Paylaş
Prens Salman ziyaret ettiği ülkelerde medya ile bir araya gelmeye büyük özen gösteriyor, bu ziyaretler sırasında hem kendisi hem de Suudi Arabistan için geniş bir PR (halkla ilişkiler) kampanyası yürütülüyor.
Prens Salman geçen hafta (bir yıl içinde 2. defa) ABD’de idi. Vaşington’da Beyaz Saray’da Başkan Trump ile görüştü. Suudi Veliaht Prens Vaşington’dan hemen önce de İngiltere’deydi. Prens Salman’ın Vaşington ve Londra temasları (ABD Başkanı Trump, İngiltere Kraliçesi Elizabeth ve İngiltere Başbakanı May ile çekilen resimleriyle) Batı ülkeleri basınında çok geniş şekilde yer aldı.
Prens Salman’ın bir özelliği 35 yaşında (yani genç) olması. Bu da Suudi Arabistan bakımından alışılmış bir durum değil. Suudi Arabistan’ın kurulmasından bu yana ülkeyi idare eden 7 kral da iktidara 50 yaşının üzerinde gelmişler. Son iki kralın (Abdullah ve Salman bin Abdülaziz) tahta çıkış yaşları 81 ve 79. Son 6 kral, ülkenin kurucusu (ilk kral) Abdülaziz El Suud’un oğulları. Böylece Muhammed Salman’ın babası (şimdiki kral) 82 yaşındaki Salman Bin Abdülaziz’den sonra tahta gelmesiyle Suudi Arabistan’da krallık makamı (Suud ailesi içinde) oğullardan torunlara, yani ikinci nesile geçmiş olacak.
Prens Salman’ın, babası şimdiki kral Salman Bin Abdülaziz’in 2015 Ocak ayında tahta geçmesiyle birlikte, Suudi Arabistan yönetiminde istikrarlı ve hızlı bir şekilde yükseldiğini görüyoruz. Prens Salman’ın 2017 yılı Haziran ayında veliaht prens olarak ilan edilmesi dünya kamuoyunda büyük bir ilgi toplamış, dikkatlerin Suudi Arabistan’a çevrilmesine neden olmuştu. Prens Salman Başbakan Yardımcılığı ve (önemli) Savunma Bakanlığı görevlerini de üzerinde bulunduruyor. Babasının iktidarı arkasındaki esas güçün o olduğu ifade ediliyor.
Veliaht olarak ilanından bu yana Prens Salman’ın görüşleri, ne yapmak istediği, Suudi Arabistan için vizyonu dünya kamuoyunda yoğun şekilde tartışılıyor. Prens Salman’ın Suudi Arabistan ekonomisinin içinde bulunduğu durumdan çok fazla memnun olmadığı, (ileriye dönük olarak) Suudi ekonomisinin petrole “bağımlılığını” azaltmak istediği, ülkedeki (kraliyet ailesinin bazı fertlerinin de içinde bulunduğu) yolsuzluklarla “mücadele” etmek istediği sıklıkla konuşulan hususlar arasında.
Prens Salman’ın “aklındaki reformlar” arasında en fazla üzerinde durulanı da Suudi sosyal yaşamında hayata geçirmek istedikleri ve bu alanda attığı adımlar. Prens Salman’ın Suudi Arabistan’da “ılımlı bir İslam ülkesi” yaratmak istediği sürekli olarak ön plana çıkartılıyor. Burada da kadın hakları ve Suudi toplumunda kadının statüsü kaçınılmaz olarak gündemin ilk sırasına geliyor. Ancak başlangıç noktası o kadar geri kalmış ki, atılan adımlar (kadınların izinsiz seyahat edebilmeleri, toplum içine çıkabilmeleri, motorlu taşıt kullanabilmeleri) Batı’da mizah konusu bile yapılabiliyor. Bununla birlikte, Prens Salman’ın “reformlarını” savunanlar Suudi Arabistan gibi “muhafazakar” bir toplumda “bir yerden başlamanın” önemine işaret ediyorlar.
Suudi Arabistan’ın gerçekten muhafazakar bir toplum olduğu ortada. Prens Salman’ın özellikle dini ilgilendiren alanlardaki sosyal reformlarının Suudi toplumundaki bazı çevrelerde rahatsızlık yaratabileceği, Suudi yönetiminin geçmişteki tecrübeler de dikkate alındığında, en fazla bu çevrelerden gelebilecek tepkilerden çekindiği, Suudi yönetimi için en büyük tehdidin dini esas alan gruplardan geldiği işaret edilen önemli bir husus.
Buna rağmen Prens Salman’ın sosyal reformlarda ısrarı ve reformların gündemde tutulması biraz da Suudi yönetiminin Suudi Arabistan’ın Batı’daki imajının ne kadar düşük olduğunu anlamasıyla alakalı gibi gözüküyor. Amerika’daki 9 Eylül 2011 saldırılarını gerçekleştiren teröristlerin Suudi vatandaşı olmalarının Amerikan ve Batı toplumlarında Suudi Arabistan’a bakışı büyük ölçüde (olumsuz yönde) etkilediği biliniyor. El Kaide’nin kurucusu Bin Ladin’in Suudi Arabistan’lı olduğunu Batı’da bilmiyen yok. Bin Ladin ve El Kaida’nın ortaya çıkartılışında ve Irak’ın işgaliyle bu terör örgütünün etkisinin tüm Orta Doğu’ya yayılmasında kendi hükümetlerinin oynadığı başat rolü göz ardı etmeye hazır gözüken Amerikan toplumu, Suudi Arabistan konusunda ise daha “unutmaz” ve “sert” bir tutum içinde.
ABD’de 9 Eylül saldırılarının sorumluluğunu Suudi Arabistan’a yüklemeyi amaçlayan çalışmalar da var. Suudi Arabistan’ın Batı’da aleyhine gelişen bu durumu gördüğü ve değiştirmeye çalıştığı anlaşılıyor. Prens Salman’ın büyük PR çalışmalarıyla sürdürülen “reform” gayretleri ile son Londra ile Vaşington ziyaretlerinin arkasında böyle bir tablo bulunuyor. Ancak dünya petrol rezervlerinin büyük bir bölümünü elinde tutan ve dünya petrol üretiminde daima ilk üç ülke arasında yer alan Suudi Arabistan Vaşington (ve diğer başkentler) için çok önemli bir ülke. Kurulduğu günden bu yana Suudi Arabistan ile ABD arasında “özel ilişkiler” var. Seçim kampanyası sırasında sürdürdüğü bütün retoriğe rağmen Başkan Trump’ın ilk yurt dışı ziyaretini Suudi Arabista’a yaptığı da hatırlarda.
Prens Salman ve Suudi yönetiminin dış politika alanında karşılaştığı en büyük sorun ise İran. Suudi Arabistan Körfez ve Orta Doğu bölgesinde artan İran nüfuz ve etkinliğinden büyük ölçüde rahatsız. Riyad, İran’ın Arap ülkelerindeki Şii grupları kullanarak bölgeyi kendi kontrolü altına almaya çalıştığını düşünüyor, Suudi Arabistan ile İran arasındaki çatışma genişliyerek büyüyor.
2003 yılındaki ABD işgalinden beri Irak geçmişte bölgede oynadığı İran’ı dengeleme rolünü yerine getiremiyor. Tam tersine Irak’daki yönetim Şii grupları kontrolünde ve bu durum Tahran’ın Irak’daki etkisini büyük ölçüde arttırmış. Tahran Suriye iç savaşına müdahalelerini, Irak’daki Amerikan askerlerinin gözü önünde, Irak üzerinden gerçekleştiriyor.
Bahreyn nüfusunun çoğunluğu Şii ve Suudi Arabistan Tahran’ın Bahreyn’de rejim değişikliği peşinde koştuğu inancında. Lübnan’da da ciddi bir Suudi Arabistan-İran mücadelesi yaşanıyor. Tahran Lübnan Şii toplumu içinde güçlü Hizbullah örgütünü desteklerken, Riyad güçünü Lübnan Sunni toplumundan alan Başbakan Hariri’yi desteklemeye devam ediyor.
Suudi Arabistan için (İran’la ilişkili olarak) en ciddi dış sorun ise Yemen. Yemen’de insani felaket boyutları her geçen gün büyüyen (Riyad’ın doğrudan müdahale ettiği) bir iç savaş yaşanıyor. Riyad, İran’ın Husi’leri destekleyerek (komşusu) Yemen’i ele geçirmeye çalıştığına inanıyor. Suudi Arabistan’ın hemen güneyindeki ve Bab’ül Mendep boğazıyla Kızıldeniz’e girişi kontrol eden Yemen’in startejik önemi büyük.
Suudi Arabistan İran’la bölgede giriştiği mücadelede Vaşington’dan açık bir destek alıyor. Trump Yönetimi ise Suudi Arabistan’a yapılan silah satışlarından memnun gözüküyor. Başkan Trump’ın yeni “sertlik” yanlısı dış politika ekibiyle (Dışişleri Bakanı Pompeo ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton) Vaşington’un Riyad’a desteğinin artacağı anlaşılıyor.
Prens Salman’a ABD’deki Yahudi Lobisi’nden (ve bu arada İsrail Başbakanı Netanyahu’dan) güçlü bir destek geliyor. Prens Salman, Başkan Trump ve Başbakan Netanyahu Orta Doğu bölgesinde artan İran “ tehdidinin” dengelenmesi ve ortadan kaldırılması konusunda ortak bir görüşte buluşmuş gibiler. Prens Salman’ın (Trump’ın damadı ve Orta Doğu konularındaki esas danışmanı) Kushner ile “yakınlığı” biliniyor. Kushner’in, Prens Salman’ın bir yandan Trump Yönetimi, diğer yandan ABD Yahudi Lobisi (ve Başbakan Netanyahu) ile ilişkilerini “kolaylaştırıcı” bir rol oynadığı görülüyor.
Ancak, Trump Yönetimi ve Amerikan Yahudi Lobisi ‘nin Suudi Arabistan’a sağladığı desteğin (ABD’den alınan silahların faturası yanında) “yüksek“ bir maliyetinin daha olabileceği ortaya çıkıyor. Bu yeni “faturanın” ise Filistinliler tarafından ödenmesinin beklendiği izleniyor. Trump Yönetimi’nin Filistin sorununu (Başbakan Netanyahu’nun talepleri doğrultusunda) “çözecek” yeni bir “barış planı” üzerinde çalıştığı ve bu planın Filistinlilere “kabul ettirilmesi” ve Filistin direncinin kırılması için Suudi Arabistan ve Riyad’ın müttefiği Arap ülkelerinin devreye sokulmak istendiği anlaşılıyor. Vaşington’un Kudüs “kararları” ve Başkan Trump’ın “Kudüs’ü görüşme masasından kaldırdık” gibi ifadeleri bu gelişmelerin bir parçası.
Suudi Arabistan ve müttefiği Arap ülkelerinin (Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Mısır), kendi halklarına rağmen, (Trump,Kushner ve Netanyahu’nun aklındaki) İsrail-Filistin sorununu çözecek “barış” planını Filistin liderliğine empoze etmeye “yardımcı olmaya” ne ölçüde yanaşacakları henüz çok açık değil. BAE ve özellikle Bahreyn’in bu konuda Suudi Arabistan’a nazaran daha “istekli” olduklarını gösteren işaretler var. Mısır’daki (sonucu şimdiden belli) başkanlık seçiminde Abdülfettah Sisi’nin “zaferinin” (bu kez) resmi olarak açıklanmasından sonra Kahire’nin tutumunun daha netlik kazanması bekleniyor. Ancak burda Vaşington için esas önemli olan Suudi Arabistan’ın alacağı tavır ve Riyad Filistin liderliğine baskı yapmak konusunda (henüz) çok da istekli ve ön plana çıkmaya hazır gözükmüyor.
Paylaş