Oktay Ekşi

Ya dışarıdaki seçmenler?

10 Şubat 2007
BİZ burada "Cumhurbaşkanlığı seçimi" ile meşgulüz. Oysa yurtdışından kulakları sağır edercesine güçlü bir feryat geliyor. Lakin ne kulak veren var, ne ilgi gösteren: Bir ayı aşkın süredir Hürriyet’in Avrupa (daha doğrusu yurtdışı) baskılarında oralarda yaşayan insanlarımızın istekleri dile getiriliyor.

Dışarıdaki vatandaşlarımız;

"Bize oy hakkımızı kullanma olanağı veren düzenlemenin gerçekleştirileceği, 1995 yılında Anayasa’da yapılan değişiklikle güvence altına alınmıştı. Aradan nerdeyse 12 yıl geçti. Niçin hakkımız teslim edilmiyor?" diyorlar.

Ve ülkemizi yöneten politikacılara, "Yurtdışında yaşayan vatandaşlarına oy kullandırmayan bir tek Türkiye kaldı. İtalya, Rusya, Ukrayna, Hırvatistan, İran, Azerbaycan hatta Irak bile vatandaşları oy kullansın diye Avrupa ülkelerine sandık getirdi. Anayasa’nın 67’nci maddesinin emrine rağmen çeşitli bahaneler öne süren Türkiye, bu konuda bir adım bile atmadı" diyerek sitemde bulunuyorlar.

Önceki gün bu sitemi Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) Başkanı Ercan Karakaş ile Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı Başkanı Prof. Dr. Faruk Şen, İstanbul’da düzenledikleri basın toplantısıyla Türkiye’ye taşıdılar. Genel sözlerle ve "hakkımızı isteriz"lerle kalmadılar. İlginç rakamlar verdiler:

Diyorlar ki, yurtdışındaki Türkiye kökenli insanlarımızın toplam sayısı 6.5 milyonu buldu. Bunlardan Avrupa’da bulunanların sayısı 4 milyon 200 bin... Bunlardan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına sahip olup da oy kullanma hakkını kullanabilecekler 1 milyon 830 bini buluyor. Ayrıca Avrupa Birliği vatandaşı olan 1 milyon 777 bin kişiden 625 bininin yaşı 18’den yukarı olduğu, aynı zamanda Türk vatandaşlığını korudukları için, toplam 2 milyon 445 bin Türk vatandaşının oy hakkından söz ediyoruz. Bu rakam koskoca İzmir ilininki kadar seçmeni ifade ediyor.

Bu kadar insanını bu ülke yok sayabilir mi?

Efendim, "Anayasamıza göre seçimlerde bir yasanın uygulanabilmesi için onun seçim gününden en az bir yıl önce yürürlüğe girmiş olması lazım" deniyor. O nedenle bir düzenleme yapılsa bile artık uygulanamazmış. Çünkü seçimlerin normal tarihi Kasım 2007 imiş.

Peki Anayasa’nın o hükmünün yürürlüğünü bir yıl erteleyen bir değişiklik neden mümkün olmasın?

Öyle ya... "Milletvekili seçilme yaşını 30’dan 25’e indiren" Anayasa değişikliği de ancak yukarıdaki erteleme yapılırsa yürürlüğe girebilecek. Keza iktidarın seçimlerde harcanan para kaynağının sınırlandırılmasına ve seçmen başına belirli bir miktardan fazla harcama yapılmasının önlenmesine ilişkin -bizce çok yerinde- bir düzenleme teşebbüsü var. Onun ve sistemi düzeltici öteki değişikliklerin de bu sayede yaşama geçmesi mümkün olur. Yeter ki samimiyetle istensin.


Not: Birkaç gün önceki yazımda Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in Hrant Dink olayı soruşturma dosyasından söz ederken "dosyada olmayan şeyler basında yer alıyor" anlamındaki beyanı nedeniyle "Sayın Bakan’ın dosya içeriğini bilmesini yadırgadığımızı" ifade etmiştim. Sayın Bakan aradı, "Ben dosyanın içeriğinden değil Başsavcılığın bana verdiği bilgiden söz ediyorum" dedi. Bu beyanını size aktarma sözü vermiştim. Biraz geciktim. Kendisinden o nedenle özür diliyorum. O.Ekşi
Yazının Devamını Oku

Basra harap olduktan sonra

9 Şubat 2007
GAZETECİLİK tekniği keşke izin verseydi de, dün Washington’da, Temsilciler Meclisi’ne sunulan ve "Türklerin Ermenilere karşı soykırım yaptığını" ileri süren öneriden söz ederken "Tasarıyı engellemek, Türk halkıyla, askeriyle, hükümetiyle, sivil toplum kuruluşlarıyla, aydınlarıyla herkesin görevi" diyen Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e, şöyle bakla gibi harflerle bu sütunda, "Sabah şerifleri hayrolsun Beyefendi! Şimdiye kadar aklınız neredeydi?" diyebilseydik. Yıllardır sadece dilimizde, kalemimizde değil, bu sütunda bile "soykırım iftirasına karşı" tüm kurumlarımızla ve tüm olanaklarımızla mücadele etmeliyiz... Kitaplar yayımlamalı, uluslararası konferanslar düzenlemeli, filmler çevirtmeli, yurtdışındaki öğrenci derneklerini, öteki sivil toplum kuruluşlarını bilgilendirmeli, onlara lojistik destek sağlamalı, savunma stratejisini terk edip saldırı anlayışıyla ve tam bir savaş mantığıyla mücadele etmeliyiz demekten tüy bitti.

Son dört yıldır dış politikamızın sorumluluğunu taşıyan Sayın Abdullah Gül, bu çağrılara kulak verdiğine ilişkin bir tek örnek gösterebilir mi?

Şimdi ABD Kongresi’nden özü itibarıyla "Türkler soykırım yapmıştır" diyen bir önerinin geçeceği anlaşıldıktan sonra sayın bakan Washington’u teşrif edip oradan Kongre’ye salvo ateş açtı.

Hani eskilerin, "Ba’de Harab-ül Basra" (Basra harap olduktan sonra) dediği gibi.

Sayın Gül’e, bırakınız bizim yazdıklarımızı, Prof. Justin McCarthy’nin TBMM’deki bir sempozyumda yaptığı "Bari daha önce basılmış ve şu anda bakanlığınızın depolarında duran kitapları dağıtın da tezinizi öğrensinler" anlamındaki çağrıyı bile duyurmak -yanlış bilmiyorsak- mümkün olmadı.

Belki gazetelerde okumuşsunuzdur. Geçenlerde meşhur TIME dergisi Avrupa edisyonunda, "Bundan böyle Ermeni soykırımı deyimini hiçbir kayda tabi tutmadan (örneğin Ermenilerin Türkler tarafından yapıldığı iddia edilen soykırım demeksizin) kullanmaya karar verdiğini açıkladı. Avrupa’da satılan 550 bin kadar derginin yanında bedava bir de "Türklerin yaptığı soykırımı gösteren" 52 dakikalık DVD dağıttı. Ayrıca, Ermenilerin verdiği tam sayfa bir ilanı bedava bastığını açıkladı. Tüm bunları yapmaya, 6 Haziran 2005 tarihinde Ankara Ticaret Odası’nın TIME’da ücreti karşılığında "Türk turizmini geliştirme" amacıyla yayımlattığı ilan nedeniyle gerek görmüşler. Çünkü o sırada verilen DVD, "Soykırımı inkár ediyor ve aşağılık yalanlarla insanları kandırmayı amaçlıyor"muş.

Gördüğünüz gibi, bazen yaptığımızı da yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz. Çünkü tüm bu işleri koordine etmek gibi bir zahmete bugüne kadar ne hükümet katlandı ne Dışişleri tenezzül etti.

Bırakın şu DVD işini... Şimdi herkesi, bu arada sivil toplum örgütlerini göreve çağıran Sayın Bakan acaba, İngiltere Türk Dernekleri Federasyonu’nun, ASALA tarafından Mehmet Baydar ve Bahadır Demir isimli iki diplomatımızın şehit edildiği güne rastlayan 27 Ocak’ı "Şehit Diplomatlarımızı Anma Günü" ilan ettiğinden haberdar mı?

Ötekileri yeri gelince saymak isteriz... Ama bundan sonra saysak neye yarar!
Yazının Devamını Oku

Gül’ün müjdeleri...

8 Şubat 2007
KENDİ deyişiyle "Nancy Hanım"dan bile randevu koparamayan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, nasıl becerebiliyorsa, tutmuş, ABD’deki temasları hakkında "iyimser" bilgiler vermiş:<br><br>Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi ile görüşememiş, ama "Ermeni soykırımı" konulu önerinin Kongre’de kabul edilmesinin doğuracağı sakıncaları "Nancy Pelosi’nin arkadaşlarına ileteceğinden" söz etmiş. Kuzey Irak'a bir askeri operasyon yapmamız ihtimali olduğu halde ABD'li yetkililer kendisine "böyle bir operasyona karşıyız" dememişler. Bunun mefhum-u muhalifinden "operasyon yapabilirsiniz" anlamı çıkmaz mı imiş?

Kerkük konusunda sadece Türkiye değil "bölgedeki diğer ülkeler de" hassasiyet gösterdiğine göre, anlaşılan çok da endişeli olmaya sebep yokmuş. Kaldı ki "ABD'li yetkililer Irak'ın bölünmesini, kabul edilemez ve düşünülemez bir alternatif" olarak niteliyorlarmış.

Sayın Bakan bu temasları sırasında "ABD'li yetkilileri, PKK konusunda kararlı görmediğini söyleyemez"miş. Bu da anlaşılan "kararlı" oldukları anlamına gelirmiş. Zaten Fransa ve Belçika'da polisin PKK'lılara karşı yürüttüğü operasyonlar ABD'nin de telkinleri sonucu yapılmışmış.

Meşhur hikáyedeki "Fareli köyün kavalcısı" misali Sayın Bakan, yumuşak ses tonu ve gülücüklerle dolu çehresiyle ne kadar pembe tablo çizerse çizsin... Maalesef Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) iktidara geldiği günden itibaren dış ilişkilerimiz her gün daha kötü oldu:

PKK konusunda kilitlendik. "Ermeni soykırımı" konusunda yenilginin eşiğine geldik. Irak'ın geleceği konusunda tek bir önerimizi kimseye kabul ettiremedik. İsrail'i kırdık. Onu kırarken bari Filistin'i kazansaydık! Tam tersine Hamas'ı memnun edeceğiz derken El Fetih'i darılttık.

Fransa ile ilişkilerimiz "şeker renk"... Almanya ile berbat!

Avrupa Birliği'ni nerdeyse tümden unuttuk. Zaten onlar da bizi "defterden silmiş" gibiler.

Türk cumhuriyetlerini anımsayan hiç kalmadı.

Biraz Suriye... Biraz İran! Gerisi külliyen yalan...

Örnek olarak şu, "Ermenilere karşı soykırım yaptığımız" iddialarıyla ilgili halimize bakalım:

Türkiye'yi suçlayan önerinin altında dün, Temsilciler Meclisi üyelerinden 160'ının imzası vardı. Baştaki imza da Gül'ün "Nancy Hanım"ının yani meclisteki "çoğunluk lideri"nin...

Bu olayın bu noktaya geleceği yıllardır biliniyordu. Ama son dört yıldır sorumluluğu taşıyan Abdullah Gül -ve AKP iktidarı- artık somut tehlikeyle burun buruna gelmişti. Buna rağmen Türk ulusuna yönelik iftiralara karşı dişe dokunur tek bir şey yapmadılar. Ne zaman konu gündeme gelse Dışişleri Bakanı Gül, daha ilk cümlesini duyunca "bir şey yapmayacağını" rahatça anlayacağınız bir üslupla "Her türlü olanağı kullanarak bu önerilere karşı duracağını" söylemekle yetindi. "Artık savunmayı bırakın, saldırın!" diyenlere de kulak tıkadı.

"Türkler soykırım yapmadı" tezini savunan Prof. Justin McCarthy ile geçen gün vefat eden Avusturyalı Profesör Eric Feigl bugünkü Türk hükümetinden çok daha fazla çaba sarf etti.

O kafayla, o yaklaşımla bu noktaya ulaşılabilirdi... Nitekim oraya geldik.
Yazının Devamını Oku

Gözardı edilen boyut...

7 Şubat 2007
DEVE midir, kuş mudur bir türlü karar veremediğimiz "laiklik" ilkesi, Anayasa’da yer alışının 70’inci yıldönümü dolayısıyla yeniden tartışma konusu oldu.<br><br>Tartışanların sözlerine gelmeden belirtelim: Türkiye’yi idare eden Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı ya laikliği bilmiyor, yahut bilmek istemiyor. O nedenle "laiklik eşit din ve vicdan özgürlüğüdür" diyerek noktayı koyuyor.

Gerçi bu daha çok AKP lideri Tayyip Erdoğan’ın ağzından çıkan görüş...

Hoş, bu görüşünün hiç temeli olmadığını söylemek mümkün değil. Çünkü Anayasa’nın "laikliğin temel unsurlarını" içeren 24’üncü maddesinin başlığında "laiklik" yok. Onun yerine "din ve vicdan hürriyeti" denmiş.

Başlık "din ve vicdan hürriyeti" olunca, gerekçede laikliğin devlet sistemi içindeki yerine değinilmemiş. Sadece "din ve vicdan özgürlüğünün önemi" ifade edilmiş.

Şimdi aslında laikliği içlerine sindiremeyen ama kanun zoruyla "benimsemiş gibi" görünen AKP’liler, "Laikliği biz Anayasa’nın 24’üncü maddesinin gerekçesindeki gibi anlıyoruz" diyerek, hem laikliği benimsemiş gibi görünüyorlar hem de şeriata götüren kapıyı açık bırakmış oluyorlar.

Kanun zoruyla dememizin sebebi şu:

Hem Anayasa hem de Siyasi Partiler Yasası, "laikliği benimsemeyen siyasi partinin kapatılmasını" emrediyor. O nedenle Türkiye’de kurulan bir siyasi partinin istese de istemese de programına "Laikliği benimsiyoruz, onu koruyacağız" anlamında bir hüküm koyması gerekiyor. Eskiden (özellikle Necmettin Erbakan’ın kurduğu partilerin programlarında) "Laikliği dinsizlik olarak anlamıyoruz" türü bir lafla, yasak savılırdı. AKP tam da öyle yapmadı. Programında:

"Partimiz, dini, insanlığın en önemli kazanımlarından biri; laikliği ise demokrasinin gerekli şartı, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak görür. Laikliğin, din düşmanlığı şeklinde yorumlanmasına da, örselenmesine de karşıdır.

Esasen laiklik, her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda yaşamalarını; ancak inançsız insanların da hayatlarını bu doğrultuda tanzim etmelerini sağlayan bir ilkedir. Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir"
dedi.

Dikkat ederseniz, laikliğin "din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi" olduğu söyleniyor ama, öteki boyutuna yani "devletin din kurallarıyla yönetilmemesi" hususuna hiç değinilmiyor.

Bir başka deyişle "Türkiye’de rejim değişse de şeriat kuralları geçerli hale gelse, bizce bir sakıncası yok" der gibiler. Aksi söz konusu olsa, yüzyıldır tartışılan bu tehlike konusunda herhalde bir cümlelik görüş ifade ederlerdi.

Bu gerçeği görünce, Başbakan’ın ikide bir neden "Anayasa’nın 24’üncü maddesinin gerekçesindeki anlayışı benimsiyoruz" dediğini de TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın neden "Laikliği tanımlamaya ihtiyaç var" diyerek "din ile devlet ilişkisini" görmezden geldiğini de anlamak mümkün oluyor.
Yazının Devamını Oku

Çözüm mü istiyorsunuz?

6 Şubat 2007
AŞAĞIDAKİ satırları dünkü Hürriyet’ten aktarıyoruz. Hepimizin şikáyet ettiği konuyu, Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in ağzından dinleyeceksiniz. Arkadaşlarımız belli ki, Hrant Dink olayı üzerine uydurulan senaryolar; "başarılı gazetecilik" adına atılan palavralar; kurumlar arası savaş gibi algılanan görüntüler hakkında ne düşündüğünü sormuşlar. Çiçek de açmış ağzını;

"Bu olup bitenlerin bilgi kirliliğine yol açtığı ve soruşturmayı zorlaştırdığı ortada. O kadar yalan, yanlış ve kafa karıştırıcı bilgiler veriliyor ki onlar hiç dosyada yok (bakan dosyanın içeriğini nereden biliyor diye sormak gerekmez mi? O.E.), ya da o şekliyle değil. (...) Bu yalan, gerçeği yansıtmayan bilgiler başka maksatlar için veriliyor. Soruşturmanın bütün boyutlarıyla ortaya çıkması yerine, adeta birilerinin, birilerinden intikam alması savaşına dönüşüyor. Benim gördüğüm budur. Son derece rahatsız edici bir durumdur.

İstediğiniz kadar
’soruşturma gizli’ deyin, hiç kimsenin buna uyduğu yok. Ondan sonra da bu gizliliğe uymayanlar da ’buna niye uyulmuyor’ diye şikáyet ederler. (...) Madem birileri bilgi vermek istiyorsa, o bilgileri gidip Cumhuriyet Savcısı’na versinler, bunların araştırılıp soruşturulmasını istesinler. Bu olaydan ders çıkartması gerekenler var. Onlar gerekli dersi çıkartsınlar. Olay son derece rahatsız edici boyutlar kazandı" demiş.

Bu sözleri söyleyen Sayın Bakan, aynı anda kendisinin -ve bizlerin de- şikáyetçisi olduğumuz bilgi kirliliği meselesinin üstüne gitmesi beklenen hükümetin bir üyesi değil mi?

Aslında Sayın Bakan’ın şikáyet ettiği şeyin düzeltilmesi için -geçen gün de yazdığımız gibi- 2003’ün Kasım ayında yani İstanbul sinagogları bombalandıktan sonra Basın Konseyi adına, İstanbul Emniyeti’ne çözüm önerileri sunduk. "Uygulayacağız" dediler, uygulamadılar. Çünkü uygulamak, onu uygulayacak yetkililerin işine gelmedi. "Kamuoyunu bilgilendirme" meselesi kurala bağlanınca -örneğin sözcülük kurumu oluşturulunca- en baba büyüklerin ekranlarda görünmeleri bitecekti.

Sözünü ettiğimiz çözümü bir de Tamer Yılmaz isimli bir okuyucumuzun e-mail’inden okuyalım:

"ABD’de her kurum ve firmanın basın sözcüleri ve halkla ilişkiler personeli vardır. Mesela bir mühendislik hizmetleri veren firmaya basın mensupları geldiği zaman çalışanların ağızlarından bir kelime dahi alamazlar. Çünkü daha işe alınma kontratlarında yazılmıştır: ’Firma ve firma ile ilgili iyi, kötü herhangi bir beyanat vermek, işinize son verilmesine neden olabilir!’ diye.

Hastanelerde de böyledir. Bir soruşturma olduğu zaman sadece ve sadece soruşturmayı yapan devlet/polis görevlilerine bilgi verilir. Personelin kendi başına bilgi vermeye kalkması işten atılma nedenidir. Aynı şekilde devlet/polisin de
(karakollar dahil) basın açıklaması yapma yetkisiyle (ve tabii bilgi ve görgüsüyle) donatılmış kişi veya kişileri vardır. Öyle değil bekçi, odacı... Komiser bile kendi başına hezeyani (saçma sapan O.E.) bir açıklama yapamaz. (...)"

Gördüğünüz gibi, istenirse çözüm çok basit... Firmalar kendi işlerini yaparlar. Kamu kurumlarını çizgiye sokmak da hükümetin işi... Tabii ağlamayı, şikáyeti bırakıp da yaparsa...
Yazının Devamını Oku

Şikáyet eden bari haklı olsa

4 Şubat 2007
HEM basın mensuplarına ipe sapa gelmez haberler verilmesine -işine geldiği sürece- göz yumacaksın, hem de "Birtakım kişiler büyük bir bilgi kirliliği yaratıyor" diye şikáyet edeceksin. İstanbul Emniyet Müdürlüğü yetkililerinden biri, Hrant Dink cinayetinden yola çıkarak "desteksiz atma" rekorları kıran basınımızdan şikáyet ederken söylemiş bunu.

İhtimal Hrant Dink’in öldürüleceğinin İstanbul Emniyeti’ne resmen bildirilmesine rağmen Dink’i korumamış olmanın sorumluluğundan kurtulmaya çalışıyorlar.

İnsan ortadaki yanlışın düzeltilmesi için lafa nereden başlayacağını tayin edemiyor:

Bilgi kirliliği olmasın isteyen kurum, önce kendi yanlışını düzeltir. Örneğin, basına bilgi verme yetkisi kime aitse onu belirler, ilan eder. Ona her gazeteci kolay ulaşır. Herkesle sadece o muhatap olur. O da gazetecileri uyutmaya kalkmadan, yani dürüstçe fakat soruşturmanın seyrini bozmayacak şekilde gazetecilere bilgi verir. O zaman bu zıpırlıklar olmaz.

Ama bu çok basit önlemi, şimdiki İstanbul Valisi Muammer Güler ile Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’a 15 ve 20 Kasım 2003 tarihli Sinagog, İngiliz Başkonsolosluğu ve HSBC Bank bombaları ardından kendimiz önerdik. "Doğrudur, yapalım" dediler. Birkaç hafta göstermelik bir düzenleme yaptılar. Sonra yine bildiğimiz o başıbozuk düzene döndüler. Çünkü bizim dediğimiz yapılırsa, olayı çarpıtıp kendine puan toplama yolu tıkanıyor. Sözcü kişi çarpıtırsa hesap sorulacağını biliyor. Herhalde bunu gördüler, vazgeçtiler.

Şimdi "bilgi kirliliği"nden yakınıyorlar. Oysa hiç hakları yok.

Bu birinci nokta. İkincisi:

Hrant Dink’in katil zanlısı ile fotoğraf çektiren polis ve jandarmaya neden kızıyoruz ki?

Bu polis devletin polisi değil, bu iktidarın polisi. Onun zihniyetine paralel tavırlar sergiliyor. Örneğin, havaalanından geçen bir tarikat şeyhi görünce kendi sıfatını ve görevini unutup elini öpme yarışına giriyor. Profesyonelliğin kurallarını bilmiyor. Nitekim birçoğu devletin yasalarından ve teşkilatın emirlerinden çok kendi cemaatlerinin kurallarına bağlı. Onu uyguluyor... Bu polisten bugünkünden fazla ne bekleyebilirsiniz?

O görevini değil, cemaatin işine geleni yapıyor. Böyle polis yalan da söyler, iftira da atar. Elbet yalancı tanık kullanır, kanıt karartır. Elbet tutanak yırtar, elbet zanlıyı yargıdan kaçırır.

Polisi devletin polisi yapmadıkça, siyaset ile cemaatlerin etki alanı dışına çıkarmadıkça Türkiye’de ne soruşturmanın selameti söz konusu olabilir, ne bilgi kirliliği önlenebilir.

Polis iktidarın değil devletin polisi olacak. Yasadan başka kural tanımayacak. İçindeki avantacıları, rüşvetçileri, zorbaları temizleyecek. Terfide, tayinde sadece "liyakatin" geçerliliği sağlanacak. Eğitimi ve disiplini mükemmel, maaşı yüksek olacak. Polis ancak o zaman polis olacak.
Yazının Devamını Oku

Başıbozukluk...

3 Şubat 2007
HRANT Dink öldürüldükten 32 saat sonra katil zanlısını bulduk diye nasıl da çalım satmıştık. Şimdi anlıyoruz ki zanlının fotoğrafı televizyonlardan yayınlanmasa ve babası "Bu benim oğlum" diyerek Emniyet’e başvurmasaydı, belki bu dosya da "faili meçhul"ler kervanına katılabilirmiş. Gördüğünüz gibi emniyet güçlerimiz, suçluları adeta bıraktılar birbirlerini suçlama yarışına girdiler.

Emniyet Jandarma’yı, Jandarma Emniyet’i suçuyor. Orada bitmiyor, Emniyet’in bir bölümü de ötekini suçluyor.

Bu yapılırken de araç olarak basın/medya kullanılıyor.

Şimdi söyleyin bakalım... Trabzon’daki muhbiri McDonald’s’ın 2004 yılındaki bombalanması olayıyla ilgili soruşturma dışında tutan mı sorumlu, yoksa onun Emniyet’le ilişkisini kesen mi?

Muhbirin telefonlarını dinleme amacıyla polisin yaptığı başvuruyu, "orası Jandarma bölgesidir" diyerek reddeden yargıç mı kusurlu, yoksa bu isteği Jandarma aracılığıyla tekrar yargıya götürmeyenler mi?

Trabzon polisinin "Hrant Dink’in öldürüleceği haberini aldık. Araştırın" diye yaptığı uyarıyı dikkate almayan -veya üstünkörü bir araştırmayla rafa kaldıran- İstanbul Emniyeti mi, yoksa Emniyet Genel Müdürlüğü’ndeki (üstelik Trabzon’dan gelmiş) İstihbarat Daire Başkanı mı?

Zanlı Ogün Samast’ı yakaladıktan sonra onun nizami usulle çekilen fotoğraflarından ayrı olarak Samsun Emniyeti’nin çay ocağında kendisiyle hatıra fotoğrafı çektirmek için yarışa giren polis ve jandarmalar mı kusurlu, yoksa onlara "zanlı ile hatıra fotoğrafı çektirmenin profesyonel açıdan çok büyük bir disiplin suçu oluşturacağını" öğretmeyen polis ve Jandarma teşkilatı mı?

Yoksa soruşturmanın seyrini etkileyecek demeç veren yetkililer mi?

Gördüğünüz gibi inanılmaz bir karmaşa içindeyiz.

Kurumlar ve yetkililer hem suç işliyor, hem de başkasını suçlu göstermek için yarışıyor.

Aksi söz konusu olsa Emniyet teşkilatı, Ogün Samast’ın üzerinde Atatürk’e ait olduğu ileri sürülen bir söz yazılı bayrak önünde çekilmiş "poster" havalı fotoğrafıyla ilgili video kayıtlarını "Jandarma Karakolunda" çekildiği iddiasıyla yayınlatır mıydı?

Nitekim Jandarma Genel Komutanlığı, "(Ogün Samast’ın bayrak önündeki görüntülerinin) kaynak belirtilmeden ve jandarma karakolunda çekildiği ifade edilerek TGRT kanalına servis edilmesi, bu tertibin arkasında olanların niyet ve maksatlarını göstermesi açısından son derece düşündürücü ve endişe vericidir" diyen bir açıklama yapmak zorunda kaldı.

Böyle polis örgütü olur mu?

Bir zamanların -1980 öncesinin- "Polder" (solcu polis derneği) ile "Polbir" (sağcı polis derneği) bile polis teşkilatını bu kadar bölememiş, bu kadar köreltememişti.

Emniyet Genel Müdürlüğü adına açıklama yapan sözcü İsmail Çalışkan’ın;

"Kurumların basın önünde birbirlerini suçlamaları doğru değildir. Jandarma veya polis olsun bu ülkenin önemli kurumlarıdır, kurumların ahenk içerisinde çalışması önemlidir. Görüntülerin böyle sızdırılması da şık olmamıştır" dediği bildiriliyor.

Peki polisin yaptığı şık mı?
Yazının Devamını Oku

Derin devlet nerede?

2 Şubat 2007
TARTIŞACAK konu yaratmakta ustayız ya... Sorun çözmeyi beceremeyince tartışacak sorun üretiyoruz.<br><br>Son olarak "Derin devlet nedir?" tartışmasına kilitlendik. Bu sorunun yanıtını bilene biz rastlamadık.

Önce "derin devlet" konusunu ortaya atan Başbakan Tayyip Erdoğan’dan başlayalım.

Başbakan, Kanal 7 TV’deki "İskele Sancak" isimli programda:

"Derin devlet tanımına katılmıyorum diye bir şey yok. Niye olmasın? Osmanlı’ya dayanıyor. Gelenekten gelen bir şey. Bunu minimize etmek, mümkünse yok etmek, bunu başarmak önemli" diyerek tartışmayı başlattı. Sonra tanımlamayı biraz daha netleştirdi:

Derin Devlet Başbakan’a göre, bir bakıma "kurumların içindeki çeteleşme" imiş. Bu düşüncesini de Etiyopya gezisine katılan gazetecilere, uçakta söyledi. "Bu tür bir yapı var. Bugüne kadar bu tür bağlantıların üzerine gidilemediği için bedelini hem millet, hem devlet olarak ödedik" dedi. Eğer yasama, yürütme ve yargı el ele verirse sonuç alınabileceğini vurguladı.

Gazetelerde izlemişsinizdir. Bu sözler üzerine "derin devlet" kavramını tanımlamayan nerdeyse kalmadı.

Sayın Süleyman Demirel’e göre "derin devlet, normal devletin raydan çıkmış hali" imiş. "Kökünde ya devlet yıkılırsa?" korkusu yatarmış. O yüzden birileri harekete geçmek gereğini duyarmış. İşte "derin devlet" denen şey, "Devleti biz kurtaralım" diyenlermiş.

Sayın Kenan Evren’in de Demirel’in tanımlamasına benzer bir açıklaması var. "Devlet zaaf gösterirse, derin devlet müdahale eder... Etmiştir... Kimse (12 Eylül 1980 müdahalesi öncesinde bize) ’Paşam müdahale etmeyin’ demedi. Bilakis, ’Edin... El koyun’ denildi" diyor. (Bu alıntıların kaynağı 1 Şubat 2007 tarihli Zaman gazetesidir.)

Görüldüğü gibi, derin devlet kavramını herkes, faili meçhul cinayetlerden, Susurluk çetesine ve Şemdinli olaylarına kadar aklına takılan hangi olay varsa onunla açıklıyor.

Derin devlet nedir, var mıdır, yok mudur, in midir, cin midir, biz de bilmiyoruz. Ama yapılan tanımlamalardan anlıyoruz ki, bilmeseler de insanlar belirli noktalarda birleşiyorlar:

Önce "hukuk tanımayan" bir güçten söz ediliyor. Ama bu gücü kimileri "devletin -veya vatanın- yüksek menfaatlerini koruma" iddiası, kimileri "devlet içinde çete kurup çıkar sağlama" çabası ile açıklıyor. Birincisi "hükümet darbesi" yapmayı "derin devlet"le açıklıyor, ikincisi "devlet gücünü kullanarak çıkar sağlamayı" derin devletin marifeti sayıyor. Derin devleti, çıkar amaçlı çete kuran kamu görevlileri sanıyor.

Derin devletin var olduğunu iddia etmek aslında, "ülkemizde hem etkin şekilde görev yapan hem de her kararının, her eyleminin hesabını veren, bir başka deyişle SAYDAM bir devlet yok" demektir.

Çünkü aksi halde kimse ne çeteleşebilir ne de darbeciliğe soyunur.

Derin devleti o nedenle kapı arkasında aramayalım. O, bizi yönetenlerin zaafında yatıyor.
Yazının Devamını Oku