10 Mart 2007
BÜLENT Arınç’la aynı adreste buluşmak bizim açımızdan kolay değildir. Çünkü onun yaşama bakış açısı, bizimkiyle 90 (belki de 180) derece farklıdır. Ama yıllardır "neden meşgul olmazlar?" diye her fırsatta sorduğumuz konuya nihayet o el koydu. Yanlış anlaşılmasın, "Biz dedik de yaptı" anlamında bir şey söylemiyoruz.
Görüntüler en sonunda onun da canını sıkacak noktaya geldi de ondan...
TBMM Başkanı Arınç’ın "Parti Meclis Grup toplantı salonlarında yapılan tezahüratı yasaklama" teşebbüsünden söz ediyoruz.
Dileriz başarılı olur. TBMM gibi, devletin ve sistemin kalbi sayılan bir mekandaki parti grup toplantısına katılan kalabalıkların -güruhun dememeye çalışıyoruz- yaptıklarını son günlerdeki haberlerden öğrenmişsinizdir:
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) grup toplantısına katılan genç yaştaki parti yandaşları, amigoların azdırışına gelmiş tribün seyircisi gibi, kürsüdeki lidere "Türkiye seninle gurur duyuyor"la başlayıp gittikçe müptezelleşen sloganlarla tezahürat yaptılar. Meclis binasını miting meydanına hatta panayıra benzettiler.
İşin tuhafı, o tezahürata partinin lideri olumsuz bir tepki vermedi.
Bir sonraki toplantıda da benzeri sahneler AKP’nin yedekteki lideri Abdullah Gül için yapıldı.
Ve Arınç’ın sabrı nihayet taştı.
Yıllardır TBMM’de bulunan ve son dört yılı aşkın süredir de TBMM Başkanı sıfatını taşıyan Arınç’ın bu çirkinliği görmek için bu kadar beklemesini elbet açıklamak gerekir. Ama biz o nokta üzerinde duracak değiliz. Çünkü bu tür çirkinlikleri önleme çabası -ne kadar geç olmuş olsa da- kanımızca daha önemlidir.
Yeri gelmişken belirtelim. Bu okul müsameresi düzeyindeki tezahürat tertipleri, Sayın Süleyman Demirel’in siyasi hayatımıza hediyesi(!)dir. Yani taa Demirel’in Adalet Partisi lideri olduğu 1960’lı yıllardan kalmadır.
Aslını ararsanız Grup Toplantısı partinin "aile içi gerçeklerinin" konuşulduğu yerdir. Oraya değil "taraftar" denen kişiler, hatta "parti üyesi" sıfatını taşıyan kimseler de giremez. Girememesi gerekir. Çünkü oradaki görüşmelerin "gizliliği" esastır.
O nedenle "Grup toplantısının basına açık" bölümü ile "basına kapalı" bölümü de anlamsızdır. "Basına açık" denen ve liderin haftalık vaazını dinlemeye tahsis edilen kısım, "grup" esprisine aykırıdır.
Ama bizim liderler kendileri salona girince ayağa kalkan milletvekillerinin önünden geçip yerini havalı bir şekilde almayı, sonra da çoğu boş laflardan örülü bir vaazla insanların vaktini yemeyi marifet saydıkları için bunca yıldır olay böyle gelmekte, böyle gitmektedir.
Biz Arınç’ın doğru olanı yaptığını düşünüyoruz. Kendisine başarı diliyoruz. Ama liderlerin "ego"suna ters düşen bir çaba içinde olduğu için de, işinin çok zor olduğunu anımsatmak istiyoruz.
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2007
HALKIMIZ her şeyden medyayı sorumlu tuttuğuna göre, medyayı ilgilendiren meselelerin de hiç değilse arada bir, "halkımızın meselesi" imiş gibi ele alınmasına şaşmamak gerek.<br><br>Bu gerekçeyle değineceğimiz mesele, Nokta Dergisi’nin son sayısındaki sansasyonel bir haberle gündeme düştü. Meğer Genelkurmay'daki "Halkla İlişkiler Şube Müdürlüğü", "Akredite Basın ve Yayın Organları Yeniden Değerlendirmesi" konulu bir bilgi notu (veya Andıç) hazırlamış. Burada hangi gazete/dergi veya televizyon kanalında kimler Türk Silahlı Kuvvetleri'ne nasıl bakıyor, hangi basın/medya organı ne kadar olumlu ne kadar olumsuz yayın yapıyor türü bir değerlendirmeler varmış.
Bizim mesleğimizde akreditasyon, bir kurumun muhatap sayacağı basın/medya organı ile gazeteciyi baştan tanıması anlamına geliyor. Yanılmıyorsak son on yıldan beri Genelkurmay Başkanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı basınla ilişkilerini bu kurala göre yürütüyor. Yani "akredite" basın organı ile gazeteciye kapılar açılıyor, akredite olmayanlara bilgi, yanıt vs. verilmiyor. Onlar "yok" sayılıyor.
Akreditasyon usulü daha yumuşak bir anlayışla TBMM, Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı tarafından da uygulanıyor. Kısaca oralarda da önce "akredite" olup olmadığınıza bakılıyor.
Bir kurumun hangi basın/medya organını "akredite" sayıp saymayacağı da, akreditasyonunu hangi kritere göre iptal edeceği de objektif kriterlerle belirlenmesi koşuluyla, her ülkede olağan sayılıyor. Burada hem akreditasyonun kabulünde hem de iptalinde objektif davranmak esas oluyor.
Akreditasyon kuralları bildiğimize göre Genelkurmay ile Başbakanlık dışında normal işliyor. Özellikle Genelkurmay -ve Milli Savunma Bakanlığı- hangi basın/medya organının "akredite" sayılacağı konusunda "dinci olan basın/dinci olmayan basın" ayrımı yapıyor. "Dinci" saydıklarının akredite olmasını kabul etmiyor.
Bu tutumun haksız bir ayrımcılık teşkil ettiğini Genelkurmay'a anlatamıyoruz. Daha doğrusu akreditasyon kuralını işletirken "içerik değerlendirmesi"ni sadece Basın Meslek İlkelerine uyup uymama açısından yapabileceklerini, onun dışında "bizden yana/bize karşı" türü bir değerlendirme yapmanın doğru olmadığını kabul ettiremiyoruz.
Zaten yukarıda sözünü ettiğimiz Bilgi Notu veya Andıç denen belge işte o yanlış yaklaşımın Genelkurmay'da egemen olduğunu ortaya koyuyor. O yüzden basın/medya organlarını kategorilere ayırma hakkını kendilerinde görüyorlar.
İkinci nokta, "akreditasyonun nasıl iptal edilebileceği" ile ilgili...
Başbakanlık, bir meslektaşımızın kartını iptal edince, o kararı kendi değerlendirmelerine değil, tarafsız bir kurulun yaptığı değerlendirmeye dayandırmaları gerektiğini duyurduk. Uyarımıza anlayışla baktıklarını söylediler. Yeni bir şikáyet gelmedi.
Ama Genelkurmay bu tür uyarılara da kapalı görünüyor. Anlaşılan yaptıklarının ve bildiklerinin doğru olduğunu düşünüyorlar. Biz de bir gün doğru olanda buluşacağımızdan emin olarak hem bize düşeni yapıyoruz hem de bekliyoruz.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2007
ABDULLAH Öcalan’ın avukatlarının, kundağında uyurken PKK’lı katiller tarafından öldürülen üç aylık bebeklerin canı hakkında ne düşündüklerini hálá öğrenemedik. Ama Abdullah Öcalan isimli teröristin sağlığı söz konusu olunca dünyayı ayağa kaldırmaya kalktıklarını gördük.
Öcalan’ın altı adet saç telini avukatları Fransa’ya göndermişler.
Orada Pascal Kintz adında bir uzman, bunları incelemiş ve muhteremde "toksik metalden zehirlenme" tespit etmiş.
İncelenen saç tellerinin Öcalan’a ait olup olmadığını bilmiyoruz. Söz konusu uzmanın raporunun ne kadar sağlıklı bir incelemenin sonucunu aksettirdiğini bilmiyoruz. Denenler doğruysa bile, söz konusu zehirlenmenin Öcalan isimli mahkûma dönük bir tertibin varlığını gösterip göstermediğini bilmiyoruz.
Ama tüm bunları "var" imiş, "gerçek" imiş gibi kamuoyuna sunup, Abdullah Öcalan’ı gündemde tutma, özellikle dış dünyaya onu acındırma, ardından "af çıkartın da serbest kalsın" taleplerini tahrik etme amaçlı bir kampanya başlattıklarına yemin edebiliriz.
Tüm basınımız da bu tuzağa düşünce, bu iddiayı ortaya atan Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk Hanım’ın amacının fazlasıyla gerçekleştiğini rahatlıkla iddia edebiliriz.
Aslında bu iddianın gündeme geldiği tarih de dikkati çekiyor:
Bildiğiniz gibi Avrupa Konseyi (AB Bakanlar Kurulu), Öcalan’ın avukatlarının "yargılama adil olmadı" iddiasıyla yaptıkları başvuruyu geçen ay nihai karara bağlamış ve "Öcalan’ın tekrar yargılanmasına gerek olmadığını" ilan etmişti.
Bu, Öcalan defterinin kapatılması anlamına geliyordu.
Fransız hapishanelerinde çürümeye terk edilen Carlos (Çakal) isimli terörist gibi onun da sesi bu karardan sonra çıkmayacak, avukat mavukat aracılığıyla áleme nizamat veren demeçler yayımlamasının önü kesilecekti.
Tabii Fransa, bizim gibi demokratik (!) bir hukuk devleti olmadığından (!) orada kimse Carlos’un saçını Dr. Kintz’e götürmeye cesaret dahi edemiyor.
Eminiz orada Carlos çeşitli bahaneler kullanarak haftada bir saat avukatlarıyla divan kurma olanağından da yoksun yaşıyordur.
Oysa bu gürültüler üzerine harekete geçen Adalet Bakanlığı, üç uzmanı, Abdullah Öcalan’ın mübarek (!) saçları ile asil (!) kanından ve idrar-ı şahanesinden (!) alınmış örnekleri inceleyerek rapor vermekle görevlendirdi.
Bu uzmanların vereceği rapora güvenmemeye kimin ne kadar hakkı olabilir bilemiyoruz. Ama eğer bu konuda makul bir gerekçeyle itiraz eden çıkarsa, incelemenin bir de uluslararası uzmanlar tarafından yapılması doğru olur diyoruz.
Yeter ki azılı bir terörist olsa da, canı devlete emanet edilmiş bir kişiye karşı ortada bir tertip varsa o ortaya çıksın. Hatta çıkmakla kalmasın, sorumlusu cezalandırılsın. Ama eğer böyle bir tertip olmadığı halde sırf kamuoyunu Öcalan’la meşgul etmeyi amaçlayan bir soytarılık söz konusuysa o da anlaşılsın ve bu hokkabazlık bitsin.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2007
NE korkaklığımız kaldı ne "teslim olmuş"luğumuz... Bir süre önce bu sütunda çıkan "Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sonunu çabuk getirir. Gerçi Erdoğan’ı Çankaya’da görmek ve buna 7 yıl boyu katlanmak kolay değildir ama, eğer Türkiye’nin bir an önce bu ’dinci’ gidişten kurtulup laik cumhuriyet temellerine dönmesini istiyorsak, hangi şıkkın ülke yararına olduğunu iyi ölçmeliyiz" anlamındaki yazı nedeniyle çok eleştiri aldık.
İlginçtir... Bizim okuyucular bir yazının çoğu kez sadece kendilerine çarpıcı gelen kısmına bakıp karar verir. O bölüm canını sıktıysa, öteki cümleleri görmezden gelir. Eğer onu "hoşuna giden" bölüm etkilediyse, sizi yere göğe koymaz. O bölümün yazı içinde bir ayrıntı olması önemli değildir. Önemli olan onun beğendiği bir cümleyi söylemiş olmanızdır.
Sözünü ettiğimiz yazı da biraz öyle oldu.
Önemli değil... Nitekim "belki de maksadımızı biz iyi anlatamamışızdır" düşüncesiyle bugün o konuya bir başka açıdan girmeye gerek duyduk.
Anımsanacağı gibi tezimiz, "Cumhurbaşkanı seçilen liderin partisiyle ilişkisi kesildiği için o partide önce iç iktidar kavgalarının çıkacağı, sonra da partinin küçülerek, parçalanarak seçim kazanamaz hale düşeceği" iddiasına dayanıyordu.
Aynı görüşü bugün de koruyoruz. Özal’ın ardından Anavatan Partisi’nin; Demirel’in ardından da Doğru Yol Partisi’nin başına gelenler ortada...
O gözlemleri bir yana koyalım. Daha geriye gidelim. Atatürk’lü, İsmet Paşa’lı dönemleri anımsayalım:
Büyük Atatürk bir siyasi lider kendi partisiyle bağlarını koparırsa ne olacağını çok iyi gördüğü için "CHP Genel Başkanı" sıfatını, ölümüne kadar hiçbir zaman bırakmamıştır.
Nitekim Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı döneminde, örneğin hem Terakkiperver Fırka’nın açık olduğu 1924-25’te, hem de Serbest Fırka’nın kurulduğu 1930’da Gazi Mustafa Kemal Paşa partinin "Genel Başkanı" olarak kalmış ama partiyi fiilen yönetmek için 1937’ye kadar İsmet Paşa’yı, sonra Celal Bayar’ı, "Genel Başkan Vekilliğine" getirmiştir.
İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçilince o da, önce Refik Saydam’a sonra da Şükrü Saracoğlu, Recep Peker ve Hilmi Uran’a partinin Genel Başkan Vekilliği görevini vermiştir.
Çünkü hem Atatürk hem de İnönü, düne kadar ellerini eteklerini öpenlerin parti genel başkanlığından ayrıldıkları anda kendilerine diş göstereceğini çok iyi biliyorlardı.
Nitekim İsmet İnönü 14 Mayıs 1950 seçiminde iktidardan düşünce onu siyasi hayatta ayakta tutan ve ona Demokrat Parti’ye karşı mücadele etme olanağı veren zemin, onun CHP Genel Başkanı sıfatını taşıyor olmasıydı.
Bunlar aynen Tayyip Erdoğan ve partisi için de geçerlidir. Ancak Atatürk ve İnönü döneminde cumhurbaşkanının partisi ile bağını koruması mümkündü. Artık öyle bir şans yok. O yüzden Çankaya’ya çıkacak olan Tayyip Erdoğan bununla kendisini ve ailesini tatmin edebilir ama partisini çökmekten ve çözülmekten kurtaramaz.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2007
BİZ araba devrilmeden söyleyelim de sonra "o zaman aklınız nerdeydi" denmesin...<br><br>"Devlet Sırrı" başlıklı yasa taslağına bir kere daha değinmek istiyoruz. Bizdeki durumun genel görüntüsü şudur:
Bizim Ceza yasamızda Askeri Ceza yasamızda, kamu personeli ile ilgili yasalarda, Milli İstihbarat Teşkilatı ile ilgili yasada ve başka bazı yasalarda "gizli" bilgilerin açıklanmasını yasaklayan hükümler vardır.
O tür bilgiler bugüne kadar çeşitli yasalardaki hükümlerle korunmaktaydı. Şimdi getirilen taslak, çeşitli yasaların gizli kalmasını istediği bilgilerin biri "devlet sırrı" öteki de "diğer gizli bilgiler" olmak üzere ikiye ayrılmasını öngörüyor.
Bu ayrım bizim kanımıza göre ciddi sakıncalar içeriyor. Ama ona gelmeden önce öteki ülkelere göz atalım istiyoruz:
"Devlet sırrı" kavramını özel bir yasayla koruma altına alan ilk ülke biz değiliz.
Hatta, İngiltere’nin bununla ilgili ilk yasayı 1889’da çıkardığını, ABD’nin metni elimizde bulunan "Gizlilik dereceli bilgilerle ilgili usul yasası"nın 1980 tarihli olduğunu dikkate alırsak, geciktiğimizi bile söyleyebiliriz.
Bu da gösteriyor ki bir "devlet sırrı" yasasının çıkması bir ihtiyaç olarak görülebilir.
Esasen İngiliz devleti aynen bizimki gibi hálá "kapalı"dır. Hem 1889 yasası hem de onu değiştiren 1911 tarihli yasa "demokratik" sistemle bağdaşmayacak sınırlayıcı hükümler içermektedir.
İngilizler 1939’da o yüzden basınla ilgili "D Notice" (Savunma Uyarısı) diye anılan bir mekanizma oluşturmuşlardır. Buna göre "Yazılı ve Sözlü/Görüntülü Basın Hizmetleri Komitesi" (The Services, Press and Broadcasting Committee) adıyla kurulan bir Komite tarafından, gazetelerle radyo ve TV’lere, sadece "ulusal savunma ve ulusal güvenlik" konularıyla sınırlı olmak üzere pek nadiren "tavsiye" yazıları gönderilir.
Bu komite üyeleri arasında (1967’deki düzenlemeye göre) Savunma Bakanlığı Müsteşarı, Havacılık Bakanlığı, Savunma Bakanlığı’nı, Dışişleri’ni ve İçişleri’ni temsil eden 5 kamu görevlisi ile yazılı, sözlü/görüntülü basını temsil eden 11 kişi (toplam 16) vardır. Komitenin Genel Sekreteri genellikle bir emekli amiral veya yüksek rütbeli bir emekli subaydır. Bu zat 24 saat görevdedir. Acil durumlarda komite adına karar verir. Kararı sonra tartışılsa bile ona uyulur.
ABD’nin 1980 tarihli yasasına göre, Başkan’ın talimatı üzerine hükümet tarafından belirlenen yahut yasayla veya tüzükle(?) (regulation) tayin edilen ve "ulusal güvenliğe, dış ilişkilere veya atom enerjisiyle ilgili 1954 tarihli yasanın koyduğu sınırlamalara ilişkin olan" bilgiler "gizlilik dereceli" sayılmaktadır.
Öteki ülkelerdeki yasaların çoğu "devlet sırrını koruma" gerekçesiyle getirilen ama basını susturmayı veya cezalandırmayı amaçlamaktadır. O nedenle üzerinde durmayı gerektiren türden değildir.
Bizimkine gelince...
Konunun gündemde kalacağı belli olduğuna göre, ona değinme fırsatını kaçırmayacağız.
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2007
GÖZÜMÜZ aydın! Avrupa Birliği’ne (AB) uyum gerekçesiyle getirilen yeni Ceza Yasası hükümlerinin bilgi alma ve bilgiyi yayma konusunda hepimize (özellikle gazetecilere) getirdiği kısıtlayıcı hükümler yetmiyormuş gibi, hükümetin AB’ye uyum gerekçesiyle hazırladığı "devlet sırrı" tasarısının da özgürlüklerimize yeni kısıtlamalar getireceği ortaya çıktı. SANKİ yeni Ceza Yasası’nın koyduğu sakıncalı hükümlerden meşhur 301 dahil en az 23 ayrı madde düzeltilmiş, demokratik bir ülkeye yakışır hale getirilmiş de sıra buna gelmiş gibi...
Yeni yasa tasarısının üzeri şekerle, çikolatayla kaplanmış hükümlerine ve özellikle bal damlayan gerekçesine bakarsanız, "Bunca yıldır niçin beklediniz? Keşke daha önce bu yasayı getirip çıkartsaydınız" diyesiniz gelir.
Nitekim gerekçedeki sözlere göre, "halkın gerçekleri öğrenme hakkı"na çok saygılı bir devletimiz varmış. O kadar ki o satırları okuyunca, "Ülkemi yanlış anlamışım" diye hayıflanmadan edemezsiniz.
Devlet yaşamının "şeffaflığından" girmişler, Birleşmiş Milletler Evrensel Bildirisi’nin 19’uncu maddesindeki" ifade özgürlüğünden dem vurup Bilgi Edinme Hakkı’nın kutsallığından geçip Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğü ile ilgili 10’uncu maddesine kadar derin bir saygı ile değinmedik şey bırakmamışlar.
Lakin insanların, kendilerini yöneten devletin yaptığı katakullili işleri öğrenmelerine olanak verecek her deliği tıkamayı da ihmal etmemişler.
Tabii mutad ve makul gerekçelere sığınarak:
Nitekim tasarıdaki düzenlemeye göre, bir bilgiye devlet sırrı denebilmesi için onun, "Açıklanması veya öğrenilmesi, devletin dış ilişkilerine, milli savunmasına ve milli güvenliğine zarar verebilecek; anayasal düzeni ve dış ilişkilerinde tehlike yaratabilecek ve bu nedenlerle niteliği itibarıyla gizli kalması gereken" türden olması şart imiş.
Tamam... Hiçbir devlet kendisinin çok gizli kalması gereken "dış ilişkilerine, milli savunmasına, milli güvenliğine" ilişkin bilgilerin orta malı olmasını istemez. Bu tür "çok gizli" kalması gereken bilgiler, Başbakan, Adalet, Milli Savunma, İçişleri ve Dışişleri bakanlarından oluşan "Devlet Sırrı Kurulu" isimli bir organ tarafından karar altına alınmış olmak koşuluyla "devlet sırrı" sayılacakmış. Bu da makul bir çözümdür. Lakin bu karar "önceden" yani söz konusu bilginin oluştuğu tarihte alınırsa ve o karar belli bir sicile aynı anda kaydedilirse ortada bir kaşkariko dönmesi önlenir. Aksi halde o bilgiye sonra "devlet sırrı" denebilir ve birtakım insanlar (özellikle gazeteciler) haksız yere cezalandırılır.
Tasarının bizim gözümüze çarpan önemli bir başka kusuru, "devlet sırrı" sayılmayan ancak "yetkili makamlar tarafından gizlilik derecesi verilmiş bilgi ve belgeler" diye ayrılan bir "gizli bilgi" kategorisi yaratmış olmasıdır.
Bu gruba "öğrenilmesi halinde ülkenin ekonomik çıkarlarına, istihbarata, askeri hizmetlere, idari soruşturmaya ve adli soruşturma ve kovuşturmaya zarar verebilecek nitelikteki" bilgiler dahilmiş.
Sonra tekrar değinmek üzere şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, sırf bu hükümle Türkiye’yi tam bir karanlığa sokmak işten bile değildir.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2007
ESKİ Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in "Türkiye 8 eyalete bölünebilir" şeklindeki sözlerinin geçmişi biraz karışık çıktı:<br><br>Turgut Özal’ın en azından bir kısım sırlarına vakıf oldukları bilinen eski bakanlar Mehmet Keçeciler ile Vehbi Dinçerler de "bu konunun kendi aralarında tartışıldığını" anımsıyorlarmış. Dünkü Sabah’ta Yavuz Donat, Keçeciler’in "eyalet sistemi"nin, o zaman "ABD kaynaklı bazı telkinler" nedeniyle gündeme geldiğine ilişkin sözlerini aktarıyor. Nitekim konuyu kendi aralarında tartıştıktan sonra "Milli birlik ve bütünlüğü tartışmalı olan bir ülkede, bir de üniter yapı tartışması açmanın doğru olmayacağı" sonucuna vardıklarını söylüyor.
Aynı konuda Özal’ın hem akrabası hem de "sır ortağı" sayılan bakanlardan Hüsnü Doğan’ın da -çok haklı olarak- "Böyle işler devlet kurulurken olur, sonradan olmaz" dediği bildiriliyor.
Vehbi Dinçerler’in dedikleri de yukarıdakileri doğruluyor.
Milliyet yazarı Fikret Bila’nın verdiği bilgiye göre Sayın Evren, görüşünün kanıtı olarak Marmaris’te bir yere trafo koydurabilmek için Ankara ile yapılan yazışmalar nedeniyle 3 yıl beklediklerini söylese de... Bir ülkenin idari yapısını kökten değiştirme düşüncesinin daha ciddi gerekçelere dayanması gerekir.
Bir defa Türkiye’yi "federatif" bir yapıya mı kavuşturmak istiyorsunuz, "eyaletler" sistemi mi getirmeye niyetlisiniz veya onları değil de aslında Bölge Valilikleri ile mi idare etmekten yanasınız, bunu artısıyla eksisiyle tartmak lazım.
Tabii bugünkü İl-İlçe düzenini değiştirmenin ülke için daha doğru olacağını ileri sürüyorsanız.
Turgut Özal her ne kadar "eyaletler" görüşünü iktidara gelişinin ilk dönemlerinde benimsememişse de, Cumhurbaşkanlığı sırasında kendisini ziyaret eden Güneydoğu’lu milletvekillerine "Kürtlerle bir federasyon kurma fikrini tartışmalıyız" demişti.
Gerçi sonra inkár etmeye kalktı ama, o sözleri kendisinden duyanların verdiği bilgiler karşısında sesini kesmişti.
Şimdi bu görüşün Kürt kökenli bir eski bakan olan Şerafettin Elçi’den başka savunucusu yok.
Eyaletlere gelince... Türkiye’nin ne tarihi, ne coğrafi, ne siyasi, ne etnik ne de kültürel veya ekonomik nedenlerle "eyaletlere" ayrılmasını gerektiren ciddi bir görüş bugüne kadar ortaya atıldı.
Türkiye’yi eyaletlere ayırmak demek, yasama, savunma, güvenlik ve dış ilişkiler gibi birkaç temel yetki dışındaki yetkileri o eyalete ve onun kendisi tarafından oluşturulmuş organlarına bırakmak demektir.
Bunu yapmanın uzun vadedeki etkisi o eyaletler arasında rekabet yerine husumet üretmek mi olur iyi değerlendirmek lazım. Eyaletlerin birbirine çelme taktığı bir Türkiye mi daha çabuk kalkınır, yoksa yetkileri genişletilmiş yerel yönetimler eliyle bugünkü yapıyı koruyan Türkiye mi, sorusunun yanıtını net olarak vermek lazım.
Eyaletlere bölünmüş Türkiye’nin "ulusal birlik ve bütünlük" anlayışı bundan zarar mı görür, yarar mı, sorusunun yanıtını bilmek lazım.
Yara olmayan yeri kaşıyıp yara yapmak doğru mu değil mi bir de onu düşünmek lazım.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2007
DURUP dururken mi yoksa bir "öngörü" ifadesi olarak mı henüz anlaşılamadı ama, bir gerçek var ki, eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren, "Türkiye’nin eyaletler sistemine geçmesinin kaçınılmaz olduğunu" ileri sürerek bir tartışma başlattı. Dünkü Hürriyet’te Sayın Evren’in sözlerinin, Sabah Gazetesi’nde yayımlanan ilk demecine göre biraz daha ayrıntısı vardı:
Türkiye sekiz "eyalete" ayrılmalıymış. Bu eyaletlerin merkezleri Ankara, İstanbul, İzmir, Erzurum, Diyarbakır, Adana, Eskişehir ve Trabzon olmalıymış.
Sayın Evren’in görüşlerinin "iyi niyete" dayalı olduğuna inanıyoruz. Ama dediklerini yapmanın Türkiye’ye onun beklediği yararlardan çok daha büyük zarar getireceğinden de eminiz.
Yeri gelmişken İngilizlerin isabetli olduğuna inandığımız bir temel kurallarını aktarmak isteriz:
"Her yeni kuralın getireceği yarar da vardır, doğuracağı sakınca da... Eğer yeni getireceğiniz kuraldan umduğunuz yararın, aynı kuralın doğuracağı sakıncadan çok büyük olacağından emin değilseniz, bırakınız eski kural yerinde kalsın."
Gerçekten Türkiye’nin yönetimi en iyi nasıl olabilir tartışmaları içinde -bildiğimiz yanlış değilse- "eyalet" sisteminin sözü hiç edilmemiştir ama "Acaba bölge valilikleri kurmak daha doğru olur mu, olmaz mı?" konusu zaman zaman ele alınmıştır.
Dahası... "Bölge" esasına dönük yönetim anlayışı 1921 tarihli ilk Anayasamız’da yer almıştı. Bu Anayasanın 22’nci maddesi "Vilayetler, iktisadi ve içtimai münasebetleri itibariyle birleştirilerek, umumi (genel) müfettişlik kıtaları vücuda getirilir" diyor, 23’ncü maddesi de gerçekte Bölge Valisi olan Genel Müfettişlerin "kamu düzeninin korunması ve illerin ortak işlerinde ahengin kurulması" ile görevli olduklarını bildiriyordu.
Umumi Müfettişliğin gereksiz yere formalite çoğalttığı üstelik ülkede "bürokrat" sıfatlı birtakım derebeyleri yarattığı görülünce -tarihinde yanılmıyorsak- 1940’larda kaldırıldı.
Sayın Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı iken Federal Almanya’ya yaptığı bir gezi sırasında, Almanya bayrağı yanında bir de Bavyera Eyaleti bayrağı görünce "Neden bizde de eyaletler olmasın?" diyerek konuya duyduğu ilginin, bugün karşımıza "Türkiye’yi 8 eyalete ayıralım" önerisiyle çıkması, bize 1978-79’da Başbakan olan merhum Bülent Ecevit’in bir önerisini anımsattı:
Ecevit başbakan sıfatıyla Yugoslavya’ya yaptığı ziyaret sırasında onların lideri Josiph Broz Tito’dan, "çete birlikleri" esasına dayalı bir "Ulusal Savunma Sistemi" öğrenmiş ve "Hitler Almanyası’na karşı Tito’nun başarıyla uyguladığı bu savunma sistemini biz de kabul edebiliriz" diyerek konuyu Türkiye’ye taşımıştı.
Taşımıştı ama taa 1952’den itibaren tüm savunma sistemlerini NATO standartlarına göre değiştirmiş olan Türkiye’nin, NATO’ya veda etmedikçe o Ulusal Savunma Sistemi’ne geçemeyeceği kendisine anlatılınca bu sevdadan vazgeçmişti.
Sayın Evren’in ortaya attığı önerinin, daha başka hangi olaylardan esinlenmesi sonucu tazelendiğine ve bu önerinin Türkiye’ye ne getireceğine yeri gelince değineceğiz. Çünkü konunun henüz çok ama çok başındayız.
Yazının Devamını Oku