Paylaş
Filistinliler 30 Mart 1976 tarihinden beri, 42 yıldan bu yana, “ Toprak Gününü“ anıyorlar, “Toprak Günü” için gösteriler düzenliyorlar. “Toprak Günü” 30 Mart 1976 tarihinde İsrail’in ülkenin kuzeyinde İsrail vatandaşı Filistinli Araplara ait binlerce dönüm toprağa el koyması nedeniyle başlatıldı. 1976 yılında İsrail’in Filistinli Arapların topraklarına el koymasını protesto etmek amacıyla yapılan grev ve gösterilerde 6 Filistinli Arap hayatını kaybetti.
“Toprak Günü” olarak anılan 30 Mart 1976 olaylarının her yıl dönümünde Filistinli Araplar çeşitli gösteriler düzenliyor, (Filistinliler için direnişin sembolü haline gelen) bu günü dikkatlerin Filistin Sorununa çevrilmesi için kullanmaya çalışıyorlar. Toprak Günü’nün 42. yıl dönümünde bu yıl Gazze İsrail sınırında düzenlenen gösterilerin amacı (1948 yılından bu yana) sürgün edilen Filistinlilerin topraklarına geri dönme hakkını vurgulamak, İsrail’in uyguladığı “zorla tahliye ve yerinden etme” politikaları ile Gazze’ye uygulanan ablukayı protesto etmek, ablukanın kaldırılmasını sağlamak için uluslararası toplumun yardımını istemek olarak açıklandı.
İsrail Filistinliler’den (ve özellikle Hamas kontrolü altındaki Gazze’den) gelen (barışçı gösteriler de olsa) her hareketi güvenliği için “tehdit” olarak sayan bir noktaya gelmiş durumda. Esasen (geçmiş tecrübelerin de ortaya koyduğu gibi) İsrail şiddete çok kolaylıkla başvurabilen bir ülke. Bu konuda uluslararası hukuktan ve uluslararası tepkiden de fazla çekinmediği ortada.
İsrail (ne yaparsa yapsın) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ABD vetosuna güvenebileceğini biliyor. Vaşington BM Güvenlik Konseyi’nden İsrail aleyhine (İsrail’in istemediği) hiç bir kararın geçmesine izin vermiyor. İstatistikler BM Güvenlik Konseyi’nde (BM’nin kurulduğu 1945 yılından bu yana) ABD’nin kullandığı (80’nın üzerindeki) vetonun yarısının (İsrail’i korumak amacıyla) İsrail ve Filistin sorunu konusunda kullanıldığını gösteriyor.
İsrail’in bu kez de aşırısı güç kullanması sebebiyle Filistinlilerin Gazze İsrail sınırında düzenledikleri (ve “Büyük Dönüş Yürüyüşü” olarak isimlendirdikleri) gösteriler de şiddete dönüştü, (şimdiye kadar) aralarında çocukların ve bir gazetecinin de bulunduğu ( sivil ve silahsız ) 40 Filistinli gösterici hayatını kaybetti, çok sayıda Filistinli yaralandı. Yine bekleneceği gibi Vaşington BM Güvenlik Konseyi’nin konu hakkında karar almasına izin vermedi ve BM’nin olayları araştırmak amacıyla soruşturma açması ve bir soruşturma komisyonu kurması bile mümkün olmadı.
İlginç olan bir husus Dünya’nın Gazze İsrail sınırında meydana gelen gösterilere ve şiddet olaylarına (sessiz kalması yanında) bu kez fazla bir ilgi de göstermemesi. Bunda Orta Doğu’nun içinden geçtiği zor durumun, İslam Dünya’sının içinde tamamen bölünmüş olmasının ve herşeyden önce Arap ülkelerinin içinde bulunduğu çok zor şartların büyük bir etkisi olduğu muhakkak. ABD tarafından korunan rejimler tarafından yönetilen birçok Arap ülkesinde Filistin Sorununu arka plana iten (hatta küçümseyen), İsrail’i (Orta Doğu bölgesinin karşılaştığı İran “tehditi” karşısında) bir “ müttefik” olarak gören sesler artmış durumda. Birçok Arap ülkesinin artık kendileri için esas dış tehdidin kaynağı olarak İsrail’i değil İran’ı gördükleri izleniyor.
Karşılaştıkları şiddet (her gün artan ölü ve yaralı sayısı) ve Dünya’nın “ilgisizliğine” rağmen Filistinliler “Büyük Dönüş Yürüyüşünü” 15 Mayıs tarihine kadar sürdürmeye kararlı gözüküyorlar. 15 Mayıs tarihi Filistinliler için (2 bakımdan) önemli. Trump Yönetimi 14 Mayıs’ta şu anda Tel Aviv’de bulunan ABD Büyükelçiliğinin bu tarihde Kudüs’e taşınacağını açıklamış bulunuyor. Hatta bu amaçla düzenlenecek “törene” katılmak amaçıyla Başkan Trump’ın da Kudüs’e gidebileceği anlaşılıyor. Gerçekleşirse bu Başkan Trump’ın bir yıllık süre içinde İsrail’e ikinci ziyareti olacak.
Başkan Trump Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını ve İsrail’deki ABD Büyükelçiliğini de Kudüs’e taşıyacağını bir süre önce açıklamış, Başkan Trump’ın bu kararı Filistinlilerden yoğun bir tepki çekmiş, Başkan Trump’ın kararına uluslararası tepkiler de arka arkaya gelmişti. İlk önce Türkiye’nin öncülüğünde İstanbul’da toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı Zirvesi Trump yönetiminin kararını kınayan ve sonuçları itibariyle yok sayan bir kararı kabul etmişti.
Daha sonra Ürdün konuyu BM Güvenlik Konseyi’ne getirmiş, Konsey’in ABD vetosu nedeniyle karar alamaması üzerine, konu bu kez ( olağanüstü toplantıya çağrılan ) BM Genel Kurulu’na taşınmış ve Genel Kurul’da ( ABD ve İsrail’in yanlız kaldığı bir oylama sonrasında ) Vaşington’un Kudüs politikasını reddeden (ancak bağlayıcılığı olmayan) bir karar tasarısı büyük çoğunlukla geçmişti.
Başkan Trump’ın Kudüs kararının arkasında daha çok iç politika gelişmeleri (Trump’ın “evangelist” oy tabanını ve Yahudi Lobisini tahmin etme gayretleri) olduğu üzerinde durulmuş, sonuç olarak Kudüs kararı Vaşington’un Filistin Yönetimi ile ilişkilerini olumsuz yönde ciddi bir şekilde etkilemişti. Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas Ocak ayı içinde bölgeye gelen ABD Dışişleri Bakanı Mike Pence ile görüşmemiş, Abbas tarafsızlığını artık tamamen kaybeden ABD’nin (İsrail ile Filistinliler arasında) “arabulucu” olamayacağını, Filistinlilerin “hiçbir ABD planını kabul etmeyeceğini” açıklamıştı.
Bugüne kadar Başkan Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma ve ABD Büyükelçiliğini (Tel Aviv’den) Kudüs’e tanıma kararını takip eden başka (ciddi) bir ülke ortaya çıkmamıştır. Başkan Trump’ın Kudüs kararından hemen sonra Başbakan Netanhayu Avrupa Birliği ülkelerini de bu yönde hareket etmeye “teşvik etmek” amacıyla Brüksel’i (ve aralarında Berlin ve Paris’in bulunduğu) AB başkentlerini ziyaret etmiştir. Ancak Netanhayu görüştüğü Avrupalı liderlerden “AB ve AB üyesi ülkelerin ( başkenti Doğu Kudüs olacak) bir Filistin Devleti’ni (iki devletli çözüm çerçevesinde ) destekledikleri” yanıtını almıştır.
Filistinlilerden (ve uluslararası toplumdan) gelen tepkilere rağmen Başkan Trump’ın Kudüs kararında “ısrarlı olduğu” anlaşılmaktadır. Nitekim Trump kısa bir süre önce ABD Büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınmasının (beklenmeden çok daha) kısa bir süre içinde yapılacağını, 14 Mayıs’ta bu amaçla Kudüs’te bir tören düzenleneceğini, kendisinin de bu törene katılabileceğini açıklamıştır.
Büyükelçiliklerin taşınmasının (yeni Büyükelçilik binalarının inşasının) uzun zaman aldığının bilinmesine rağmen, Başkan Trump’ın “alelacele” taşınmayı (sembolik olarak da olsa) gerçekleştirme kararı alması yine Başkan Trump’ın iç politikada sıkışmasıyla ( Vaşington içi gelişmelerle ) izah edilmektedir. ABD’nin Filistin Sorununu (Filistinlilere rağmen) “çözme” yönünde harekete geçtiği ve (Trump’ın kendi sözleriyle) Kudüs konusunu “masadan” (İsrail-Filistin görüşmelerinin gündeminden) kaldırmayı amaçladığı da işaret edilen diğer bir husustur.
14 Mayıs herhangi bir gün değil. İsrail Devleti’nin kuruluş yıl dönümü. ABD’nin (daha önceki benzer uygulamalardan ayrılarak, yeni bir bina bile inşa edilmeden) Büyükelçiliğini (sembolik bir şekilde de olsa) Kudüs’e taşımasının, hele Başkan Trump’ın bu amaçla (ve İsrail’in kuruluş yıldönümü törenlerine katılmak için) Kudüs’e gitmesinin Vaşington’un Filistinlilerle (Filistin Yönetimiyle) ilişkilerini çok daha germesi, (Arap liderlerinin olmasa bile) Arap halklarının tepkisini (bir kez daha) çekmesi kaçınılmaz gibi görülüyor.
Filistin sorunu çok uzun bir zamandan beri devam ediyor. Yahudilerle Filistinliler arasındaki (iki dünya savaşı arasında aynı topraklar için yapılan) mücadele 2. Dünya Savaşı’ndan sonra 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail Devleti’nin kurulmasıyla neticelendi. İsrail ile Arap komşuları arasında bugüne kadar 4 savaş yaşandı. Mısır, Suriye ve Ürdün ile yaşanan 1948 Savaşı’nın; Mısır’la yaşanan 1955 Savaşı’nın; Mısır, Suriye ve Ürdün ile yaşanan 1967 Savaşı’nın; Mısır ve Suriye ile yaşanan 1973 Savaşı’nın galibi İsrail oldu. İsrail (kazandığı) bu savaşların sonucu bugün (İngiliz mandası) Filistin topraklarının tamamını kontrol ediyor. İsrail ile Lübnan sınırında da (1982 ve 2006 yıllarında önce işgal ve daha sonra çekilmeye dönüşen) ciddi sorunlar var.
İlk önce (1967 Savaşı’nda İsrail tarafından işgal edilen topraklarını geri almak gerekçesiyle) 1979 yılında Mısır, daha sonra 1993 yılında Ürdün barış anlaşmaları imzalayarak İsrail Devleti’ni tanımışlardır. İsrail’in diğer iki Arap komşusu Suriye ve Lübnan’la ise (imzalanan ateş kes anlaşmalarına rağmen) savaş durumu devam etmektedir. Halen 1.500 km2’lik bir Suriye toprağı (Golan Tepeleri) İsrail işgali altındadır. Suriye ile İsrail arasında (toprak karşılığı tanıma temelinde) kalıcı bir barış sağlanması yönünde (ilk önce ABD, daha sonra Türkiye’nin arabuluculuğuyla) yapılan görüşmeler 2009 yılında (sonuç alınmadan) tıkanmıştır. İç savaşın sürdüğü Suriye’nin bugün İsrail ile İran arasında da bir çatışma alanı haline geldiği izlenmektedir.
Mısır ile Ürdün’ün İsrail’le ayrı Barış Anlaşmaları imzalamalarından sonra Filistinliler için de İsrail’le anlaşmak ve Filistin sorununu masa başında (görüşmelerle) çözmeye çalışmaktan başka (çıkar) bir yol kalmadığı açıktır. Nitekim İsrail-Filistin görüşme süreci 1990’larda başlamış, 1993 yılında Oslo Anlaşmalarının imzalanması ve Ramallah’ta Filistin (Geçici) Yönetimi’nin (FY) kurulmasıyla Filistin Sorununun “adil ve kalıcı” bir şekilde “barışçı yollarla” çözümünün sağlanabileceği yönündeki umutlar artmıştır.
Ancak İsrail ile FY’nin 20 yıla yakın bir zamandır sürdürdükleri müzakerelere rağmen, masada görüşmeler yoluyla (İsrail’le yan yana, barış içinde yaşayacak ve 1967 sınırları esas alınarak kurulacak) bir Filistin Devleti’nin ortaya çıkartılması mümkün olamamıştır. Bugünkü tablo giderek “aşırılığa” kayan İsrail Hükümetlerinin artık “gerçek” bir “iki devletli çözümden” uzaklaştığını açıkça ortaya koymaktadır. Arka arkaya gelen İsrail Hükümetlerinin “iki devletli” adil ve kalıcı bir çözüme” ulaşmak yerine (uluslararası hukuka aykırı Yahudi yerleşim birimleriyle) Doğu Kudüs ve Batı Yakası’nda ilhak ve genişleme politikalarını uygulamaya koymaları bölge barışı için ciddi bir talihsizliktir.
Paylaş