Paylaş
Başkan Trump’ın kendine özgü (sert ve diplomatik olmayan) üslubu NATO Zirvesi’nde bir kez daha kendini gösterdi. Başkan Trump’ın Amerikan iç politikasında gayet iyi bilinen bu sert tarzını uluslararası ilişkilerde de kullanması sıklıkla eleştirilen bir husus. Trump rakamları istediği gibi kullanıyor, bir gün önce söyledikleriyle ters düşen ifadeleri ertesi gün rahatlıkla sarf edebiliyor. Brüksel NATO Zirvesinin “kaotik” bir durumda geçmesinde (Trump’ın tepki toplayan) bu üslubunun bir rolü olduğu muhakkak.
Ama “olaylı” Kanada G-7 ve “kaotik” Brüksel NATO Zirvelerinden sonra ABD ile Avrupalı “müttefikleri” arasında (üslup meselesinin çok ötesinde) ciddi görüş ayrılıklarının bulunduğu artık çok açık bir şekilde izleniyor. Esasen Başkan Trump’ın bu sorunları seçim kampanyasından beri devamlı olarak gündeme getirdiğini biliyoruz. Başkan Trump, ABD ile Avrupa arasındaki (Avrupa lehine giderek büyüyen) dış ticaret açığından ve Avrupa’nın savunmasının mali yükünün ABD’nin üzerine yüklenmesinden şikâyetçi. Başta Almanya olmak üzere AB’nin ABD ile dış ticaret açığını kapatması için hemen harekete geçmesini, Avrupa’nın kendi savunması için daha fazla (mali) sorumluluk almasını istiyor.
Trump’ı destekleyenler ABD’nin AB ülkeleriyle ticaretinin 150 milyar dolar kadar açık verdiğine, ABD’nin Almanya ile dış ticaret açığının bu rakamın nerede ise yarısını oluşturduğuna, NATO ittifakının mali yükünün %70’lere varan bölümünün hala ABD tarafından karşılandığına işaret ediyorlar; bu durumun böyle sürdürülemeyeceğini savunuyorlar. Trump’ın (hem Çin hem de AB ile dış ticaretinde “savaşlara” yol açan) “korumacı” uygulamaları ABD kamuoyunun geniş bir bölümünde destek buluyor.
Daha NATO Zirvesinin ilk saatlerinde Başkan Trump’ın Almanya’ya yönettiği (Almanya’nın doğal gaz ihtiyacının büyük bölümünü Rusya’dan aldığı ve bu nedenle Rusya’ya bağımlı olduğu) eleştirilerin arkasında da yine ekonomik konuların bulunduğu anlaşılıyor. Başkan Trump’ın Almanya’nın ABD’den sıvılaştırılmış doğal gaz almak yerine, Rusya’dan Baltık Denizi üzerinden (Kuzey Akım doğal gaz boru hattının kapasitesini arttırarak) gelen boru hattından daha fazla gaz almaya yönelmesine kızdığına işaret ediliyor.
Ancak, Trump Yönetimi’nin AB ile ters düştüğü konular bunlarla (büyüyen dış ticaret açığı, NATO’nun mali yükünün karşılanmasıyla) sınırlı değil. Rusya ve İran’la ilişkilerin nasıl olması gerektiği, Filistin Sorununa yaklaşım, mülteciler konusundaki uygulamalar gibi önemli dış politika konularında da ABD ile AB arasında görüş ayrılıkları (zaman zaman) ön plana çıkıyor. Başkan Trump bu sorunlarda AB’nin kendisini izlemesi yerine “bağımsız” ve “farklı” tutumlar ortaya koymasından oldukça rahatsız gibi görünüyor.
İşaretler Başkan Trump’ın Avrupa’nın Almanya çevresinde ekonomik ve siyasi birleşmesinden ve bütünleşmesinden rahatsız olduğunu gösteriyor. Trump Yönetiminin Almanya’nın uluslararası ilişkilerde artan rolünden ve ağırlığından tedirginlik duyduğu anlaşılıyor. Bu çerçevede Trump’ın Rusya ile ilişkilere bile Almanya’nın Avrupa’da artan ağırlığının dengelenmesi açısından baktığını tahmin etmek mümkündür. Trump’ın NATO Zirvesinden (ve İngiltere ziyaretinden) hemen sonra dün Helsinki’de Rusya Devlet Başkanı Putin’le görüşmesinin öneminin Berlin başta olmak üzere AB üyesi ülkelerin başkentlerinde dikkatlerden kaçmadığı muhakkaktır. Bu çerçevede Almanya Dışişleri Bakanının artık ABD’ye tümüyle güvenemeyiz ifadeleri ilgi çekicidir.
Trump’ın (Brüksel NATO Zirvesi’nden hemen sonra) İngiltere’ye yaptığı ziyaret de büyük bir ilgi toplamıştır. Her ne kadar İngiltere ziyaretinin sonraki bölümlerinde farklı ifadeler kullansa da, Trump’ın ziyaret başlamadan önce bir İngiliz gazetesinde yayınlanan mülakatının yankıları geniş olmuştur. Trump’ın geçmişte İngiltere’nin AB’den ayrılmasını (Brexit) desteklediği bilinmektedir. İngiltere ziyareti sırasında belirttiği bütün hususlar Başkan Trump’ın “yumuşak” bir Brexit’i tercih eden Başbakan Thereca May’ı değil (AB’ye fazla taviz verilmemesini ve gerekirse) “sert” bir Brexit’i savunan (ve Thereca May’le bu konudaki anlaşmazlıkları nedeniyle Dışişleri Bakanlığından yeni istifa eden) Boris Johnson’u tercih ettiğini ortaya koymaktadır. Trump İngiltere ziyareti sırasında Başbakan Thereca May ile ilişkilerini güçlendirmeye çalıştıysa da mülakatın etkilerini (tamamen) kaldırması mümkün olmamıştır.
Trump’ın mülakatında Başbakan May’e (AB’ye Brexit için verdiği tavizler çerçevesinde) ABD’nin İngiltere ile Serbest Ticaret Anlaşması yapmayacağını söylediğini belirtmesi özellikle ABD-İngiltere ilişkilerinin geleceği açısından da soru işaretleri doğurmuştur. Başkan Trump daha sonra bu ifadelerini de değiştirdiyse de Brexit sonrası ABD-İngiltere ilişkilerinin nasıl bir şekil alacağı konusundaki soruları tam olarak ortadan kalktığını söylemek zordur. Trump’in (mülakatın yaratacağı tepkileri tahmin etmemesi imkanı olmadığına göre) İngiltere iç politikasına bu yönde açıkça görünür bir şekilde müdahale etmesinin arkasında AB’ne duyduğu husumetin olduğunu düşünmek gerekmektedir.
AB ile ilişkilerde Başkan Trump’ı önemli ölçüde rahatsız eden bir dış politika gelişmesinin İran konusunda yaşandığına şüphe yoktur. Başkan Trump seçim kampanyası sırasından bu yana İran Nükleer Anlaşmasına karşı olduğunu açıklamış ve nihayet birkaç ay öncede ABD’yi Nükleer Anlaşmadan çekmiştir. Trump’ın esas niyetinin (İsrail ve Suudi Arabistan’ın da teşvikiyle) İran’ın Orta Doğu’da artan etkisinin ortadan kaldırılması ve hatta İran’da rejim değişikliği olduğu görülmektedir. Anlaşmanın imzacısı diğer ülkeler (Almanya, Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin) ile AB Trump Yönetiminin bu kararına tepki göstermişler ve Anlaşmanın “uygulanmasından” yana olduklarını açıklamışlardır. AB ve üç Avrupa ülkesi İran’a yeni ekonomik yaptırımlar uygulanmasına karşı çıkmakta, ancak ABD’ni (tek yanlı koyduğu) ekonomik yaptırımlara katılmaları konusunda Trump Yönetiminin ağır baskısı altında bulunmaktadır. NATO Zirvesi Sonuç Belgesinde de (büyük ihtimalle ABD’nin isteğiyle) İran’ın bölgesindeki “yıkıcı” faaliyetleri konusunda geniş bir paragraf yer almıştır.
Başkan Trump’ın Almanya Başbakanı Merkel’le “ters düştüğü” diğer bir sorun da mülteciler (sığınmacılar) konusudur. Trump, Merkel’i sığınmacılar konusunda “aşırı tavizkar” bulmakta ve sıklıkla eleştirmektedir. Trump bu hususta yalnız da değildir. Sığınmacılar konusu zaten AB (hem de Almanya ) içinde bölünmelere ve ciddi görüş ayrılıklarına yol açmış durumdadır. Avrupa’da bazı çevrelerin Trump’ın sığınmacılar konusundaki (ırkçı olarak bile eleştirilen) tutumundan memnuniyet duyduğu açıktır. Sert ve diplomatik olmayan üslubunun doğurduğu bütün tepkilere rağmen, Trump’ın Batı ülkeleri toplumlarında (ve hükümetleri arasında) destekçilerinin olmadığını düşünmek yanlıştır.
Trump’ın İngiltere temasları sırasında İran ve sığınmacılar konularının da masada olduğunu tahmin etmek zor değildir. Başkan Trump’ın (geçmişte özellikle mülteciler konusunda) Londra Belediye Başkanı Sadık Han’ı (sert ifadelerle) eleştirdiği bilinmektedir. Sadık Han’ın da Başkan Trump’ı sığınmacılar ve (Müslüman aleyhtarlığı suçlamalarına ağırlık kazandıran) yabancı düşmanlığı ile suçladığı ve eleştirdiği hatırlardadır.
Trump İngiltere ziyaretinden sonra Finlandiya’ya geçerek Helsinki’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile görüşmüştür. Görüşmeden bir gün önce 12 Rus ajanın ABD’de seçim döneminde Hillary Clinton ve Demokrat Parti bilgisayarlarındaki bilgileri ele geçirmekle (heklemekle) suçlanması Rusya’nın 2016 ABD Seçimlerine karışması konusunun ABD-Rusya ilişkilerinde yaptığı “olumsuz” yansımaları bir kez daha gözler önüne getirmiştir. Başkan Trump görüşmeden önce konuyu (Rusya’nın ABD seçimlerine müdahalesini) Putin’e açacağını, ama Putin’den (yalanlama dışında) farklı bir yanıt beklemediğini ifade etmiştir.
Baş başa ve heyetler halinde yapılan Trump-Putin görüşmesinde nükleer silahsızlanma konularının yanında, Kuzey Kore ve Ukrayna gibi, bölgesel konuların gündeme geldiği, iki liderin Suriye ve İran konularını (İsrail’in güvenliği açısından da) ağırlıklı olarak görüştükleri ortaya çıkmaktadır. Görüşmeden önce Trump Yönetimi’nin, Rusya’nın Vaşington’un (ve İsrail’in) İran konusundaki endişelerini karşılaması durumunda, Suriye’den kısa sürede çekilmeyi düşündüğü yönündeki değerlendirmeler ağırlık kazanmıştır.
Rusya’ya bakışı ve Putin’le ilişkileri Trump’ın en fazla eleştirildiği konular arasında gelmektedir. Trump-Putin Zirvesi’nden sonraki basın toplantısında (soru soran) Amerikalı gazetecilerin (hemen) tamamen Rusya ve 2016 Amerikan seçimleri üzerine yoğunlaşması durumu açıkça göstermektedir. Trump’ın Rusya ile ilişkilerin bozulmasından kendi ülkesini suçlaması, Rusya’nın Kırım’ı ilhakı konusunda bile (Rusya’yı değil) Başkan Obama’yı suçlaması gibi hususlar ABD’de Trump’a yönetilen eleştirilerin artmasına ve kuvvetlenmesine yol açmıştır.
Ancak, Trump’ın ABD kamuoyu içindeki desteği hala yüksektir. Trump özellikle (2016 Başkanlık seçimlerini kazanmasında rol oynayan) tabanındaki desteği kaybetmiş değildir. Daha 2 yıldan fazla zaman bulunan 2020 seçimlerinde Trump’ın (en azından şu anda bakıldığında) bir 4 sene için daha Başkan seçilmesi (şimdilik) mümkün gözükmektedir. Dışardan bakıldığında ( çoğunluğu seçim kampanyası sırasında zaten Trump’ın rakibi Hillary Clinton’a destek veren) uluslararası kamuoyunda popüler bazı Amerikan basın-yayın organlarında ortaya çıkan görüntüye (tabloya) karşın, Amerikan halkının (en azından önemli bir bölümünün) Trump’ın dış politikasını da desteklediğini düşünmek mümkündür.
Bu durumda (iç politika ve zaman zaman dış politikada çok önemli bir rol oynayan ve 9 üyeden oluşan) Yüksek Mahkeme’ye bir yargıç daha (2. yargıcı) seçerek ABD politika sistemine (başkanlık döneminin çok ötesinde) damgasını vurmakta olan Trump’ın 2 (ve olasılıkla 6 sene) daha ABD dış politikasını yönlendireceğini akıllarda tutmak gerekmektedir. Bu durum bütün ülkeleri 2 (veya 6 sene) daha Trump Yönetimi altında olacak ABD ile ilişkilerin nasıl “çalkantısız” şekilde yürütüleceği konusunda düşünmeye ve Vaşington’la ilişkileri her yönüyle değerlendirmeye sevk etmekte, hatta zorlamaktadır.
Paylaş