ulaşmıştık. Lakin caminin bahçe kapısına gelince gördük ki izdihamdan içeri girmek mümkün değil:
Çevrede sayısız polis memuru var. Yöreye araba sokulmuyor. Kısacası çok önlem alınmış.
Ama aile bireylerine ve yakınlarına başsağlığı dileyecek olanları sıraya sokacak düzenleme unutulmuş. Daha doğrusu -şanslı olup içeri girebilenlerden öğrendiğimize göre- bahçe içinde bir düzenleme yapılmak istenmiş ama, törene binlerce insan gelince, o önlem hiç işe yaramamış.
Bu sadece düne özgür bir olay değil. Devletin çok üst düzeydekiler için yaptığı pek az sayıdaki tören dışında, düzenli bir cenaze töreni hemen hemen hiç görmedik. Buna İnci Pirinççioğlu’nun merhum Sevgi Gönül’ün cenaze töreni için aynı camide yaptığı düzenleme ile, kendi cenaze töreni istisnadır.
O iki olayda da, ailenin duracağı yer, taziyette bulunmak için gelenlerin tek sıra halinde yaklaşmalarını sağlayacak kordonlu yol vs. medeni bir toplum standardındaydı.
Maksadımız yanlış anlaşılmasın. Bu sözlerle, zaten yaslı olan ve bu törenlerin detaylarını düşünmeleri beklenmeyen aileye dönük tek kelime söylemiyoruz, "Kendi kusurumuzu görüp düzeltelim" diyoruz.
Sadece cami avlusunda değil, müteveffanın tabutunu taşıyan arabanın niteliğinde ve kalitesinde de özensiziz. İsmail Cem’i götüren arabanın Hrant Dink’i taşıyan arabadan daha düşük kaliteli olmasını açıklamamız mümkün mü?
Kabristandaki törenlerimiz de öyle. Ne kimin nerede duracağı bellidir ne de hangi aşamada ne yapılacağına ilişkin bilgi veren vardır.
Ya o, tören ardından yaşanan "Abi kabre su getirdim, para ver" diyen mezarlık çocuklarının sergilediği tabloya ne dersiniz? İçiniz burkulur...
Tabutlarımız ise, insana -ölümüze- saygı duyduğumuzu değil, hiç saygı duymadığımızı gösterecek kalitededir. Çünkü öyle bir tabutla insan değil ancak domates yahut patates taşınabileceğini yetkililerimize anlatamazsınız.
Biz bunu bir kere, Belediye Başkanı’yken Tayyip Erdoğan’a anlattık, anlamadı. Bir kere de şimdiki Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’na söyledik, sonuç alamadık.
Neden? Bunların iyisini, kalitelisini yapmaya gücümüz mü yetmiyor, yoksa kültürümüzün o noktasında bir körlük mü var?
Kabristanlarımıza bir bakın... Bir yakınınızı defnedecek noktaya ulaşmak için en az 8-10 mezar çiğnemek zorunda kalırsınız. Bir de olayı yağmurlu havada yahut kışın yaşarsanız, çamurdan ve pislikten batmadık yeriniz kalmaz.
İstanbul’un en itibarlı kabristanı sayılan Zincirlikuyu’nun önünden geçerken yüreğiniz buz keser, çünkü kapının üstünde kocaman harflerle "Her canlı ölümü tadacaktır" yazılıdır.
Aksini iddia eden mi var?
Bunu din adına söylüyorsak, o sayede dinimizi sempatik mi kılıyoruz? Yoksa ölümü herkesin gözüne sokmanın keyif veren bir tarafı mı var?
Cem’den iki gün önce Hrant Dink’in cenaze töreni vardı. O törene yüz bini aşkın insan katıldı. Onlar da bu toplumun insanlarıydı. Ama törende ne bir düzensizlik oldu ne bir çirkinlik yaşandı.
Ne dersiniz? Bir ders de orada yok mu?
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2007
MÜTHİŞ bir fırtına, bir kasırga üzerimizden geçmiş gibi olduk. Birkaç gün önceki dengelerimiz bozuldu. Açıklamakta zorlandığımız olayları yaşadık. Görmediğimiz gerçekler karşımıza çıktı. Allak bullak olduk.
Örneğin, Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in o çarpıcı, etkileyici konuşması yüzümüze bir ayna tuttu:
"(Hrant’ı öldürenin) Yaşı kaç olursa olsun; 17-27 olsun... Katil kim olursa olsun. Bir zamanlar bebek olduğunu biliyorum. Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kadeşlerim!"
Tamam... Eğer 17 yaşında bir çocuk, planlı bir cinayetin baş aktörü oluyorsa, o toplumda aynen Rakel Dink’in söylediği gibi, "bebeklerden katil üreten" bir karanlık yahut kara delikler var demektir. Bu sırf bize özgü bir hastalık veya bir sorun mudur? Tüm dünyayı saran şiddet dalgasının -eline otomatik silah alıp okul basan ve arkadaşlarını kurşun yağmuruna tutan öğrenciler en gelişmiş ülkelerde yetişmiyor mu?- Türkiye’deki yansıması mıdır? Bunun yanıtını vermek uzmanlara düşer. Ama en azından Rakel Dink’in dikkatimizi çektiği vahim bir gerçek karşımızdadır.
Hrant Dink’in ölümü Türkiye’yi ayağa kaldırmasaydı, hastalığın bizim toplumumuza özgü olduğunu düşünebilirdik. Oysa İstanbul’un en az yüz bin insanı tanımadıkları, sadece fikri uğruna katledilen bir gazeteci olduğunu, belki de öldürüldükten sonra öğrendikleri insanın acısını yüreğinde duydu. Tamamen insani nedenlerle yollara döküldü.
Bundan daha büyük, daha asil, daha insani ve daha olgun bir toplumsal tepki örneği gösterilebilir mi?
O zaman Rakel Dink’in gösterdiği gerçek ile bu gerçeği yan yana koyup bir açıklama yapmamız lazım.
Türk halkı hepimizin göz ardı ettiği şu gerçeği sergiledi:
Cumhuriyetin kuşakları, çok sağlıklı ve hümanist bir eğitim felsefesiyle yetiştirildiler. Cumhuriyet, yeni kuşaklara ne şu ülke senin düşmanındır, dedi ne de bu halkın (ulusun) seninle kan davası var diye bir mesaj verdi.
Okullarımızda öğretilenlerin özü "düşmanlıklar geçicidir, insanlar eşittir, sevgi esastır" diye özetlenebilecek kadar açık ve basittir. O nedenle biz ne tehcir olaylarını ve onunla yaşanan trajedileri öğrendik, ne Ermeni çetelerinin camilere doldurup yaktığı insanlarımızın davacısı olduk, ne de Rum çetelerinin yaptıklarından ve onları silip süpüren Topal Osman’ın mücadelelerinden haberdar olduk.
Cumhuriyet kuşaklarının zihinleri ve yürekleri temiz kalsın diye tarihin o sayfaları ders kitaplarında yer almadı. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu döneminde Rumeli’de yaşayan Türklerin maruz kaldığı mezalimi, örneğin Yunan, Bulgar ve Sırp çetelerin insanlarımıza uyguladığı soykırımı o yüzden kendi kitaplarımızdan değil Justin McCarthy’den öğrenmek zorunda kaldık.
Bu gerçeği yazıyoruz... Okul çağındaki çocuklara Türk düşmanlığı aşılayan sadece Ermenistan ve Yunan/Rum yetkilileri değil, uygarlıklarıyla övünen Batı devletleri de halkımızın Hrant Dink olayında sergilediği insanlıktan belki ders alırlar diye...
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2007
BİR meslektaşımızı onbinlerin sevgi seliyle ebediyete uğurladıktan bir gün sonra ötekinin kaybıyla sarsıldık:<br><br>Dün sabah, üstelik tam da sevgili Uğur Mumcu’yu kaybedişimizin 14’üncü yıldönümünde İsmail Cem vefat etti. Takvimlerin 24 Ocak günü ne kadar da sevimsizleşti... Diyarbakır’ın insan sevgisiyle efsaneleşen Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’a 2001 yılının ilk ayı bitmeden yapılan suikast da o güne rastlamıştı.
Hepsini sevgiyle, saygıyla anıyoruz.
Son kaybımız olan İsmail Cem hem mesleğimiz, hem siyaset dünyası ve hem de insanlık için bir "kalite" simgesiydi.
Cem daha genç yaşta birikimiyle ve dengeli kişiliğiyle dikkat çeken bir gazeteciydi. Kamuoyu onu Milliyet Gazetesi’ndeki sütununda tanıdı. Orada sosyal demokrasiye inanmış, ilkeli ve uygar bir yazarın süzgecinden geçen yorumlarını okudu.
Ve o yorumlardaki kalite, İsmail Cem’i 1974’te, o dönem Türkiye’sinin en güçlü yayın grubunu oluşturan Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nun başına getirdi.
İsmail Cem bu görevde çok uzun süre kalmadı. Ama 1975’te kurulan Birinci Milliyetçi Cephe hükümeti o göreve bir Ziraat Profesörü’nü getirinceye kadar İsmail Cem bir devrim yaptı. TRT’nin tarafsızlığını ve bağımsızlığını korumak için zaman zaman, kendisini göreve getiren CHP hükümetine de karşı durdu.
Kuruma protokol haberciliği yerine dinamik habercilik anlayışını o getirdi. Çalışanlara inanılmaz bir görev heyecanı verdi. Cem’in kalitesi kuruma yansıdı.
Ama onun görevden ayrılması, kurumu kısa zamanda eski çizgisine oturttu. Aradan 32 yıl geçti, TRT hálá, kendisini siyasi iktidarın tasallutundan (sataşmalarından) kurtaramadı.
İsmail Cem siyaset yaşamımızın bir zenginliği idi. Sosyal demokrasi kavramını bilimsel ciddiyetle ele alan ilk politikacımız -yanılmıyorsak- o idi. 12 Eylül’den sonra yurtdışına gitti. Orada boş durmadı, kendisini siyasetin önemli bir aktörü olmaya hazırladı. Sonra da özlemine uygun konumlarda görev yaptı. Parlamentoya girdi. Siyasetin ayak oyunlarına maruz kaldı. Örneğin, bir defasında sırf "seçilmemesi" isteniyormuş gibi tamamen yabancısı olduğu Kayseri’den aday gösterildi. Cem yılmadı. Dağ-taş dolaştı. Kendisini seçmene sevdirdi ve herkesi şaşkına çeviren bir başarıyla Kayseri Milletvekili oldu.
Cem bir kültür adamıydı. Geniş ufuklu bir gazeteciydi. İnce ruhlu bir fotoğraf san’atçısıydı. Belki hepsinden önemlisi, düzgün bir aile babası, dürüst ve dost bir insandı. Kişiliğinin bu tarafları onu gelmiş geçmiş Dışişleri bakanlarının en popülerlerinden biri yaptı.
Bu sırada diplomasinin katı kurallarını kendi insani kurallarıyla zorlaması, zaman zaman bizim diplomatların eleştiri konusu oldu. Ama Türkiye’nin politikalarından gereksiz ödün vermeden diplomasiyle kattığı "insani" boyut sayesinde önemli başarılar elde etti.
Örneğin, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin rahatlamasının mimarı -Yunanistan’daki karşıtı Yorgo Papandreu ile birlikte- o oldu.
İsmail Cem’in vefatıyla hepimiz çok şey kaybettik.
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2007
DÜN İstanbul’da sadece alçakça bir cinayete kurban giden gazeteci Hrant Dink’in cenaze törenini yaşamadık. Hrant Dink bizlere belki kendisinin hiçbir zaman üzerinde düşünmemiş olduğu gerçekleri gösterdi ve unutulmaz dersler öğretti. Hrant Dink’e sahip çıkan insanımız, bu toplumun evlatlarını hiçbir ayrıma tabi tutmadan sevdiğini gösterdi.
Tüm dünyaya da Türk halkının insanlara "önce insan" olarak baktığını ispat etti.
Onunla kalmadı, áleme uygarlık dersi veren ülkelerin toplumlarına "Bizim insanlığımız da bu" demiş oldu.
Biraz daha açalım:
Geçmiş yıllarda özellikle 1973-1985 arasında aynen Hrant Dink gibi, her biri birer dostluk köprüsü olan, barışa ve insanlığa hizmet etmekten başka bir amacı, bir işlevi olmayan 41 diplomatımız, o ülkelerde yaşayan Ogün Samast’lar tarafından öldürüldü.
Hiçbir Batı ülkesinde, örneğin ilk cinayetlerin işlendiği Avusturya’da veya Fransa’da bu barış insanları için halktan herhangi bir tepki geldi mi?
Dün İstanbul caddelerini dolduran ve Hrant’ın cenazesini 8 saat yürüyerek izleyen on binlerce insandan ancak bin, bilemediniz 5 bini Hrant Dink’i tanıyordu. Kalan on binler sadece insani duygularla yola dökülmüşlerdi. Hrant Dink’in şahsında ailesinin, mensubu olduğu cemaatin, meslek dünyasının ve tüm ulusun acısını paylaşmak için oradaydılar.
Hrant Dink’in cenazesinde, bu cinayeti kullanıp toplumu birbirine düşman hale getirmek isteyenlere de ders vardı... Dink, bizi daha da bütünleştirdi.
Cenaze töreninin Meryem Ana Kilisesi’ndeki bölümünde konuşan Patrik Mesrob II bu konuda birçoğumuzun bilmediği veya fark etmediği şeyler söyledi. Meğer Ermeni cemaati, "Devletimiz ve Türk halkı, Ermenilerin binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan T.C. vatandaşları olduğunu görmüyor" diye düşünürmüş. Onlara, "yabancı ve potansiyel düşman" muamelesi yaparmış. O nedenle Ermeni kökenli vatandaşlarımız kendilerini "düşman olarak algıladığımızı" zannedermiş.
Hrant Dink’in ölümüne bu halkın gösterdiği tepki Mesrob II’yi tekzip etse de bu sözlere kulak vermeli vevarsa yanlışlarımızı düzeltmeliyiz.
Mesrob II Hazretleri, "Okul kitaplarından ve okullarımızdan başlayarak toplumdaki bu Ermeni düşmanlığını yok etmeye yönelik çalışmaların ivedilikle ele alınacağına dair inancımızı hálá koruyoruz" diyor.
Patriğin bu cümlesi nedeniyle söylenecek çok şey var ama, bugün onun sırası olmadığı için bırakıyoruz.
Hrant Dink ölümüyle sadece bizlere değil ülkeyi yönetenlere de önemli bir ders verdi:
Son Ceza Yasası’nın düzenlenmesi sırasında iktidar partisi ile ana muhalefet, "ifade özgürlüğünü" iyi işleyen bir demokrasideki düzeye getirseydi Hrant Dink ne yargılanıp ceza alırdı, ne de öldürülürdü.
Ceza yasası düzenlenirken avazımız çıktığı kadar bağırarak "Bu yasayı böyle çıkarmayın! Çıkarırsanız onun bedeli çok ağır olur. Sonunda değiştirmeye mecbur kalırsınız ama bunu üstelik onurunuzla oynatarak yaparsınız" dedik, dinletemedik.
Şimdi bakacağız... Hiç değilse 301’inci maddeyi değiştirecek kadar ders almışlar mı, göreceğiz.
Yazının Devamını Oku