Oktay Ekşi

Vicdanı nasırlı olunca...

1 Mart 2007
HABERİN özünü aşağıya alalım da, nasıl bir ülkede yaşadığımızı, dört yerine iki ayağı üzerinde yürüyen sorumlular yüzünden neler çektiğimizi bir kere daha görün. Haber şöyle başlıyor: "Şirinevler’de İSKİ tarafından MVM İnşaat şirketine yaptırılan "Tavukçu Deresi ıslah çalışmaları" sırasında ağzı kontrplakla kapatılan rögara düşen 5 yaşındaki Dilara Dumru, kanalizasyon suyunda boğularak hayatını kaybetti."

Geliş gidişe açık bir yola dört ayaklı büyükler tarafından konulan tuzağa düşen yavrucak, o lağım deresi içinde 1,5 km. kim bilir nasıl çırpındı, ne büyük bir işkence altında yaşama veda etti?

O dört ayaklı sorumlular o kadar idraksiz, o kadar vicdansız, o kadar aşağılık ve o kadar ilkel olmalı ki, -haberde bildirildiğine göre- "Tevfik Fikret Caddesi ile Dilara'nın dere yatağına düştüğü Kerim Çavuş Caddesi’nde hiçbir uyarı levhası" koymamışlar veya koydurmamışlar.

Zavallı Dilara, Kerim Çavuş Caddesi'nden geçerken, rögarı kapatan kontrplağa basınca, annesinin elinden kayarak, yüksek debiyle akan kanalizasyona düşmüş ve gözden kaybolmuş.

Hepimiz biliyoruz ki bu rezalet, bu ilkellik, bu nasırlaşmışlık yıllardır bizim başta belediyeler olmak üzere birçok kamu kurumunda vardır.

Bildiğimiz bir başka gerçek daha var:

Şuraya yazın... Bu olayın da sorumluları ya bulunmayacaktır yahut da "bulundu" denerek yakasına yapışılan kişi veya kurum fındık fıstık parası miktarında bir cezayla kurtulacaktır.

Çünkü Türkiye'de "sorumların bulunmasını ve hesap vermesini" değil, "bulunmamasını ve hesap vermemesini" amaçlayan bir sistem egemendir. Bu sonuca ulaşmak için yapılan da çok basittir:

Niyetiniz sorumluyu bulmak olsa, bir kişiyi yetkilendirip ona hesap sorarsanız. Oysa bizde aynı konu sonuçlanıncaya kadar o kadar çok masa dolaşır ki, dosyada evraktan çok imza doludur.

Böyle bir olay meydana gelince, hangi imza hangi aşamadan sorumlu tutulacak bulamazsınız.

Merhum Bülent Ecevit 1978 yılında Başbakan olunca bu "sorumlunun izini kaybettirme" uygulamasına son vermeye kalktı fakat bizim Mustafa Kemal Atatürk tarafından bile yenilememiş olan bürokrasimiz allem etti, kallem etti, sisteme el sürdürtmedi.

Nitekim gidin arayın bakalım 16 Kasım 2004 tarihinde aynen Dilara gibi "ağzı açık bırakılmış rögara düşerek can veren 14 yaşındaki Süheyle Yöntem" için, o kapağı açık bırakan veya bıraktıran kimse, örneğin ilgili Kepez Belediyesi'nden herhangi bir yetkili hesap vermiş mi?

Adapazarı'nda, 12 Haziran 2004 günü arabasıyla giderken Belediyenin açtığı çukura düşen öğretmen Hülya Eskicumalı'nın ölümü nedeniyle kim ne hesap vermiş?

İzmir'in Buca'sında 27 Aralık 1998 akşam yürürken "inşaat için açılan ve içinde su birikintisi olan kanalizasyon çukuruna" düşerek ölen 55 yaşındaki Ahmet Analık'ın hesabını kim vermiş?

Karayollarının veya müteahhitlerin yollara serdiği mıcır yüzünden sebep oldukları ölümleri söylemiyoruz. Ama bildiğimiz hiç kimse bu yüzden cezalandırılıp da hapse atılmadı.

Böylesine idraksiz yöneticiler elinde ve bu kadar kötü bir sistem altında yaşamak ne acı!
Yazının Devamını Oku

İki şıktan biri...

28 Şubat 2007
CUMHURBAŞKANLIĞI seçimi nedense başta CHP Genel Başkanı Deniz Baykal olmak üzere birilerine, katlanılması zor bir süreç gibi görünüyor. Bu süreci onlar yönünden katlanılmaz kılan şey Tayyip Erdoğan’ın aday olması ve cumhurbaşkanı seçilmesi ihtimali... Doğrudur... Tayyip Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne cumhurbaşkanı seçilmesi, Büyük Atatürk tarafından kurulmuş olan bu Cumhuriyet’e çok ağır bir darbe teşkil eder.

Çünkü Erdoğan ne kadar saklasa da, bu Cumhuriyet’in başta felsefesi olmak üzere hemen her şeyine -hálá- karşıdır.

Onu cumhurbaşkanlığına uygun görmeyenler, şahsi görüşümüzü açıkça ifade edelim ki, doğru bir değerlendirme yapıyorlar.

Bu nedenle biz de diyoruz ki: "Keşke Cumhuriyet’in temel değerlerine inanmış bir isim üzerinde uzlaşı sağlansa da cumhurbaşkanlığına o kişi seçilse..."

Ama hepimiz Türkiye’de yaşıyoruz. Bu ülkenin henüz o düzeyde bir demokrasi olgunluğuna ulaşmadığını biliyoruz. O nedenle de düşüncelerimizi duygular ve özlemler bazında değil, gerçekler bazında üretmenin doğru olacağını söylüyoruz.

Gerçekler bazında görünen o ki Tayyip Erdoğan -olağanüstü bir engel çıkmadıkça- cumhurbaşkanı seçilecektir. Bu gerçeği görelim.

Peki Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi ülke için iyi mi olur, kötü mü?

Gönlümüz kabul etmese, içimiz isyan duygularıyla dolsa da Adalet ve Kalkınma Partisi’nden (AKP) seçilecek bir başka isme göre -şahsen- diyoruz ki, "iyi" olur.

Çünkü Başbakan olarak kalacak Erdoğan, o takdirde kendi seçtirdiği cumhurbaşkanını da -Bülent Arınç dışında kim olursa olsun- kendi hegemonyası altına alacak ve iki yetkiyi birlikte kullanır hale gelecektir.

O da, pratikte demokrasiye veda anlamına gelir.

Oysa cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan -aynen Turgut Özal’la Yıldırım Akbulut ilişkisi gibi- bir süre sonra başbakana sözünü geçiremeyecektir. Ve aynen Özal gibi o da bir süre sonra elindeki yetkileri az bulup sorun çıkartacaktır.

Keza Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasıyla, AKP (aynen Özal ardından ANAP’ın ve Demirel ardından DYP’nin başına gelen gibi) hem inişe geçecek hem de parçalanma sürecine girecektir.

Bazıları gibi biz de cumhurbaşkanı seçilmiş bir Tayyip Erdoğan’ın, bugüne kadar zapt edemediği -bir başka deyişle kendisiyle aynı zihniyetteki ellere teslim edemediği- bazı kurumları, örneğin Anayasa Mahkemesi’ni, Yargıtay’ı, Danıştay’ı, Yüksek Öğretim Kurulu’nu ve üniversiteleri ve aldığımız bilgi yanlış değilse Savcılar ve Hakimler Yüksek Kurulu’nu ele geçireceğini görüyoruz.

Bunun laik cumhuriyetin geleceği yönünden çok kaygı verici bir durum olacağını kabul ediyoruz. Ama karşımızda eğer Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına yedi sene katlanmak pahasına AKP’den kurtulmak şıkkı ile, ülkenin kaderini daha birkaç dönem boyunca AKP zihniyetine teslim etme şıkkı varsa, biz şahsen "kısa" sürelisini tercih ederiz.
Yazının Devamını Oku

Demokrasiyi böyle anlıyorlar

27 Şubat 2007
MALİYE Bakanı Kemal Unakıtan’a bakarsınız kimin Cumhurbaşkanı seçileceği konusunun "lamı cimi yok"muş. "Biz Başbakanımıza bağlı insanlarız. Bizim liderimiz odur. O der ki ’O olur, bu olur’, bir işaret verdiği zaman biz de seçeriz yani..." diyor. Unakıtan’ın "demokrasi" anlayışını tartışmayalım.

Oradaki anlayış Necmettin Erbakan döneminde ne idiyse, bugün de o... Parti değişse de kafa değişmedikçe alacağınız sonuç budur.

Öte yanda CHP Lideri Deniz Baykal, basına, iş dünyasına veryansın edip duruyor. Kimse Tayyip Erdoğan'ın karşısına çıkıp "Cumhurbaşkanı olamazsın" diyemiyormuş.

"Medya bir araya gelse, 'Bu gidiş iyi gidiş değil. Bizim buna izin vermememiz gerek' dese, bitti. İş dünyası bunu ciddiyetle kararlaştırsa, bitti" diyor.

Anamuhalefet liderinin demokrasi anlayışı da bu... Gazeteciler buluşacaklar, "Onu değil, bunu seçtirelim" diyecekler. Sonra gidip iş dünyasıyla (dilinin altındaki TÜSİAD ile TOBB olmalı) konuşacaklar. Neticede belli bir isim üzerinde anlaşıp onu seçtirecekler. Bu da demokrasi olacak.

Biri çıkıp Sayın Baykal'a, "İyi ama çoğulcu bir demokraside medya dünyasının bir araya gelip onu değil bunu istiyoruz, türü bir karar almalarına, sonra gidip öteki baskı gruplarıyla mutabık kalarak ülkeye kendi istedikleri kişiyi cumhurbaşkanı seçtirmelerine önce sizin karşı çıkmanız, 'O yetkiyi nereden aldınız?' demeniz gerekmez mi? 'Bu nasıl çoğulcu demokrasi?' diye sormaz mısınız? Medya bir siyasi parti mi ki, mensupları tek sesle konuşsun ve tek politikayı izlesin?" diye sorsa, ne yanıt verir doğrusu merak ediyoruz.

Belli ki Sayın Baykal, Türkiye'nin bugün şikáyet ettiği noktaya gelmesinden kendisinin sorumlu olduğunu ya görmek istemiyor yahut bu gerçeği unutmamızı bekliyor.

Tayyip ErdoğanMeclis'e sokmak için Siirt'te onun karşısına aday çıkarmayacak kadar hevesli olan -bir anlamda Meclis'e gelsin diye ayakları altına kırmızı halı döşeyen- kimdi?

Hadi onu "kaçınılmaz bir gelişme" gördünüz diyelim. İncelik gösterdiniz, zaten 363 sandalyeyle iktidara gelen bir parti liderinin Meclis dışında kalmasına gönlünüz razı olmadı. Peki ama Sayın Ahmet Necdet Sezer'in süresinin Mayıs 2007'de dolacağı belli değil miydi? Tayyip Erdoğan'ın kişiliğini 1994'ten beri bilen bir siyasetçi olarak, günü gelince Çankaya'ya çıkmak isteyeceğini de hesap etmedinizse, sizden beklenecek öngörüyü tartışmak gerekmez mi?

"Ülkenin Tayyip Cumhuriyeti'ne dönmesine" kim katkıda bulundu? Açık konuşalım... Elinizdeki en büyük kozu kaçıran siz değil misiniz? Anlatalım:

Başbakanlık Müsteşarlığı makamında, "Cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür" diyen -bugüne kadar da o görüşünden ayrıldığını söylemeyen- birinin oturmasına ne tepki gösterdiniz? "Devletin tüm bürokrasisini Cumhuriyet'le kavgalı birine teslim ettiğiniz sürece Meclis'e girmiyoruz" demek pek mi zordu?

Şimdilik yerimiz kalmadı. O nedenle Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı seçilmesi mi bu ülke için yararlıdır, seçilmemesi mi konusunu sonra tartışırız.
Yazının Devamını Oku

Bir adım daha...

25 Şubat 2007
FEDERAL Almanya İçişleri Bakanı Wolfgang Schaeuble de kendisini ziyaret eden Almanya’daki Türk Toplumu Temsilcilerine açık bir ifadeyle, "Almanya’da (yaşayan Türk vatandaşlarının) oy kullanmasının sağlanması bizim görevimizdir. (...) Ancak Türkiye şu ana kadar bize hiçbir başvuruda bulunmamıştır. Bize başvuru yapıldığı takdirde gerekeni yaparız" dediğine göre (24 Şubat 2007 Hürriyet), geriye sığınacak bahane kalmamış demektir. Önce duruma rakamlarla bakalım:

Yurtdışındaki yaklaşık 6 milyon Türk vatandaşından 5 milyon 200 bini Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde bulunuyor. Sırf AB ülkelerinde seçmen yaşında 2 milyon 455 bin insanımız var. Türklerin en kalabalık olduğu Almanya’da 2 milyon 710 bin Türk yaşıyor. Bunların 1 milyon 150 bini seçmen yaşında. O nedenle Almanya hayır deyince, öteki ülkelerdeki seçmenlere oy hakkı sağlamak anlamsız oluyordu. Nitekim son olarak Gerhard Schröder hükümeti döneminde bu yüzden adım atılamamıştı.

Demek ki günahın tamamı bizim politikacıların değilmiş.

Hürriyet’in 17 Şubat 2007 tarihli yurtdışı baskısının manşetinde, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in şubat içinde yaptığı Münih gezisinden dönüşte Başbakan Tayyip Erdoğan’la görüşürken bu konuyu açtığı bildiriliyordu. Bunun üzerine Başbakan Erdoğan, "Bu konuda gerekeni yapacağız. Gerekirse Anayasa değişikliği yapacağız. Derhal Berlin Büyükelçimize gerekli girişimlerde bulunması için talimat vereceğim. (Almanlardan) Olumlu cevap alırsak, Grup Başkanvekillerimiz bir yasa tasarısı veya Anayasa değişikliği önerisi üzerinde görüşürler" demiş.

Bu konuda CHP’nin esasen istekli olduğu bilindiğine göre, geriye yasal düzenlemenin Meclis’ten geçmesi ve yeni hükümlerin gelecek seçimde uygulanmasını önleyen engellerin kaldırılması kalıyor.

Ancak "yurtdışındaki seçmenlere oy hakkını kullanma olanağı verme" laf olarak kolay ama uygulamanın o kadar kolay olmadığını baştan bilmek gerek.

Meselenin birçok boyutu var:

Örneğin, sadece Almanya’nın "evet"i ile iş bitmiyor. Öteki ülkelerde yaşayan Türklerin de oy vermesini sağlayacak kuralları koymak lazım. Öyle ya... Almanya kendi ülkesinde "sandık kurun, oyunuzu kullanın" diyebilir ama örneğin ABD’de, Avustralya’da veya Birleşik Arap Emirlikleri’nde yaşayan Türkler de aynı usulle oy kullanabilecek mi? Ya oradaki makamlar, "Biz sandık konulmasına izin vermeyiz" derse, o takdirde nasıl bir çözüm üreteceğinizi yasada göstermeniz lazım. Örneğin, oyları elçiliğimizde veya konsolosluğumuzda mı kullandıracaksınız, "mektupla" mı?

İyi de mektupla verilen oyun gerçekten o seçmene ait olup olmadığını nasıl bileceksiniz?

Keza verilen oylar, ilgili partinin ülke genelindeki oy sayısını ve oranını artırmakla mı kalacak? Yoksa, "yurtdışındaki Türkler milletvekilliği" söz konusu olacak mı?

Daha sorulacak çok soru, düzenlenecek çok şey var... Ama -yeri gelince yazacağımız gibi- hiçbiri çözümsüz değil.
Yazının Devamını Oku

Görüşme...

24 Şubat 2007
NEDENSE Irak’ın kuzeyindeki Kürt liderlerle görüşmek/görüşmemek meselesi çok önemli hale geldi. Bu biraz da -anlaşılan- Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın ABD’ye yaptığı son gezi sırasında söz konusu liderlerin terör örgütü PKK’yı desteklediklerini vurgulaması üzerine böyle oldu. Oysa, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün dünkü sözlerinden anlıyoruz ki, "Talabani ve Barzani ile görüşme" konusunda hükümet olarak karar vermişler. Nitekim Gül’ün:

"(Celal) Talabani ve (Mesut) Barzani, hepsi buraya geldiler, gittiler. Bizim onlarla görüşmemiz ayrı bir bölgeyi, ayrı bağımsız bir şeyi tanımamız anlamına asla gelmez. Biz meseleleri tabii ki konuşabilir, yanlışların ve doğruların ne olduğunu açık açık yüzlerine söyleyebiliriz. Barzani ve Talabani’nin tabii ki daha çok şey yapmaları gerekiyor orada... Onlar bir zamanlar bizimle beraber savaştılar da... Dolayısıyla biz onlardan aynı şeyi bekliyoruz. Bunları muhakkak ki konuşmak gerekir. Görüşülebilir de... Şu anda planlanmış bir şey yok. ’Onlarla görüşülmez, konuşulmaz.’ O zaman ne yapacaksınız? İnsanlar düşmanlarıyla bile konuşurlar. Biz Irak’lıları düşman olarak hiçbir zaman görmüyoruz. Ama yanlış yapıyorlarsa bunu yüzlerine söyleriz" dediği dünkü Hürriyet’te bildirilmekteydi.

Önce "Iraklıların" değil Irak’ın kuzeyindeki Kürt liderlerin söz konusu olduğunu belirtelim.

İkinci olarak Sayın Gül’e, Barzani ve Talabani ile geçmişte yapılan işbirliğinin, "bizimle beraber savaşma" anlamına gelmediğini anımsatmak zorundayız. O işbirliği "bir terör örgütüne karşı birlikte sürdürülen operasyon" niteliğinde idi. O olaylara eğer "savaş" denseydi o zaman PKK’lılar eylemleri nedeniyle "ceza hukukuna" değil, "savaş hukukuna" göre hesap vermek durumunda olurlardı. Farkı en basit örnekle anlatalım:

O takdirde, yakalanan bir PKK’lıya "zanlı" yahut "sanık" denmez, Ceza mahkemelerinde yargılanması gerekmez, o bir "savaş esiri" sayılır ve uluslararası konvansiyonlara tabi olurdu.

İkincisi, Talabani ve Barzani ile işbirliği yapıldığı 1990’lı yıllardan beri köprülerin altıdan çok su geçti... O zaman bu iki adam, Türkiye Cumhuriyeti tarafından verilmiş "Diplomatik Pasaport" göstermedikçe hiçbir yabancı ülkenin sınır kapısından geçemiyordu. Şimdi Talabani Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyor. Öteki, o Cumhurbaşkanını da yöneten Bölge Başkanı rolünü oynuyor.

Dahası... O zamanlar bu iki isim, gönülsüz de olsa Türkiye ile ilişkilerini "dostluk" zemininde tutmaya itina ediyordu. Oysa şimdi hem PKK’ya yardım ediyorlar hem de yeri gelince Türkiye’ye kafa tutup hasmane sözler söylüyorlar.

Buna rağmen onlarla konuşulmaz mı?

Talabani’nin sıfatı onunla devletten devlete görüşme yapmaya olanak verir. Ama pratikte anlamı olmaz. Çünkü "Irak’ın kuzeyinde" onun değil Barzani’nin borusu ötmektedir.

Barzani ile, bir süre önce Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Emre Taner’in yaptığı gibi görüşülürse yani görüşme kendisini Türkiye Cumhuriyeti hükümetine muhatap saymasına imkan vermeyecek şekilde yapılırsa, hiç zararı yok.
Yazının Devamını Oku

Ego’lar savaşı...

23 Şubat 2007
SEÇİMİN ucu göründü dedik ya... Bu gerçeği yansıtan örnekler de orada burada görünmeye başladı. Örneğin seçim telaşı -veya ateşi- "siyasi partiler arasında birleşme" laflarını tekrar gündeme taşıdı.<br><br>Anımsayacağınız gibi, aylar önceki -hatta geçen yılın önemli bir kısmı boyunca süren- çabalar "sol" veya "sosyal demokrat" kesimi birleştirmeyi hedefliyordu. Orada burada toplantılar yaptılar. Öneriler, taktikler ürettiler. Káh tüm sosyal demokratları yepyeni bir çatı altına toplamayı tartıştılar. Káh, "Önce küçükler birleşsin. Böylece oluşacak güçle büyük olanın (adı söylenmese de CHP’nin) karşısına geçelim. Birleşme koşullarını böylece konuşalım" dediler.

Ne o tuttu, ne öteki... Zaten o tarihlerde de söylediğimiz gibi göle atılan bu maya ile yoğurt yapılamayacağı belliydi. Çünkü öncelikle tepedeki "ego (ben/lik) çatışmaları" birleşmeyi veya işbirliğini engelliyordu.

Nitekim bir yere varamadılar. Seçime kadar da dişe dokunur bir sonuç alabileceklerini sanmıyoruz. Belki CHP’den birkaç koltuk almak için yapılmış birkaç manevraya tanık olabiliriz.

Şimdi anladığımıza göre sıra -daha önceki çabalardan daha güçlü bir şekilde- sağdaki partilere geldi:

Doğru Yol Partisi (DYP) ile Anavatan Partisi’ni bir araya getirmeye çalışanlar var güçleriyle ortalıkta dolanıp duruyorlar.

Kanaatimizi baştan söyleyelim:

Biz bu çabaların da sonuç vereceğine ihtimal vermiyoruz. Çünkü ortanın sağında bulunan ve siyasi iktidarı belirleyecek kadar büyük bir oy potansiyeline sahip olan seçmenler 3 Kasım 2002 tarihinde, siyasi iktidarı Anavatan ve Doğru Yol Partisi’nden alıp Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) teslim etti. Yani iktidar trenini bu iki parti de fena halde kaçırdı. Şimdi aynı trenin aynı istasyona gelmesi için -kanımızca- daha uzun süre beklemek zorundalar. Taa ki AKP affedilmez bir hata yapsın da, seçmen tarafından defterden silinsin...

İktidara gelme şansının -en azından bugünkü tarih itibarıyla- hiç de büyük olmadığını bilen DYP ile Anavatan Partisi’nin şimdiki derdi, ötekini sırtlanıp Meclis’e taşımak değil, yüzde 10’luk barajı tek başına geçip kapağı Meclis’e atmaktır.

Kaldı ki sosyal demokrat partilerin lider kadroları için "ego" ne kadar önemli ise bunlar için de durum farklı değildir.

Efendim o sorunu çözmek için Demokrat Parti’yi yeniden kurup onun bayrağı ve çatısı altında birleşmeyi amaçlıyorlarmış. O nedenle model ötekilerden farklı imiş.

Siz öyle deyin veya öyle sayın...

Geçen seçimde DEHAP’ın sahtekarlık yaptığı, aldığı oyların o nedenle geçersiz hale geldiği ortaya çıkınca DYP’ye verilen oyların yüzde 10’luk barajı aşacağının anlaşıldığı günleri anımsayınız.

Yüksek Seçim Kurulu da olayı böyle değerlendirse DYP Meclis’e en az 60 milletvekili sokacaktı.

Olay bu kadar basit idiyse DYP neden asılmadı?

Ahh o "ego" yok mu? O engel oldu. Şimdi o "ego"dan mı özveri bekleyeceksiniz?
Yazının Devamını Oku

Seçimin ucu göründü

22 Şubat 2007
GAZETELERİN henüz manşetlerine oturmadı ama haber sayfalarının kıyısında köşesinde yayımlananlara bakarsanız, artık seçim sürecine girdik.<br><br>Seçim süreci sözüyle "Cumhurbaşkanlığı seçimi"nden değil, "milletvekili genel seçiminden" söz ettiğimizi baştan belirtelim de ne demek istediğimiz karışmasın. Dünkü Hürriyet’te yayımlanan bir haberde, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın TBMM binasındaki bir komisyon odasında hitap ettiği gençlere, "seçilme yaşının 25’e indirilmesi konusunda Yüksek Seçim Kurulu’nun karar vereceğini" söylediği bildiriliyordu.

Doğrusu Başbakan’ın mantığını anlamakta zorlandık. Çünkü Başbakan, "Yüksek Seçim Kurulu, ’öyle bir şey olamaz’ dediği sürece, seçimler zamanında yapılacaktır" diyor.

Anlaşılan Başbakan, siyasi iktidarların seçime çok yaklaşıldığı tarihlerde kendi işine gelen türden yasa değişikliği yapmasını engellemek amacıyla 3 Ekim 2001 tarihinde Anayasa’ya konan hükme atıfta bulunuyor.

O hüküm bilindiği gibi, "Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz" diyordu.

Oysa seçimler erken bir tarihe alınmazsa 4 Kasım 2007 Pazar günü yapılacak demektir. Bu durumda milletvekili genel seçiminde aday olacak gençler, o tarihe kadar 25 yaşını doldurdukları takdirde önlerinde hiçbir engel bulunmaması lazım. Çünkü seçilme yaşını 30’dan 25’e indiren Anayasa değişikliği 13 Ekim 2006 tarihinde yapıldı. Yani seçim tarihine kadar 1 yıldan fazla bir süre geçecek demektir.

Bizim anladığımız asıl mesele şu... Başbakan seçimi erkene alacak... O zaman da bir yıl kuralı 25 yaş hükmünün uygulanmasını engelleyecek. Şimdi Yüksek Seçim Kurulu’na sormak, o kuralı yok saymaya külah bulabilir miyiz düşüncesinden kaynaklanıyor.

Ama önümüzdeki seçimlerin asıl meselesi 25 yaş değil. Gerçi "asıl" denecek çok mesele var ama bize kalırsa Hürriyet’in yurtdışı baskılarında bir süredir ısrarla üzerinde durulan "yurtdışındaki Türk seçmenlerin oy kullanma hakkı nasıl sağlanacak?" konusu ötekilerden önde geliyor. Çünkü yurtdışında siyasi iktidarı belirleyecek sayıda seçmen var. Üstelik bu insanlara taa 1995 tarihinde Anayasa’ya konulan bir hükümle, "uygulanabilir tedbirleri belirleyecek" bir yasa çıkarma sözü verilmişti.

Dahası... O tarihte yapılan Anayasa değişiklikleri arasında bu hükmün de gereğini yerine getirmek için Meclis’te Denizli Milletvekili Hasan Korkmazcan başkanlığında kurulan Partiler Arası Uyum Komisyonu Fransa, Almanya, Belçika ve Hollanda’da uygulanan usulleri inceleyip üç seçenekli bir yasa taslağını önermişti. Buna göre dışarıdaki seçmenler ya "mektupla" ya "bulundukları ülkede kurulacak seçim sandıklarına giderek" veya "konsolosluklarda" oy kullanabileceklerdi.

Hangi ülke kendisine uygun hangi modeli seçiyorsa, ona göre uygulama yapılacaktı.

Lakin... Niyetiniz ipe un sermek olunca bir sonuç alınamayacağı için hiçbir şey yapılamadı.

Başbakan eğer olumlu bir şeyler yapmak istiyorsa, öncelikle bu konu ele alınmalıdır.
Yazının Devamını Oku

Maksat dostluk olsun...

21 Şubat 2007
GALİBA bazı meseleleri gereksiz yere biz büyütüp duruyoruz. Turgut Özal merhum da, "Formalitenin ne gereği var efendim, yaparsın biter" derdi de kafamız bir türlü almazdı. Nitekim kendisini karşılamaya gelen bir askeri tören birliğini şortlu, sandaletli ve "t-shirt"lü halde selamlamakta sakınca görmemişti.

Şimdi bizim dış ilişkilerimizde de böyle "kestirme çözüm" hevesleri çoğalmış gibi görünüyor.

Ermenistan Cumhurbaşkanı Koçaryan "Türkiye ile ön koşulsuz diplomatik ilişki kurmaya hazırız" mı demiş.

Ne uzatıyoruz efendim? Zaten stratejik ortağımız (!?) ABD de bir süredir "Ermenistan’la aranızdaki sınır kapısını açın. Diplomatik ilişkiyi başlatın" demiyor muydu?

Bizim iyiliğimizi en az bizim kadar düşünmesi gereken -eh stratejik ortaklık üç aşağı beş yukarı bunu gerektirmez mi?- koskoca bir ABD bunu istiyorsa, elbet bir bildiği vardır.

Kaldı ki ABD hükümetini memnun edersek, onlar da -olur ya- Terörle Mücadele konusundaki temsilcileri General Joseph Ralston’u Türkiye’ye bir kere daha gönderirler. General Ralston ile bizim Edip (Başer) Paşa oturur görüşür, Kuzey Irak’taki PKK kamplarının tamamen boşaltılmasını izleyen bir tarihte birkaç Türk savaş uçağının o yöre semalarından geçmesine karar verebilirler.

O arada ABD Kongresi de "Türkler soykırım uygulamıştır" diye bir karar alırsa, hoş görmemiz gerekir. Öyle ya... Biz meşhur 1 Mart 2003 Tezkeresi TBMM’de reddedilince aynı şeyi onlara söylemedik mi?

Sonra Irak’la ilişkilerimizi de biraz fazla büyüttük.

Irak’ın bütünlüğünü savunmuyor muyuz? Yeri gelince "Ankara’nın muhatabı Bağdat’tır" demedik mi?

Belli ki ilişkilerimizin kırmızı çizgisini açık bir şekilde çizmiş, karşı tarafa da göstermişiz.

Çizgiyi çizen biz olduğumuza göre onu silmek, değiştirmek, biraz bu tarafa almak da bizim özgür irademizle yapabileceğimiz bir şeydir. Nitekim bu noktada hiçbir dış müdahaleye müsamaha etmeyiz.

Madem ki kendi çizdiğimiz çizgiyi kendimiz silebiliriz, pekala Bağdat yerine Erbil’le yani Kuzey Irak’taki yönetimle de konuşabiliriz.

Kaldı ki biz eğer öyle yapmayı istersek, kimsenin bizi bundan alıkoymasına izin vermeyiz.

Nitekim eğer oradan iyi niyet işareti alırsak, bunu yapmakta niçin sakınca olsun?

Gerçi böyle bir hareket Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet kurulmuş olduğunu kabul ettiğimiz anlamına gelebilir ama, ne zararı var? Olayların seyri o yönde olduğuna ve eninde sonunda biz bu gerçeği kabul edeceğimize göre ne kadar erken davranırsak o kadar yararımıza olur.

Haa! Neydi? Celal Talabani bir de "Cumhurbaşkanı" sıfatıyla Türkiye’ye gelmek ve egosunu tatmin etmek istiyor deniyordu değil mi?

Ne zararı var efendim. Tek ayağı üstünde 40 yalan söylememiş kaç politikacı var ki, onun yaptıklarını yüzüne vuralım?

Mesele iyilik, huzur, dostluk değil mi? Büyütmeyelim efendim. Ne istiyorlarsa verelim.

Yazının Devamını Oku