Paylaş
Çek makamlarının, PYD/YPG’nin eski eşbaşkanı ve Afrin operasyonu başladığından bu yana bu terör örgütünün Avrupa’da yürüttüğü propaganda faaliyetlerinin baş aktörü durumuna geldiği izlenimi veren, Salih Müslüm’ü önce niye tutukladığı ve daha sonra niye serbest bıraktığı akılları oldukça karıştırdı.
Salih Müslüm’le ilgili gelişmeler Türkiye ile Çekya arasındaki ilişkileri de gerdi. Türkiye’nin beklentisi NATO içinde müttefik olarak gördüğü Çek Cumhuriyeti’nin uluslararası terörizmle mücadele konusunda kararlı bir tutum alması, Çekya yargısının Salih Müslüm için geçici tutuklama karar çıkartması ve daha sonra terörist eylemlere karıştığı için arandığı Türkiye’ye iadesi için sürecin başlatılabilmesiydi. Bu gerçekleşmedi ve Çek Cumhuriyetleri yetkilileri terörizmle mücadele konusunda ( diğer bazı Avrupa ülkelerinin de takındığı ) Ankara’ya güven vermeyen bir tutum izledi.
Salih Müslüm’ün Belçika’da yaşaması, Fillandiya’da oturma izninin bulunması, bir Avrupa ülkelesinden diğerine “elini kolunu sallayarak “ gidebilmesi, toplantılara katılması, yabancı basın-yayın organlarına mülakatlar vermesi esasen ne kadar serbestçe hareket edebildiğini açıkca ortaya koyuyor. Müslüm’ün Avrupa’da düzenlenen bir çok toplantı ve konferansta çekilen resimleri basın yayın organlarında hemen her gün yeralıyor. Prag’a da ABD ve AB tarafından desteklenen bir konferansa katılmak için gittiği anlaşılıyor.
Avrupa’daki Salih Müslüm’le ilgili bu son gelişmelerin Türk kamuoyunu kızdırdığı ortada. Ama Ankara’da çok da büyük bir sürpriz etkisi yaratmaması gerekiyor. Türkiye, Batılı ülkelerin terörizm konusundaki “ çifte standartlarını “ , bana zarar vermeyen terörist terörist değildir yaklaşımlarını esasen geçmiş tecrübeleriyle yakından ve iyi biliyor.
Türkiye, Avrupa’nın uluslararası terörizmle mücadele konusunda pek de ciddi olmadığını gösteren davranışlarıyla 1970’lı, 80’lı yıllardan beri karşı karşıya. Batılı ülkelerin Ermeni terör örgütlerine ( zaman zaman sempati ve ) göz yummayla başlayan bu davranışları, daha sonra PKK’ye ve şimdi ( PKK’nin Suriye’deki uzantısı ) PYD/YPG’ye açık ve kapalı, yer yer gösterilen, sempati ve sağlanan destekle devam ediyor.
Terörizm konusunda uluslararası toplumun üzerinde mutabakat sağladığı bir tanım yok. Uluslararası terörizmle mücadele konusunda Birleşmiş Milletler’in hazırladığı uluslararası bir sözleşme de ortaya çıkartılmış değil. Bu konuda BM Genel Sekreterleri’nin bazı çalışmaları ve raporları var, ama bunlar konuya bütün BM üyelerini bağlayıcı bir açıklık getirmiyor. Güçlü BM üyelerinin hangi kuruluşların terörist örgüt kabul edilebileceği konusunda kendilerini bağlamak istemedikleri izleniyor.
Ülkelerin ve uluslararası kuruluşların, kendi tanım ve tercihlerine göre hazırladıkları, terörist örgütler listeleri var. Bu listeler her ülkenin kendi çıkarlarına ve dış politika önceliklerine göre hazırlanıyor ve zaman zaman değiştiriliyor. ABD uzun bir zamandan beri bir de uluslararası terörizmi destekleyen ülkeler listesi yapıyor. Yıllara ( ve Vaşington’la ilişkilerine ) göre İran, Kuzey Kore, Küba, Sudan, Suriye, Irak bu listeye giren ülkeler. ABD bu listedeki ülkelere Kongre tarafından saptanan bazı yaptırımları uyguluyor.
Küresel ve bölgesel güçlerin sivillere karşı teröre başvurduğu açık olan örgütleri dahi dış politikalarında bir araç olarak kullandıları ve bu örgütlerden dış politika hedeflerine ulaşmak için yararlandıkları izleniyor. İran menfaatlerini hedef alan Halkı Mücahitleri örgütü bu duruma bir örnek. Vaşington bu örgütü zaman zaman terörist örgütler listesine alıyor veya ( İran’la ilişkilerindeki gelişmeler veya Irak’taki dengeleri dikkate alarak) çıkartıyor, açıkca veya kapalı bir şekilde destekliyor veya desteğini kesiyor.
Terörizmin uluslararası ilişkilerde rol oynaması da yeni değil. Hepimiz tarih derslerimizden Birinci Dünya Savaşı’nın başlama fitilini yakan olayın Avusturya veliaht prensi Ferdinand’ın Saraybosna'da bir Sırp terörist tarafından düzenlenen saldırıda hayatını kaybetmesi olduğunu hatırlıyoruz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Filistin sorununun geçirdiği safhalarda, Batı ve özellikle Amerikan kamuoyunun dikkatlerinin uçak kaçırma olayları gibi eylemlerle Orta Doğu’ya dönmesi de hatırlarda.
Vaşington için uluslararası terörizmin dış politikada ilk sıraya yerleşmesine sebep olan olay ise 2011 yılı 11 Eylül saldırıları. Teröristlerin kaçırdıkları üç uçakla gerçekleştirdikleri ( New York Ticaret Merkezi ikiz kulelerini, Pengatonu ve muhtemelen Vaşington’da Beyaz Saray veya Kongreyi hedef aldığı anlaşılan ) terörist saldırılarda üç bine yakın insanın hayatını kaybetmesi. ( İkinci Dünya savaşı dahil ) Kıta Amerikası’ndaki dış kaynaklı ilk saldırılar olması sebebiyle 11 Eylül olaylarının Amerikan yönetiminde ve kamuoyunda bıraktığı izler derin. ABD’nın Irak ve Suriye’deki yanlış politikalarında 11 Eylül terörist saldırılarının Amerikan siyasi sisteminde doğurduğu ve halen devam ettiği anlaşılan travmanın yattığı sıklıkla işaret edilen bir husus.
Irak ve Suriye iç savaşlarının bir ürünü olarak orta çıkan DEAŞ temelde Afganistan’daki iç savaşla irtibatlı El Kaide terör örgünden çok farklı değil. El Kaide ve DEAŞ gibi örgütlerin uluslararası sistem ve ilişkiler için doğurduğu ortak tehlike ve tehditlere rağmen, ülkeler uluslararası terörizmle mücadelede ortak bir tutum alamıyorlar ve birlikte hareket edemiyorlar. Ülkelerin uluslararası terörizmle mücadeye ve terrörist örgütlere yaklaşımlarında “ çifte standartlar “ sürüyor.
Türkiye açısından konuyu daha da karmaşık hale getiren gelişme, iç savaşın başında Suriye’de birlikte hareket ettiği NATO müttefiği ABD’nin Suriye’de bir terör örgütüyle (DEAŞ) mücadelede Türkiye menfaatlerini hedef alan ( PKK’nin Suriye’deki uzantısı ) diğer bir terör örgütünü (PYD/YPG) yerel müttefik olarak seçmesi. Bu bir yandan Türkiye’nin terörizmle mücadelesini, diğer yandan Türkiye’nin Suriye ve Irak bağlamında ABD ile işbirliğini güçleştiriyor.
Türkiye ilk önce Batı Kalkanı ve şimdi Zeytin dalı operasyonlarıyla, Vaşington’a rağmen, Suriye’de terör örgütlerine karşı mücadelede ( ve sınır güvenliğini sağlamadaki ) karalılığını ortaya koymuştur. Geçmiş ve bugünkü tecrübeleriyle terörizmle mücadelesinde Batılı müttefiklerine ( ve uluslararası işbirliğine ) güvenemeyeceğini bilen Türkiye’nin önünde askeri ve diplomatik gücünü bir arada kullanarak, Türkiye menfaatlerini hedef alan terörist örgütlerle mücadelede kararlılığını devam ettirmek tek yol olarak kalmaktadır.
Paylaş