20 Mart 2007
TÜRKİYE bir ülke, biz de eşsiz bir milletizdir. Zaman olur "mevzuat" (Anayasa, yasalar, tüzükler, yönetmelikler vb.) bizden ileridedir. Zaman olur biz onlardan ileri gideriz. Mevzuatla aramızdaki ayarı bir türlü tutturamayız. Tutturamayız ama yine de geçinir gideriz. Bunları bize Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı’nın (OECD) ülkemiz hakkındaki son "Kara Para Raporu" söyletti.
Ama ona gelmeden önce yukarıdaki lafı tamamlayalım:
Bizim Türk olarak, bazı konularda hálá övünüyor olmamıza bakmayın. Örneğin, 1961 Anayasası bazılarımıza -örneğin Sayın Süleyman Demirel’e ve merhum Başbakan Nihat Erim’e- göre Türkiye’ye uygun değildi. Erim, "Bu Anayasa’nın bizim bedenimize bol geldiğini" söylüyordu. Demirel de Anayasa’nın getirdiği yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti ilkelerinden şikáyet edip, "Bu bir hákimler devleti Anayasası" diyordu.
Sonunda istedikleri oldu. 1982 Anayasası çıktı.
Şimdi hálá hem özgürlük hem de yargı bağımsızlığı kavgası veriyoruz.
Bazen de yeni Ceza Yasası gibi mevzuat dar gelir. Neyse ki "Avrupa Birliği’ne uyum" diye bir zorunluluk çıktı da, ülkemizi yönetenlerin kafasının katiyen almadığı iyi yasalar da çıkartıldı.
Hoş öylelerini -örneğin İhale Yasası gibi hırsızlığa engel hükümler içerenleri- değiştirip "yolsuzluklara damardan girme" adına kendi hırsızlarımızı palazlandırmanın yolunu yine de bulduk.
Ne demek istediğimizi merak eden, özellikle belediye ihalelerini incelesin.
Kara para konusuna gelince... OECD raporunda "Türkiye’nin kara parayla mücadele konusunda hálá eksikleri olmakla birlikte mevzuat alanında mesafe kat ettiği" belirtilmiş. "Ancak uygulamada istenen gelişmenin sağlanamadığı" vurgulanmış.
Bu OECD’dekiler de biraz tuhaf insanlar galiba!
Türkiye’de "uygulanmayan mevzuat" kıtlığı mı?
Biz onları "uygulamak" için değil, "bizde de var" demek için mevzuatımız içine alırız. Örneğin "işkence" yahut "ağır muamele" yasaktır. Ama biliriz ki her ikisi de vardır. Sadece sayıca azdır.
Kara parayla mücadele de bugünkü iktidarın (Allah’ları var!) ağzından düşmeyen bir konudur. Hatta parti ve hükümet programlarında yazılanları okusanız, gözleriniz yaşarır. Ama uygulamanın buna uygun olmasını beklerseniz, işte o abestir. Çünkü kara para dediğiniz kaynak, döner dolaşır siyasi partilerin -özellikle iktidarda olanın- seçim giderlerini karşılar. Yandaşlara sermaye olur. Partiyi destekleyenlerin bir adım sonra karşınıza "itibarlı işadamı" olarak çıkmasını sağlar. Onları yüzlerinden, isimlerinden değil, ani olarak ortaya çıkan büyük şirketlerinden ve gazetelere verdikleri çarşaf gibi ilanlardan anlarsınız.
Siz, "Kara para olmasa, ekonomimiz dönmez" diyen başbakanı ve bakanları anımsamıyor musunuz?
OECD’ciler, "Kara parayla mücadele ediyorsanız neden hapiste kimse yok?" diye merak etmişler. Bunu üstelik raporlarına da yazmışlar.
Dedik ya... Bunlar tuhaf adamlar... Türkiye’de "kara para" yüzünden, "gayri meşru kazanç" yüzünden değil, insanlar "düşündüklerini söyledikleri için" hapse atılır. Bunu da mı bilmiyorlar?
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2007
BİZ değil, "Ben bir haftalık genel müdür değilim ki, bir gün mutlaka bu teşkilatın başına geleceğimi bildiğim için yıllardır hazırlanıyordum" diyen yeni Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kağan Köksal söylüyor: "Bizim gençlik dönemlerimizde seyirciler çok sinirlenirse oyun alanına en fazla ayva atardı. Şimdi bazıları statlara döner bıçağı ile geliyor."
Gördüğünüz gibi verilen örneklerin en hafifi ile birlikte "güvenlik" konusunda dibe vurmuş haldeyiz.
Son ve her gün gazetelerde pek çok benzerini gördüğümüz haber özetle şu:
(İstanbul’un Esenler semtindeki) Oruçreis Mahallesi’nde oturan 34 yaşındaki pazarcı Hikmet Çalışkan, gece evine dönünce arabasını park edeceği yere başka otomobildeki 4 kişi itiraz etmiş. Çıkan tartışma sırasında öteki otomobildekilerden biri tabancasını çekerek Çalışkan’ı kalbinden vurmuş. Çalışkan hayatını kaybetmiş.
Bu olay geçen gün iki kardeşi aynı şekilde trafik kavgası sırasında Sarıyer’de denize atıp boğulmalarına sebep olan magandaların marifeti henüz zihinlerde tazeyken meydana geldi.
Örnekler zaten sayılamayacak kadar çok.
Yeni Asır Gazetesi yazarı Ahmet Yazıcıoğlu 13 Eylül 2006 tarihli yazısında;
"Narlıdere Mustafa Kemal Sahil Bulvarı’nın da geceleri Teksas’tan farksız olduğunu belirtmeliyim. Çin motosikletli, hurda Tofaş arabalı kılıksız birtakım magandalar, gece yarıları etrafı sık sık kurşun yağmuruna tutuyorlar" diyor.
Buyurun... Şehir kültürümüz bu...
Milletvekillerinin Meclis binasına silahsız girmesini dahi sağlayamamış bir zihniyetin egemen olduğu toplumdan ne bekleyebilirsiniz.
"Huzurumuzu ve güvenliğimizi devlet sağlayamıyor" inancının yaygınlaşması nedeniyle herkes kendi güvenliğini keni olanaklarıyla sağlamaya kalkıyor.
Bir gazete haberi geçenlerde, 300 bin araba sürücüsünün üstünde veya torpido gözünde tabanca taşıdığını bildiriyordu.
Herkes taşıma ruhsatlı silah almaya çalışıyor. Gözü kara olan ruhsatsız silahla dolaşıyor. O kadar pervasız olamayanların arabalarında, kolay uzanacakları bir noktada levye veya bıçak bulunuyor.
Daha medeni (!?) olanların, ağaç işleyen tornacılardan "beyzbol sopası" alıp arabaya koyduğunu Zaman Gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan bildiriyordu.
Bu durum silah taşımaktan nefret edenleri bile fikrini değiştirip silah almaya yönlendiriyor.
Çareyi Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 1 Eylül 2005 günü gazetecilere "Bu Meclis’te olacak bir konu değil. İlgili birimlerimizi bu konuda daha duyarlı, daha gayretli bir çalışmanın içine soktuk. Bu toplumsal bir mesele. (...) Biz (...) toplumsal bilinci artırarak buna karşı büyük bir savaşı, medyamızın da desteğiyle vereceğiz" şeklindeki sözlerinde arayabilirsiniz.
Ama o yaklaşımda bir çare bulabilir misiniz, ayrı mesele.
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2007
MAKSAT kamuoyunun dikkatini çekmekten ibaret idiyse, çektiler. "Kadın Adayları Destekleme Derneği" (KA-DER) bu amaçla ünlü kadınlarımızı "takma bıyık" takıp basının karşısına çıkardı. Önümüzdeki günlerde yol kenarındaki reklam panolarında bıyıklı kadınlar görecekmişiz.
Çünkü kadınlarımız Parlamento’ya girmek ve hak ettikleri düzeyde temsil edilmelerini sağlamak için başka çare bulamamışlar.
Önce temel düşüncemizi söyleyelim de, aşağıda diyeceklerimiz yanlış anlaşılmasın:
Kadının toplum içindeki yeri, o toplumun uygarlık düzeyini gösterir. Bir toplum kadını ne kadar ön plana çıkartıyorsa, sosyal yaşama ne kadar ortak ediyorsa, meslekte, iş yaşamında gelişmesini ne kadar kolaylaştırıyorsa ancak o kadar uygardır. Ancak o toplumun önü açıktır. Ve sizin o topluma güvenmeniz için her şey var demektir.
O nedenle kadınlar siyasette de ne kadar çok ve güçlü şekilde temsil edilirse, ülkemiz için o kadar iyidir.
Dahasını söyleyelim:
Meclis’te ve genel olarak siyasette temsil edilen kadın, ayrıca laikliğin temel güvencesi olur. Çünkü anti-laik rejim, önce kadını köleleştirir.
Bu nedenle bugünkünden çok sayıda kadınımızın önümüzdeki seçime girmesini ve Parlamento’da yer almasını yürekten destekliyoruz.
Dostum Altan Öymen’in bir süre önce Radikal Gazetesi’ndeki sütununda teşhir ettiği utanç verici görüntümüzden ancak o zaman kurtulabiliriz.
Altan Öymen o yazısında Parlamentomuzdaki kadın üye sayısının sadece 24, kadın milletvekillerinin tüm sayıya oranının yüzde 4.4 olduğuna işaret etmişti. Oysa "kadın üye sayısının azlığı" yönünden bize en yakın ülke olan Macaristan’da bile oran yüzde 9.1 imiş.
Öymen’den aldığımız öteki rakamları kısaca aktaralım:
Almanya’da kadın parlamenterlerin tüm üyelere oranı yüzde 31.8; Avusturya’da yüzde 33.9; Belçika’da yüzde 34.7; İspanya’da yüzde 36; Hollanda’da yüzde 36.7; İsveç’te yüzde 45.3 imiş.
Tamam... Bizim kadın üyelerimizin sayısı da artsın ama acaba bunun yolu "billboard"lara çıkıp bağırmak mı? Bıyık takıp dikkat çekmek mi, yoksa siyasi partilere girip bilfiil çalışmak mı?
Biz bu kanaatimizi bir önceki seçimde de yazdığımız için kadın yazarlarımız başımıza yıldırım yağdırdılar.
Kimi bizi faşistlikle suçladı, kimi daha önce kapısından içeri girmediği parti, aday listesinde kendisini "seçilecek yere" koymadığı için demediğini bırakmadı.
Kimi de malum ve meşhur söyleme sığındı. "Kadınlara seçme ve seçilme hakkını Avrupa’dan önce biz vermişiz... Daha 1935’te bile kadın milletvekillerinin sayısı bugünkünden kat be kat fazla imiş... Erkekler kadınlara fırsat vermiyormuş... vs.vs."
İyi de, örneğin Avrupa Parlamentosu’na, Hollanda, Belçika, Almanya parlamentolarına giren Türk kadınların yaptığının yüzde birini siz burada yaptınız mı?
Öyle ya... Almanya’yı, Belçika’yı örnek gösteriyorsanız, kadınların orada yaptıklarından da kendinize pay çıkarmalısınız.
"Eşitlik" hakkınız. "Pozitif ayrımcılık" da hakkınız... Bunların kavgasını birlikte verelim. Ama bir zahmet siz de hiç değilse elinizi sıcak sudan soğuk suya sokacak kadar fedakárlık yapın...
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2007
SİZ, yasalara ve yargı kararlarına uymadığı için hapis üstüne hapis cezası almış bir Müsteşarı görevde tutmakta ısrar eden bir siyasi iktidar gördünüz mü? Onu görevde tutan iradenin "hak"tan, "hukuk"tan ve "adalet"ten yana olduğunu iddia edebilir misiniz? Kimden söz ettiğimizi merak ediyorsanız Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı’nın durumunu inceleyiniz.
Siz bir konuda Bakanlar Kurulu tarafından alınan kararlar ve ona dayanarak yapılmış tüm tasarruflar yargı tarafından iptal edildiği halde, bu kararları hiç tanımayan ve uygulamayan bir iktidarın "keyfi yönetim"den değil de "hukuk devleti"nden yana olduğunu söyleyebilir misiniz?Kimden söz ettiğimizi merak ediyorsanız, 9 Ocak 2004 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla görevden alınan Kızılay Genel Başkanı Dr. Ertan Gönen’in ve Yönetim Kurulu’nun mücadelesini öğreniniz.
Sadece Kızılay’daki değil 31 Mayıs 2003 tarihinde görevden alınan Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Başkanı Prof. Dr. Namık Kemal Pak’ın kağıt üzerinde kazandığı hukuk kavgasını soruşturunuz.
Daha başka sayısız olayda da yargıyı bu iktidar hiçe saymıştır.
O nedenle diyoruz ki bu iktidar ne bağımsız mahkemeye tahammül eder, ne de hukukun ve adaletin egemen olduğu bir Türkiye ister.
Nitekim dün bir parça değindiğimiz "Yargıtay’a ve Danıştay’a üye seçme" meselesi de aynı zihniyetin yansımasıdır.
Dünkü yazımızı okumamış olanlar için özetleyelim:
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı, Yargıtay’da boşalan 23 üyenin yerine "iki ay" içinde yenilerinin seçilmesi zorunlu olduğu halde, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) bu seçimi yapmasını engellemektedir. Çünkü yasaya göre "bağımsız" olan kurul öylesine bağımsızdır (!) ki, kendi gündemini bile kendisi belirleyememektedir. Bakanlık da "Kurulun işleri Adalet Bakanlığı’nca yürütülür" şeklindeki hükmü bahane edip "gündemi" kendi istediği gibi belirlemektedir. Neyse ki HSYK, son toplantısında bir karar verdi. Bu ayın 20’sinde yapılacak toplantıda "seçim yapmayı" kararlaştırdı.
Lakin mesele bitmedi. Çünkü yıllardır yapılan "HSYK’da Adalet Bakanı ile Bakanlık Müsteşarı’nın ne işi var?" türü itirazlara rağmen bildiğiniz gibi bu iktidar "bağımsız yargı"dan korktuğu için bu eleştirileri duymazdan geldi.
Nitekim HSYK’da 3’ü Yargıtay, 2’si Danıştay üyeliğinden gelen, hepsi de sonuçta Cumhurbaşkanı tarafından seçilmiş 5 üye var. Bunlardan ayrı olarak "Başkan" sıfatıyla Adalet Bakanı ve "Tabii Üye" sıfatıyla da Bakanlık Müsteşarı HSYK’da yer alıyorlar.
Gerçi Bakan toplantıya katılmazsa onu Yargıtay’dan gelmiş bir "yedek üye"nin temsil etmesi mümkün ama, eğer Müsteşar (veya vekili) katılmazsa, onu "yedek üye" ile temsil etme olanağı yok. Oysa HSYK’nın "bağımsız" olmasını engellemek için kuruluş yasasına Anayasa’ya aykırı bir hüküm konmuş. "HSYK (...) üye tamsayısı ile toplanır" denmiş. O yüzden eğer Müsteşar (veya vekili) toplantıya katılmazsa, Kurul karar alamıyor. Çünkü toplanamamış oluyor.
Şimdi işte 20 Mart gününü tüm ilgililer AKP’nin adaletle sınavını görmek için bu yüzden merakla bekliyor.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2007
BU siyasi iktidarın adında "adalet" kavramı var diye sakın aldanmayın. Bu iktidarın en sevmediği şey "adalet"in kendisi.<br><br>Kaç defa yazdık. Sevselerdi daha iktidara gelmeden önce verdikleri en temel sözü yerine getirir, "adaletin bağımsızlığını" gerçekleştirirlerdi. Onun yerine dolaylı işlerle meşgul oldular. Onda da fevkalade sessiz ve kıvrak usullerle kadrolaşmaya özel bir çaba gösterdiler.
Ama ona gelmeden öncesini söyleyelim:
Anayasa’da "Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez" denmesine rağmen "yargı kararlarına saygı göstermeme ve o kararları uygulamama" konusunda bugünkünden daha çok sabıka sahibi iktidar gelmiş değildir.
Bu konuya sonra döneriz. Çünkü öyle bir veya birkaç yazıyla anlatılabilecek bir sorun değil bu...
Şimdi acil olan, siyasi iktidarın yargıya müdahale niteliğindeki tutumunun son örneği...
Bir süredir Adalet Bakanlığı ile Yargı -daha doğrusu Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)- arasında sorun var. Gazetelere de yansıyan bu sorun, Adalet Bakanlığı’nın (buna AKP iktidarının da deseniz olur) HSYK tarafından halen boş olan 23 Yargıtay üyeliği ve 9 Danıştaş üyeliği için seçim yapmasını engellemesinden kaynaklanıyor.
Konunun söylentiler kısmını atlayalım. Çünkü orada Bakanlığın HSYK’ya uyguladığı baskıya ilişkin sevimsiz iddialar var. Ama Bakanlığın söz konusu seçimi engellediğinde kuşku yok.
Engellemenin yollarından biri HSYK gündemini bu kurulun kendisinin değil bakanlığın belirlemesi... Oysa HSYK’nın Anayasa’ya göre "mahkemelerin bağımsızlığı" esasına göre görev yapması yani hiçbir makamın etkisi altında olmaması gerekiyor.
Bakanlık bu yetkisini öteden beri, "kendi isteğini" ön plana alarak kullandığı için seçimler bir türlü gündeme girmiyordu. Ne var ki son toplantıda HSYK 20 Mart tarihinde yapacağı toplantıda "seçim" yapmaya karar verdiği için Bakanlık sıkıştı.
Gerçi Bakanlığa sorarsanız, engellemenin nedeni yargıya müdahale değil, tam tersine, gelecek yıl "İstinaf Mahkemeleri" kurulacağı ve o nedenle Yargıtay küçüleceği için söz konusu 23 üyenin seçilmesine zaten gerek yok. Çünkü o zaman Yargıtay’ın şimdi 250 olan üyesi zaten 150’ye inecek.
Lakin Yargıtay’ın üzerindeki iş yükü o kadar çok ki, bu 23 üye verilse bile sayı yetmiyor. Kaldı ki İstinaf Mahkemeleri kurulunca Yargıtay’ın yükünün azalacağı da sadece bir varsayım.
Yine de iktidarın Yargıtay üyeliği için ileri sürdüğü gerekçeyi kabul etseniz bile, Danıştay üyeliğine yapılacak seçimi engellemenin anlamı ne?
Aslında iktidar, yeni seçilecek Yargıtay ve Danıştay üyelerinin AKP’ye yakın isimlerden oluşmasını istiyor. Böyle olmaz, laik Cumhuriyet’in temel değerlerine bağlı isimler seçilir diye endişe ediyor. Kavganın özü bu... Nitekim sadece Yargıtay ve Danıştay için değil Sayıştay için de TBMM Plan-Bütçe Komisyonu aylardır gerekli seçimi yapmıyor. Çünkü önerilen adaylar AKP’nin beğendiği isimlerden oluşmuyor.
Partizanlığa, kadrolaşmaya hiç de yabancı değiliz. Ama bu kadar müptezelini hiç görmedik.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2007
NE diyeceğiz şimdi? Daha doğrusu biz değil Abdullah Öcalan isimli terör başının, Türkiye devleti tarafından zehirlendiğini, tüm dünya kamuoyuna bir büyük suikast teşebbüsünü açıklıyormuş gibi, Roma’da basın toplantısı düzenleyerek ilan eden avukatları İrfan Dündar ile Mahmut Şakar ne diyecek diye soruyoruz. Onlar yanıtlarını hazırlayadursunlar, Roma’daki açıklamanın hemen ardından ortaya atılıp:
"Öcalan’a kimyasal ve radyoaktif bir saldırı var ise, ki bilimsel verilerin böyle bir sonuç verdiği belirtiliyor, bunun sonuçlarının hiç kimsenin hesap edemeyeceği kadar ağır olacağını sorumluluğumuz gereği belirtme ihtiyacını duyuyoruz. Bu coğrafyada geri dönülmez tahribatlar yaşanabilir" tehdidini savunan DTP Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk Hanım ne diyecek?
"Öcalan’ın yemeğine veya suyuna katılan maddelerle zehirlendiğini" öne süren Guiliano Pisapia isimli İtalyan avukata yönelik bir sorumuz yok. Belli ki ötekiler üflemiş o da ötmüş.
Aysel Hanımefendi’nin "bilimsel verilerinin" de "kimyasal ve radyoaktif bir saldırı"nın da külliyen palavra olduğu bizzat o sözleri kendisine atfettikleri uzman tarafından açıklandı.
Anımsayacaksınız, yukarıda sözünü ettiğimiz avukatlar, Abdullah Öcalan’ın saçından altı adet teli "saçta her türlü maddenin aranması" konusunda dünyaca ünlü bir uzman Dr. Pascal Kintz’e götürdüklerini, Kintz’in de yaptığı araştırma sonunda "Öcalan’ın saçlarında toksik metalden zehirlenme var" dediğini ilan etmişlerdi.
Bildiğiniz gibi bunun üzerine Adalet Bakanlığı derhal üç uzmanı görevlendirip Öcalan’ın saçından, idrarından, tükrüğünden ve dışkısından örnek alarak tahlil yaptırdı. Varılan sonuç da hiçbir tereddüde yer bırakmayacak bir dille açıklandı:
Zehirlenme diye bir şey kesinlikle yok.
Biz o "resmi" sonucu da bir kenara bırakıp, bu haberler karşısında Dr. Kintz’in dediklerine dönmek istiyoruz. O da diyor ki: "Ben hiçbir zaman Abdullah Öcalan’ın zehirlendiğini söylemedim. Saçların sahibinin doktor tarafından izlenmesi gerektiğini dile getirdim."
Bunlarla yetinmedik. Tanınmış Adli Tıp Profesörü Sevil Atasoy’la da konuştuk. O da Dr. Kintz’in son beyanını ve Adalet Bakanlığı tarafından görevlendirilen uzmanların vardığı sonucu destekledi.
Görüyorsunuz, Öcalan’ın hempaları (omuzdaş, arkadaş) kamuoyunu bulandırmayı, toplum huzurunu dinamitlemeyi amaçlayan bir kampanya başlatmış gibiler. Arada bir "kardeşlik, eşitlik" lafları edip ülkenin Anayasa’da açık açık yazılmış temel değerlerine saldırıyorlar. Altında bir gün ezilecekleri büyük bir badireyi davet ediyorlar.
Ne yazık ki siyasi iktidar bu gidişi boş gözlerle ve idraksiz bir kafayla izlemekle yetiniyor.
Aysel Hanımefendi’nin daha sonra "Açıklamamda kesinlikle tehdit söz konusu değil. Ben sadece öngörüde bulunuyorum" şeklindeki sözlerini esas alarak biz de anımsatalım:
Kendisinin de destek verdiği anlayışın ve gidişin "sonuçlarının hiç kimsenin hesap edemeyeceği kadar ağır olacağını" biz de kendi sorumluluğumuz gereği belirtme ihtiyacını duyuyoruz.
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2007
BALONU eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Celal Güzel patlattı... Kürt kökenli vatandaşlarımızın karşımıza bazen 15, bazen de 20 milyon olarak çıkan sayısının topu topu 6.5 milyon olduğunu, toplam nüfus içindeki oranın da bazı kaynaklara göre yüzde 6.2’yi, bazılarına göre de yüzde 7.84’ü geçmediğini yazdı. Hasan Celal Güzel'in verdiği rakam her halükárda yüzde 8.5'ta kalıyor.
Hoş söz konusu insanlarımızın sayısı da, nüfus içindeki oranı da bunlardan daha yüksek çıksa, bir sakınca teşkil etmemesi gerekir. Çünkü doğru olan yaklaşım, "madem kardeşiz, gerçek sayı bilinenden fazla olsa ne fark eder, az olsa ne yazar?" demektir.
Gerçekten, o insanlarımız dahil tüm Türk halkının, 1984'ten beri sürüp gelen PKK terörüne rağmen birbirine düşmanlaşmamasını işte o "kardeşlik" duygusuna borçluyuz.
Ancak halkımızın bu övgüye değer tavrına rağmen, Türkiye'de iki ayrı halk olduğunu ileri sürenlere her gün tanık oluyoruz. Kimi bu konuda o kadar ileri gidiyor ki, sonuçta kendilerine yakın saydıkları insanlara kötülük ettiklerini dahi göremiyorlar.
Nitekim o 15-20 milyonlu rakamları o yüzden ortaya atıp, son zamanlarda piyasaya sürülen "40 milyonu bulan nüfusuna rağmen devleti olmayan halk" lafına gerekçe yaratmaya çalışıyorlar.
Onun altında Türkiye'yi parçalama amacı yatmasa, "bize ne?" demek işten değil. Zaten "kendi insanlarına kötülük ettiklerini" o yüzden söylüyoruz. Çünkü o laflara inanıp çılgınlık yapmaya kalkanlara vurulacak darbe ağır olur.
Kaldı ki "Kürt" kökenli insanlarımızın sayısının 15 veya 20 milyon yerine en çok 6.5 milyon civarında olduğuna ilişkin görüşü doğrulayan başka gerçekler var:
Biliyorsunuz özellikle son üç milletvekili genel seçiminde "Kürt" kökenli insanlarımızı tek çatı altında toplamayı amaçlayan siyasi partiler kuruldu. Bunların 1995'te aldığı oy sayısı 1 milyon 171 bin, oy oranı ise yüzde 4.17 idi. Bir sonraki seçimde yani 18 Nisan 1999'da aldıkları oyun sayısı 1 milyon 482 bin, oy oranı ise yüzde 4.75 idi. Son seçimde yani 3 Kasım 2002'de aldıkları oyun sayısı 1 milyon 960 bin, oy oranı da yüzde 6.22 idi.
Bizdeki seçmen sayısı tüm nüfusun yaklaşık yüzde 60'ı kadar olduğuna göre bu rakamlara neyi eklerseniz ekleyin sayıyı 6 milyona bile zor çıkartırsınız. Hadi öteki partilere destek veren Kürt kökenli vatandaşlarımızı da ilave edin... Taş çatlasa toplam sayı 6.5 milyonu aşmaz.
O nedenle Hasan Celal Güzel'in de işaret ettiği gibi, herkesten önce Turgut Özal'ın kullandığı "Türkiye bir mozaiktir" sözünün iyi niyet ürünü olduğunu söylemek mümkün değildir.
Evet Türkiye'de bazı değerlendirmelere göre 26 ayrı etnik kökenden gelme ve hepsi birbirinin kardeşi insanlar yaşamaktadır. Onların etnik kökenlerine, kültürlerine, dillerine bağlı olmaları ve bunların korunmasını istemeleri elbet en kutsal haklarıdır. O hakları korumalarına yardım etmek hepimizin borcudur, ama o insanların tamamına Türk halkı, o ulusa da Türk ulusu denir.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2007
İSTER kişiliğindeki bir uçtan ötekine pervasızca kayabilme yeteneğinin (?) sonucu olsun, ister inandığı davanın risklerini cesaretle üstlenmesine borçlu olsun... Her ne derseniz deyin, Doğu Perinçek başka hiçbir fikir veya siyaset adamımızın yapamadığını yaptı. Gitti... "Ermeni soykırımını inkár etmek suçtur" diyen İsviçre yasasının ve devletinin gözünün içine baka baka orada önce, "Sözde Ermeni soykırımı, emperyalist bir yalandır" dedi.
Sonra da "ifade özgürlüğü şampiyonu" geçinen ve "uygar"lığına toz kondurmayan, "demokrasi"sinin tartışılmazlığını kabul ettirmiş bulunan, "hukuk devleti" örneği sayılan İsviçre'nin, tüm bu iddialarının ne kadar göstermelik olduğunu hem onlara hem de tüm dünyaya gösterdi.
Doğu Perinçek'i kutluyoruz.
Biliyorsunuz, "Ermeni soykırımı iddialarının yalan" olduğunu ileri sürdüğü için Perinçek önceki gün Lozan'da yargılandı ve 90 gün hapis cezası karşılığında 9 bin İsviçre Frangı para cezasına çarptırıldı. Mahkeme bu cezayı iki yıl tecil etti. Ancak mahkeme, Perinçek'i ayrıca 3 bin İsviçre Frangı para cezasına çarptırdı. Bu ceza 5 gün içinde ödenmediği takdirde Perinçek'in 30 gün hapsedileceğini hükme bağladı. Bunlar yetmemiş olmalı ki İsviçre'deki Ermeni cemaatine sembolik (!?) olarak 1000 İsviçre Frangı ve Perinçek hakkında dava açan Sarkis Şahinyan'a 10 bin İsviçre Frangı ödemeye; ayrıca mahkeme masrafı olarak 5 bin 873 İsviçre Frangı yatırmaya mahkûm etti.
Anlaşılıyor ki Perinçek'in İsviçre'ye taşıdığı ve ağırlığı 90 kilogramı bulan Rus arşivlerinden alınmış belgeler ve öteki kanıtlar, Perinçek'in sözlerinin gerçeği yansıttığına yargıyı ikna edememiş.
Etmesini beklemek zaten biraz fazla iyimserlik olurdu. Çünkü hem İsviçre kamuoyunun hem de Perinçek'le ilgili mahkeme kararında onu "küstah, provokatör, ırkçı, milliyetçi" gibi bir kısmı aşağılayıcı nitelikte sıfatlarla niteleyen yargıcın, "Ermeni soykırımı iddiası doğrudur" iddiasına inandıkları belliydi.
O nedenle bu aşamada, yani "Ermeni soykırımını inkár etmek suçtur" türü yasalara sahip ülkelerde yapılması gereken şey, enerjimizi "Ermeni soykırımı iddiası doğru değildir" demeye değil, "bunu söylemek suç olamaz" demeye yoğunlaştırmaktır.
Hatta böyle "çağdışı" yasaların varlığını iyi kullanırsak, bu bir bakıma bizim için şans oluşturur. Çünkü söz konusu yasaların, Batı'nın çok duyarlı olduğu (veya öyle geçindiği) ifade özgürlüğüne aykırı olduğunu onlara göstererek işe başlarsak, karşımızdaki cephede gedik açmamız mümkündür.
Aslında Doğu Perinçek'in İsviçre'de yaptığı da budur.
O nedenle Perinçek'in mahkûmiyetini ifade eden karar aslında onun değil İsviçre'deki "ifade özgürlüğü"nün ve İsviçre adaletinin mahkûmiyetini ilan etmektedir.
Perinçek kararı, dileriz bizlere her fırsatta (maalesef çoğu kez de haklı olarak) "ifade özgürlüğü" dersi veren "Avrupa"lılara "ifade özgürlüğü" konusundaki ikiyüzlü ve çifte standartlı tavırlarını göstermeye yarar.
Ulusal sicilimize Ermeni soykırımı iftirasını yazmaya kalkanlarla mücadelemiz belli ki çok zahmet isteyecek ve çok zaman alacak.
Yazının Devamını Oku