Oktay Ekşi

Araba devrilmeden...

20 Şubat 2007
GÜNDEMİN ortasında kaç aydır Türk Ceza Yasası’nın 301’inci maddesi diye bir konu var. Kaçınılmaz olduğundan mı?<br><br>Tam tersine, böyle bir konuyu konuşmaya bile hiç gerek yokken, aylardır sağırlar diyaloğuna benzer bir şekilde konuşuyoruz, tartışıyoruz ve bir yere varamıyoruz. Çünkü bir yere varmamızı sağlayacak hükümet, onu istemiyor. İsteseydi:

Bu 301’inci madde başta olmak üzere yeni Ceza Yasası’nın ifade özgürlüğünü kısıtlayan en az 23 hükmü iki yıl önce Basın Konseyi tarafından ortaya çıkartıldığı ve "bunları gelişmiş demokrasilerdeki ölçütlere göre düzeltelim" dediği zaman gereğini yapmaz mıydı?

Hadi diyelim ki, bizzat Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in ifadesiyle "uygulamayı görüp de ona göre hareket etmeyi" tercih ettiler.

Uygulama ise, işte Hrant Dink de ortada, Orhan Pamuk ve Elif Şafak’ın başından geçen de... Son ikisi hakkındaki ipe sapa gelmez suç ihbarı, daha ilk aşamada "takipsizlik"le sonuçlanabilecekken konu mahkemeye götürüldü. Mahkeme olayı ele alıp da "davanın reddine" veya "beraate" karar verinceye kadar aylar geçti. O arada tüm dünya Türkiye’yi tefe koydu çaldı... Zihinlerde de sanki bu insanlar hapse atılmış gibi bir iz kaldı.

Efendim "onların yasalarında böyle hüküm yok muymuş?"

Var... Var ama Türk olmanın da bu dünyada bir bedeli var. Onlar ırkçılığın en aşağılık, en sinsi türünü yapar hoş görülür. Türk asıllı bir futbolcu, takım arkadaşına biraz kaba davransa adı "ırkçı"ya çıkar.

Orada "Türkler kötüdür, aşağılıktır" demeniz serbesttir ama "Yahudiler kötüdür" derseniz hapsi boylarsınız.

Hani "Voltaire’in Fransası" var ya, o Fransa, sadece kendileri için değil, yaşadığımız çağ için de utanç verici bir öneriyi kabul ederek "gerçek öyle değil, böyledir" diyeni 5 yıla kadar hapsetmeyi meşru hakkı sayar... Bize Kopenhag Kriterleri nutku çeken ülkelerden ses çıkmaz.

Amerika düpedüz "Amerikan vatandaşı için adalet başka, yabancı için başka" diyen yasa çıkartır, kimse itiraz etmez. İngiltere, insanlığa kendi hediyesi olan "adil yargılanma hakkı"nı alenen çiğner, o bile sineye çekilir.

İsrail’in elinin uzandığı yerlerde insan haklarının çiğnenmesi serbesttir. Bir şey diyen olmaz.

Ama Türkiye’nin 301’inci maddesi, kıyametlerin kopmasına yeter.

Sanmayınız ki bu sözlerimiz, "Madem onlar ikiyüzlülük yapıyor, biz de 301’i aynen koruyalım" anlamına geliyor.

Hayır! Biz doğru olanı yapalım. Doğru olan 301’in bugünkü haliyle sorun yarattığıdır. Onu hem Türk ulusu gibi, Cumhuriyetimiz gibi temel değerleri koruyacak şekilde değiştirelim, hem de ifade özgürlüğünü koruyalım.

Sadece onu değil... Türk Ceza Yasası’nın, yarın karşımıza çıkacak öteki sakıncalı hükümleri var. Onları da "demokratik hukuk devleti" gereklerine uygun şekilde değiştirme amaçlı çalışmayı daha fazla gecikmeden başlatalım.

Kendilerine "devlet adamı" diyenlere düşen, bir sorun ortaya çıkmadan görüp önlemi almaktır. Yoksa araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur.
Yazının Devamını Oku

Adalet mi rezalet mi?

18 Şubat 2007
YAPTIKLARI çürük binalar yüzünden 17 Ağustos 1999 depreminde pisi pisine ölen 17 bini aşkın insanımızın hesabını büyük bir beceri ve başarı göstererek, "zamanaşımı" yoluyla kapattık.<br><br>Devletin birinci görevi adalet dağıtmak değil midir? Elbet öteki görevleri de var. Örneğin ülkeyi savunacak, toplumun huzurunu, düzenini koruyacak, halkı refaha kavuşturacak, insanları özgür bir ortamda yaşatacak... vs.

Ama adalet dağıtmak gibi en temel görevi yerine getiremeyen bir yapıya hangi yüzle devlet diyebilirsiniz? "Adalet mülkün temelidir" yazısı mahkeme duvarlarında süs olarak mı duruyor?

Biz iyi huylu bir milletiz de son olarak Radikal ve Milliyet gazetelerinin güncelleştirdiği "zamanaşımı" skandalı yüzünden sokaklara dökülmüyoruz, adliye saraylarının önünde protesto gösterileri yapmıyoruz.

Hoş orada gösteri yapsanız ne faydası var?

Yargıyı bağımsızlaştırmak, adaletin hızla tecelli etmesi için gerekli önlemleri almak vaadiyle iktidara gelen bir kadro, o konuda dişe dokunur tek bir adım atmadıktan sonra, yargıçlarla savcılar ne yapsın?

Milliyet’te dün, 17 Ağustos depremi sonunda sorumlular aleyhine, 2100 dava açılmış olduğu, Kocaeli Barosu avukatlarından Ersayın Işık’ın araştırmasına dayanarak bildiriliyordu. Bunlardan 1800’ü "çeşitli nedenlerle" ceza verilmeksizin sonuçlanmış. Kalan 300 davadan 150’si zamanaşımına girmiş. Cezası ertelenen 120 dosyayı düşerseniz sadece 30 dosya ceza ile sonuçlanmış.

Zamanaşımına uğramadan bitirilebilen davalarla ilgili bilgiyi de Yargıtay 9. Ceza Dairesi Başkanı Hasan Gerçeker’in açıklamasından öğreniyoruz.

Başkan, Yargıtay’ın yıllardır şikáyet ettiği çok ağır iş yükünün dosyaları zamanında ele almaya olanak vermediğinden -bizce de çok haklı olarak- yakındıktan sonra aklımızın almadığı şu cümleleri sarf etmiş:

"Deprem davalarını öncelikle görüştük. (...) Her dosyada aynı ilkeyi uygulamaya çalıştık. Ama mağduriyeti önlemek isterken yeni mağduriyet yaratmamak için, cezalarının ertelenmesine karar verilen sanıklar hakkındaki kararları bozamadık. Bozsaydık zamanaşımına uğrayacaktı."

Ne demek bu?

Bu sözler "biz adalet dağıtma işini, kendi vicdanımıza uygun şekilde yerine getiremedik" demek değil mi?

O zaman, adaletin tecellisini "zamanaşımı" yoluyla engellemekten farklı bir şey mi yapılmış oluyor?

Sayın Başkan’ın sözlerini onu eleştirmek için aktarıyor değiliz. Sözlerinden kendi içinin de kanadığını, iki kötüden daha az kötü olanı tercih zorunda kaldıklarını anlatmak istediğini anlıyoruz. Bunun sorumluluğunun mahkemelerimizin tembelliğinden çok, yukarıda değindiğimiz gibi siyasi iktidara ait olduğunda ısrarlıyız.

Ama vatandaş -haklı olarak- mazeret dinlemez. O "adil bir şekilde yargılanmak" ister. Hakkını alamayınca da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kapısına dayanır. Nitekim Düzce Depremzedeler Derneği Başkanı Avukat Ayşegül Şenol bu yola başvuracaklarını açıkça söylemiş.

Bir tek Veli Göçer adında birini uzun süreli hapse mahkûm edince kamuoyunun tatmin olacağını sanan zihniyetle mücadele eden herkese başarı diliyoruz.
Yazının Devamını Oku

Olmert’e neyi sormalıydık?

17 Şubat 2007
ÇAĞIMIZDA bir ülkenin devlet başkanı veya başbakan düzeyindeki liderinin bir başka ülkeyi ziyaret etmesi artık önemli bir haber sayılmıyor. Türkiye’ye de bir yığın lider gelip gidiyor da, kimsenin haberi olmuyor. <br><br>Ama İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in son Türkiye ziyareti anlaşılan öyle olmayacak... Daha ziyaret başlamadan biliyorsunuz Başbakan Tayyip Erdoğan, Müslüman dünyası için çok önemli bir kutsal yer olan Kudüs’teki Harem-i Şerif’te yapılması söz konusu yaya yolu ve kazı faaliyetinin Mescid-i Aksa’ya zarar vereceğinden pek de diplomatik sayılmayacak bir lisanla yakındı.

Mesele orada kalsa iyi idi. Ehud Olmert’le Ankara’da yaptığı görüşmede, Mescid-i Aksa’nın zarar görmeyeceğine ilişkin aldığı bilginin kendisini "dört dörtlük tatmin etmediğini" Başbakan Tayyip Erdoğan tuttu, birlikte yaptıkları basın toplantısında, konuğunun gözünün içine baka baka ilan etti.

İlginçtir... Konuk Başbakan bu muameleye ve bu sözlere pek de tepki göstermedi. Tam tersine, "İnanmıyorsanız bu işten anlayacak adamlarınızı gönderin, Kudüs’teki inşaat yerini görsünler, size rapor versinler" anlamında bir yanıtla konuyu bir gerilim sebebi yapmak istemediğini gösterdi.

Türkiye’nin tam da ABD Kongresi’ne "Ermeni soykırımı" konulu bir önerinin reddedilebilmesi için İsrail Başbakanı’nın desteğine ihtiyaç duyduğu bir sırada bu tür mayhoş tavırların ne sonuç getireceğini herhalde fazla gecikmeden görürüz.

Bize kalırsa Sayın Erdoğan, "laik Türkiye’nin Başbakanı" olduğunu göz önünde tutsa da Mescid-i Aksa konusunu "şahsi ilgisi" nedeniyle dile getirdiğini söylese daha iyi olurdu.

Hadi nüfusunun yüzde 98’i Müslüman bir ülkenin Başbakanı sıfatıyla -bir de Kudüs’ün üç dinin kutsal kenti olduğunu göz önünde tutarak- bu konuya duyarsız kalmamasını saygıyla karşılayalım. Öyle ya... Osmanlı’dan miras kalan Ecyad Kalesi’nin Suudi yönetimi tarafından yıkılmasına nasıl tepki gösterdiysek, aynı şekilde Kudüs’te olup bitene tepki gösterebiliriz demek mümkün.

Lakin bize kalırsa İsrail Başbakanı’na söylenecek başka ve çok daha önemli şeyler vardı. Örneğin İsrail’in Kuzey Irak’taki faaliyetleri hakkında Ehud Olmert’ten bilgi istesek iyi olurdu. Öyle ya Türkiye’ye kafa tutacak kadar yüksek sesle konuşan Mesud Barzani’nin adamlarını İsrail’den gelme uzmanların eğittiğini bilmeyen kalmadı.

Keza Olmert’ten Kuzey Irak’ta kurulmasına çalışılan ayrı devlete nasıl baktığını sorsak doğru olurdu.

Madem ki "insan haklarını artık bir ülkenin iç sorunu saymayan" bir dünyada yaşıyoruz, Olmert’e pekálá Filistinli sivil halka karşı uyguladıkları politikaların evrensel insan hakları anlayışıyla nasıl izah edilebildiğini sorabilirdik.

Doğrusu bir soru daha aklımıza geliyor ama bizim yetkililerin zarafetleri nedeniyle mi o konuya hiç değinmediklerini bilmiyoruz. "İran’ın nükleer silah yapması ihtimali herkesi tedirgin ediyor da İsrail’in elindekiler herkese huzur mu veriyor?" diye neden soran yok, merak ediyoruz.
Yazının Devamını Oku

O kadar kolay mı?

16 Şubat 2007
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın Türkmenistan’a yaptığı geziye katılan arkadaşımız Ferai Tınç, Başbakan’ın "Kuzey Irak’taki bölgesel Kürt hükümeti ile ilişkileri geliştirecek adımlar atılabilir. Neden olmasın? Yeter ki bu yakınlaşma huzur getirsin, barış getirsin, olumlu gelişmelere yol açsın. Eğer atacağımız her adım bizim için huzur getirecekse, onlar için huzur getirecekse, buna her zaman varız" dediğini bildiriyor.

Bunlar önemli sözler. Türkiye’nin sadece Kuzey Irak’taki Barzani yönetimine değil, genel olarak Irak’a ilişkin politikalarında da çok radikal değişiklik beklememiz gerektiğini söylüyor.

Böyle bir değişiklik olur mu, olamaz mı, önümüzdeki haftalara kalmaz, görürüz. Biz şimdilik Sayın Başbakan’ın bu sözleri, tüm ilgililerle görüşmeden, ciddi bir değerlendirme yapmadan söylemiş olabileceğine inanmak istemediğimizi belirtelim.

Böyle bir değişiklik iyi mi olur, kötü mü olur -veya Türkiye açısından doğru mudur, değil midir- konusuna değinmiyoruz. Yalnız konuya biraz yaklaşınca, kafa karıştıracak birçok unsurun göze çarptığını belirtmekle yetineceğiz.

Örneğin... Sayın Başbakan bu sözleriyle Kuzey Irak’taki yönetimi Bağdat’tan yani merkezi idareden ayrı değerlendirmiş olmuyor mu?

Öyle ya... Bağdat’ın adını bile ağzınıza almadan eğer siz "Kuzey Irak’taki yönetimle ilişkileri geliştirmekten" söz ediyorsanız, orayı muhatap kabul saymışsınız demektir.

O zaman Irak’ın bütünlüğünün korunmasına ilişkin politikalarımız ve taleplerimiz nerde kaldı diye sorulmaz mı?

Geçenlerde Irak’ın, SOMO isimli devlete ait petrol şirketi "Türkiye’den Irak’a işlenmiş petrol taşıyan tankerlerin sahibi olduğu şirketler, sözleşme süreleri bitince artık Bağdat’a değil Kuzey Irak’taki yönetime başvursun" anlamında mektup gönderdi diye kıyameti kopartan, "Ankara, Bağdat’tan başka muhatap tanımaz" diye havalar basan Türkiye değil de acaba Hotanto hükümeti miydi?

Biliyorsunuz Kuzey Irak’taki Barzani yönetimi yıllardır bir Türkiye’ye gülücük göndererek -hoş sırtını ABD’ye dayayalı beri onun yerini Türkiye’ye dönük tehditler aldı-, bir PKK’lılara arka çıkarak "durumu idare etmeyi" bugüne kadar başardı.

Son bir iki yıldır da çok açık bir dille "PKK’yı tasfiye amaçlı bir harekat yapmayacağını" tekrarladı durdu.

Şimdi biz aynen Sayın Başbakan’ın dediği gibi "Kuzey Irak’taki bölgesel Kürt hükümeti ile ilişkileri geliştirecek adımlar" atmaya kalkarsak, Barzani PKK’ya karşı bizim yanımızda mı yer alacak? En azından PKK’nın sığındığı yerlerin, ikmal yollarının, mühimmat depolarının, silahlarının yerlerini mi bildirecek!

Sayın Başbakan’ın eğer böyle bir umudu varsa, Şeytan diyor ki: "Dokunma! Başbakan politikamızı değiştirsin. Bağdat’tan başka bir yer tanımayızdemekten vaz geçsin. Biz de PKK terörünü tasfiye etme hatırına bu olup bitene gözlerimizi yumalım."

Tabii, bunu dediğiniz ve bu yeni çizgiden gittiğiniz zaman "Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti yoktur ve kurulamaz" demekten vazgeçeceğinizi ve Kerkük’ü tamamen unutacağınızı bilmeniz gerekir.
Yazının Devamını Oku

Açalım mı, açmayalım mı?

15 Şubat 2007
DİLİMİZE yerleşmiş yarı çarpık ifadeyle, "Kafayı taktı" demeyin. Bir konunun çok önemli olduğuna siz inanıyorsanız ama asıl sorumluların ve yetkililerin ilgilenmediğini veya göstermelik bir ilgi ile konuyu geçiştirdiğini görüyorsanız, ikide bir o konuya dönmek zorunda kalıyorsunuz. "Ermeni soykırımı" meselesi yıllardır böyle oldu. Ne hükümetler gereken önemi verdi ne de tarihçilerimiz ve -son birkaç yıl hariç- Türk Tarih Kurumu konuyla meşgul oldu.

Bizimkilerin tutumu adeta "suçluluk duygusu" altında eziliyorlarmış gibiydi.

İşte o yüzden yine "soykırım iftirası"na değinmek gereğini duyduk.

Biliyorsunuz Ermeni diasporası son hamle olarak ABD Temsilciler Meclisi'ne, soykırım yaptığımızı kabul ettikleri anlamına gelen bir öneri verdirdiler.

O öneri geçecek geçmeyecek, ayrı konu. Ama onunla birlikte birtakım talepler tekrar duyulmaya başladı:

Ermenistan ile ilişkilerimizi iyileştirmeliymişiz. Örneğin Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır kapısını açmalıymışız. Böylece Ermenistan'ın Azerbaycan topraklarının dörtte birini işgal altında tutması nedeniyle Türkiye'nin bu ülkeye uyguladığı ambargoya son vermeliymişiz. Ermeni diasporasını böylece etkileyebilir, yumuşatabilirmişiz.

Şimdiye kadar 20'ye yakın ülke parlamentosu "soykırım yaptığımıza" karar verdiğine ve bu gidişi önleyemediğimize göre en akıllıca şey, "değişik ve yaratıcı politikalarla sorunu aşmaya çalışmak"mış.

Bu cümleleri, söz konusu parlamentoların o kararları kabul ettiği dönemlerde sorumluluk taşıyanların kaleminden okuyunca insanın daha da güçlü şekilde isyan edesi geliyor.

Hadi "değişik ve yaratıcı politika" izleme hatırına denenleri yaptık diyelim. Biz onu yapınca Ermenistan Anayasasının "benimsendiğini" ifade ettiği 23 Ağustos 1990 tarihli "Bağımsızlık Bildirgesi" ortadan kalkacak mı?

O bildirgenin 11'inci maddesinde yer alan "Ermeni Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiyesi'nde ve Batı Ermenistan'da (Doğu Anadolu'da) meydana gelen 1915 soykırımının uluslararası dünyada kabulü için gayret göstermeyi görev sayar" diyen ifade değişecek mi? Böylece Doğu Anadolu'ya göz koyduklarını söylemekten vaz mı geçecekler?

Türkiye sınırları içindeki Ağrı Dağı'nı kendi bayraklarından çıkaracaklar mı?

1920 tarihli Gümrü ve 1921 tarihli Kars anlaşmalarıyla belirlenmiş ve altında kendi imzaları da bulunan sınırları inkardan vazgeçecekler mi?

Türkiye'nin Doğu Anadolu bölgesine Batı Ermenistan demeyi terk mi edecekler?

Geçenlerde Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan, Los Angeles Times'ta yayınlanan makalesinde, "Ermenilerin 'soykırım' konusunda ısrar edeceklerini" belirttikten sonra, "Ancak biz aynı zamanda yakınlaşmayı da savunuyoruz. Ve biri diğeri için bir önkoşul değildir" diyordu.

Ermenistan'la aramızdaki sınırı açalım tezini savunanlar bu sözler karşısında acaba ne diyorlar?
Yazının Devamını Oku

İyimserlik iyi ama yetmez

14 Şubat 2007
DIŞİŞLERİ Bakanı Abdullalh Gül, Türkleri soykırım suçlusu ilan eden önerinin ABD Kongresi’nden geçmeyeceğini dün Ankara’da müjdelemiş.<br><br>Dileriz sözleri daha önce örneğini gördüğümüz temelsiz iyimserliklerden biri değildir. Hoş Sayın Bakan bu noktada yalnız görünmüyor. Ertuğrul Özkök de dünkü yazısında Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Tom Lantos nezdinde yapılan teşebbüslere değiniyor, Ermenistan’ın "yumuşama" eğilimlerine ilişkin haberler aldığını ihtiyatlı bir dille aktarıyordu.

Her şey inşallah o yönde gelişir.

Ama biz "Demek durum düzeliyormuş" demekten yana değiliz. Tam tersine... Bu tür izlenimler vererek tutumumuzu gevşetmemiz de hedeflenmiş olabilir. O nedenle üzerimize atılan iftiraları ortaya çıkarma kampanyasında ısrar etmemiz ve kavgamızı kanıtlarla sürdürmemiz gerekir.

Daha önce de yazdığımız gibi -şimdiki dahil- hükümetlerden bir şey beklemeyelim. Neler yapmak gerektiğine kendimiz karar verip, hukuk içinde kalarak uygulayalım. Örneğin:

Aynen 24 Nisan’ı kendi kampanyalarının sembolü haline getiren soykırımcı Ermeniler gibi biz de İngiltere Türk Dernekleri Federasyonu’nun önerisine uygun bir şekilde her yıl 27 Ocak’ı "Ermeni terörünü kınama ve şehit diplomatlarımızı anma günü" ilan etmeli, sadece Türkiye’deki kurumlarımızda değil, her ülkedeki temsilciliklerimizde de bu günü anmalıyız.

Soykırım iddialarını iki tezi savunan tarihçilere incelettirme yolunda hükümetin yaptığı öneriyi her platformda herkese duyurmalı, Ermeni tarihçileri bu öneriyi kabule zorlamalıyız.

Sivil toplum kuruluşlarını bu kampanyaya ortak etmeliyiz. Kendi bildiğimizi örnek verelim:

Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Birliği isimli, 127 Sivil Toplum Kuruluşu’nun oluşturduğu platform son iki yıldır "soykırım" iftirasını çürütmek amacıyla tüm gücüyle çalışıyor. Tüm Kongre üyelerine tek tek mektup yazıp "soykırım" iftiralarını çürütmeye uğraşıyor. Avrupa Parlamentosu ile Federal Almanya Parlamentosu üyelerine aynı nitelikteki mektuplar gönderiyor. Almanlara belgelerle, fotoğraflarla dolu Almanca broşürler iletiyor.

Edinburgh’daki İskoçya Parlamentosu’na, Fransa’daki Ulusal Meclis üyelerine faks ve e-mail kampanyalarıyla ulaşıyorlar. ABD’deki etkin gazete yazarlarına aynı şekilde mektuplar gönderiyorlar. Ermeni tarihçileri de çağırarak konferans düzenliyorlar.

Bunlar elbette yetmez. Nitekim okuyucumuz Yılmaz Erolgaç, "ABD’de Ermeniler sadece California ve New York gibi birkaç eyalette güçlüler ama Georgia, Alabama, Teksas, Montana gibi eyaletlerde nerdeyse yoklar. Neden biz o eyaletlerin senatörlerini yanımıza çekmiyoruz?" diye soruyor.

Ermeni zenginler ellerini ceplerine sokup kendi davalarını savunacak fon oluşturuyor. Bizim zenginler neden aynı fedakarlığı yapmıyor?

Bunlar yapılması gerekenin yüz binde biri bile değil... Biz ne zaman ayağa kalkacağız?

Not: Dünkü yazımda "Ermeni diasporasından" söz eden cümlemin, "Ermenistan dışında yaşayan Ermenilerin tamamını" ifade ettiğim anlamına geldiğini belirten bir dostumun uyarısını dikkate alarak belirtiyorum: Maksadım sadece "soykırım" iddiacısı Ermenilerdir. Hem Türkiye’de hem de başka ülkelerde yaşayan pek çok Ermeni var ki, dost insanlardır, bizdendir, bizimdir. O.E.
Yazının Devamını Oku

Diaspora...

13 Şubat 2007
TÜM yaşamlarını Türk ulusuna "soykırım" lekesi sürmeye adamış olan Ermeni lobisi ve Ermeni diasporası yani Ermenistan dışında yaşayan Ermeniler, saldırganlık ve iftira dozunu giderek artırmaya başladılar. Doğrusu iyi çalışıyorlar. Her yayını, her konuşmayı, her kitabı, her bildiriyi yakından izliyorlar.

Yurtdışına giden Türk yetkililerin her yerde karşısına çıkıyorlar. Ellerinde dövizlerle, pankartlarla hepimizi "katil" ilan ediyorlar.

Konuşma mı yaptınız? Hemen çıkıp itiraz ediyor; yayın mı yaptınız? Derhal yanıt gönderiyor; kitap mı çıkarttınız? Hemen piyasadakileri satın alıp ortadan kaldırıyorlar. Sonra da yayıncıyı tehdit edip bir daha istemedikleri türden kitap basılmasını önlüyorlar.

Son ve somut örneği TIME Dergisi örneğinde yaşadık. Dergi, bu tür baskı sonunda, "Türklerin yaptığı soykırımı" (!?) gösteren bir DVD’yi Avrupa’daki 550 bin okuyucusuna dağıttı. Ayrıca "Bundan böyle biz de soykırım diyeceğiz" açıklamasını yaptı.

Çeşitli ülkelerdeki radyolara, televizyonlara bu doğrultuda programlar koydurttular, filmler çevirttiler. Karşı tezi savunanları her yerde susturdular. Saldırganlığı ve edepsizliği birkaç ay önce vefat eden Prof. Stanford Show gibi, iftiralarına karşı duranları ölümle tehdit edecek boyuta götürdüler. Hatta yanlış anımsamıyorsak evine patlayıcı attılar veya yangın çıkardılar.

En güzide 41 diplomatımızı katleden ASALA isimli cinayet şebekesini de onlar beslediler.

ABD’den gelen haberlere göre diasporanın uzantıları, şimdi de "Türklerin soykırım yaptığının kabul edilmesi" amacıyla Kongre’ye sunulan öneriye Türkiye’nin karşı çıkmasına çok kızmışlar. Bu öneri altında imzası olan Temsilciler Meclisi üyeleri Frank Pallone ve Joe Knollenberg, Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Lantos’a bir mektup yollayarak, Türkiye’nin ABD’yi "utanma duygusundan yoksun" bir şekilde "tehdit" ettiğini ileri sürmüşler ve "Türkiye’nin, söz konusu karar Kongre tarafından kabul edilirse, iki ülke ilişkilerinin derin yara alacağına hatta kesilmesi taleplerini göğüslemenin çok güç olacağına" ilişkin görüşlerini "kabul edilemez ve derin(den) tahkir edici" bulduklarını söylemişler.

Bu iki üyenin ayrıca dediği gibi Türkiye, ABD’nin Irak’taki birliklerine ikmal yollarını kesme tehdidinde bulundu mu, bilmiyoruz. Kızgınlıklarının bir sebebi olarak da bunu ileri sürüyorlar.

Biz Türkiye adına hiçbir yetkilinin bu kadar ahmakça bir şey söyleyeceğini sanmıyoruz. Çünkü onu diyecek ülkenin ABD’ye bu kadar bağımlı olmaması gerekir.

Ama sayınız ki birileri dedi... O sözün yaralayıcılığı 4 Temmuz 2003 tarihinde, ABD adına askerlerimizin başına Irak’ta çuval geçirip kelepçe takmaları ve eziyet etmeleri kadar aşağılayıcı mı?

Amerikalıların akıllarına gelen her şeyi yapma, her şeyi söyleme hakkı ve yetkisi mi var?

Bu kadar şımarıklığın, bu kadar küstahlaşmanın bir bedeli olacağını ve onu bir gün mutlaka ödeyeceklerini ne zaman öğrenecekler?
Yazının Devamını Oku

Burası dağ başı mı?

11 Şubat 2007
MUHTEREM "vatan kurtarma" gibi bir misyonu kendi kendine üstlenmiş. Etrafına da kendi aklına uygun bir avuç dolusu insan toplamış. "Bayrak, vatan, heyecan" gibi değerleri kullanan bir de "dernek" kurmuş. Yaptıklarına "yücelik" boyutu kazandırmak için "dernek üyeliğine kabul" işini Kur’an-ı Kerim ve çaprazlamasına konulmuş tabancaya el koyarak yemin etme koşuluna bağlamış. Ve artık yasadışı amaçlara ulaşmak için bile kalkan olarak kullanılan Mustafa Kemal Atatürk’ü ihmal etmemiş. "Bir Allah’tan, bir de Mustafa Kemal’den başka kimseyi tanımam" diyerek yola çıkmış.

İman kavi!.. Niyet halis!.. Efrad (bireyler) merbut (kendisine bağlı)!.. Azim sonsuz!.. Geriye ne kaldı?

Trabzon’da olsaydı bir Erhan Tuncel, bir Yasin Hayal ve bir de Ogün Samast yeterdi. Bu Mersin’de olduğu için isimler ister istemez farklı...

Yemin ediyorlar:

"Kutsal Kur’anımız, bayrağımız ve silahlarımız üzerine! Türk anadan, Türk babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türküm ben!.."

Sözlerdeki ırkçı vurgulama, Hitler dönemi anlayışıyla örtüşüyor.

Ne oluyor? Kimsiniz? Sizi "Türk vatanını ve Türklük camiasının şan ve şerefini korumaya" çağıran mı oldu? "Vatan, cumhuriyet ve bayrak uğruna seve seve canınızı feda etmenizi" isteyen mi var?

Daha da önemli soru şu:

Burası Anayasa’sı, yasaları, Meclis’i, hükümeti, yargısı, polisi olan bir devlet, özellikle bir hukuk devlet mi, yoksa 1980 öncesi anarşi döneminde gördüğümüz gibi üç beş serserinin bir araya gelip zorba egemenliği kurduğu bir dağ başı mı?

O zaman "polise yardım" gerekçesiyle cinayet işlenirdi, şimdi sıra "askere yardım"a mı geldi?

Peki ama... Bu ülkeyi yönetenler ne yapıyor? Uyuyor mu?

ÑÑÑÑÑÑÑÑÑÑ

Not: Dünkü Sabah Gazetesi’nde "Gazete yönetimi Oktay Ekşi’yi, Tufan Türenç’i, Bekir Coşkun’u ve Emin Çölaşan’ı ’Başbakan ve Maliye Bakanı hakkında yazı yazmayın’ diye uyarıyor" anonsuyla birinci sayfadan verilen ve içeride "Bir gün ’yönetim’ çalışma arkadaşlarını uyarı veriyor.

Örneğin Oktay Ekşi’yi.

Tufan Türenç’i.

Bekir Coşkun’u

Ve en sert Emin Çölaşan’ı.

Sakın yönetici
’uyarmadım’ demesin.

Sakın uyarılanlar da ’uyarılmadım’"

cümlelerini içeren Yavuz Donat imzalı bir yazı yayımlandı.

Ben her gün gazetedeyim. "Yönetici"lerle her gün beraberim. Kimsenin beni "uyarmadığını" ve hatta bugüne kadar herhangi bir konuda herhangi bir imada dahi bulunmadığını en açık şekilde ilan ediyorum. Kaldı ki "uyarılmamı" gerektiren bir şey varsa, bunun için, Merkez Yayın Holding Ankara Temsilcisi ve her iktidarın gözdesi Yavuz Donat’ın aracılığını isteyeceklerini hiç sanmıyorum. Kendimi "uyarılmaz" da saymıyorum. Bir gün böyle bir şey olursa durumu değerlendirir, gereğini yaparım. O bağlamda Yavuz Donat’ın "uzmanlaştığı" konularda yardımını ister miyim, bilmiyorum. Gerekirse benden çok daha fazla bilgi sahibi eski iş arkadaşlarıyla konuşurum. Şimdilik sadece, 40 yılı aşkın süredir bu meslek içinde bulunan Yavuz Donat, o satırları yazmadan önce hiç değilse bir telefon açıp böyle bir olay var mı yok mu sorsa, konumuna, çalımına daha uygun düşerdi diyorum. O.E.
Yazının Devamını Oku