Oğuz Çelikkol

18 Mart Şehitler Günü’nün Düşündürdükleri......

15 Mart 2018
Önümüzdeki pazar 18 Mart Şehitler Günü. 2002 Yılından bu yana her 18 Mart günü şehitlerimizi minnet ve şükranla anıyoruz. Bu kutsal anma günü için 18 Mart tarihinin seçilmesi  çok anlamlı. 18 Mart Türk (ve Dünya)  tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olan Çanakkale Zaferi’nin  yıldönümü.

Bu pazar günü şehitlerimizi anarken bu kez aklımız ve kalplerimiz, vatan sınırlarımızı terörizmden korumak ve temizlemek için orada bulunan askerlerimizle, Afrin’de olacak. Sınırımızın hemen ötesindeki Afrin’i  terörizmden temizleme hedefine ulaşmakta olan Ordumuzun verdiği şehit sayısı kırkın üzerinde.

Türk tarihi  askerlerimizin kahramanlık destanları ve vatan için en büyük fedarkarlığı göstererek hayatını veren şehitlerimizle dolu. Dışişleri Bakanlığı’nda yurt dışında görev yaptığım sırada gördüğüm yerler arasında beni en fazla etkileyenler Şehitliklerimiz olmuştur. Bugün 26 ülkede 58 Şehitliğimiz bulunuyor. Yurt dışında Şehitliklerimizin bulunduğu ülkeler İngiltere’den Kore ve Japonya’ya, Letonya ve Polonya’dan Yemen’e çok geniş bir coğrafyaya yayılmış durumda.

Tayland’ın başkenti Bangkok’taki büyükelçilik dönemimde  bu Şehitliklerimiz içinde Myanmar’da bulunan ikisinin bakımı konusuyla ilgilenmiştim. Bu iki Şehitliğimizde (Thayetmo ve Meikhtila Şehitlikleri)  İngilizlerin Birinci Dünya Şavaşı sırasında esir aldıkları Türk askerlerini götürdükleri Mynamar’daki (eski adıyla Burma’daki) esir kamplarında kötü yaşam şartları ve hastalık sebebiyle hayatını kaybeden askerlerimiz yatıyor.

Büyükelçilik görevi yaptığım diğer üç ülkede (Suriye, Yunanistan ve İsrail) bulunan toplam 13 Şehitliğimizin arkasında da (diğerlerinde olduğu gibi) kahramanlık hikayeleri ve tarihimizin şanlı sayfaları var. İsrail’in kuzeyinde Tayberiya gölünün kenarında bulunan Türk Hava Şehitliği’nde Birinci Dünya Şavaşı sırasında İstanbul-İskenderiye uçuşunu yaparken uçakları bu bölgede düşen ilk  2 hava şehitimiz için dikilen bir anıt yer alıyor.

Bu ilk 2 hava şehidimiz ile yine uçağı Hayfa yakınlarında düşen üçüncü hava şehidimizin kabirleri ise Şam’da Emevviye Cami’nin avlusunda (Selahhaddin Eyübi’nin türbesinin hemen yanında) yeralan Türk Hava Şehitliği’nde bulunuyor. Suriye ve İsrail’deki diğer Şehitliklerimizde Birinci Dünya Savaşı sırasında hayatını kaybeden on binlerce şehidimiz yatıyor.

Yunanistan’da Pire ile Korfu, Sakız ve Rodos Adalarında 4 Şehitliğimiz var. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Akdeniz’de adımızı duyuran ünlü Türk denizcilerinden Murat Reis’in Türbesi de Rodos’taki Şehitliğimizin içinde. Yunanistan’da her yıl 18 Mart Şehitler Günü için Atina/Pire  Şehitliğimizin bahçesinde bir anma programı düzenlenmektedir.

Yurt dışına bu 26 ülkeye giden vatandaşlarımızın bu 58 Şehitliğimizi ziyaret etmeleri, binlerce yıllık tarihimizin şanlı sayfalarını bu kutsal mekanlarda hatırlamaları ve vatan topraklarını canları pahasına koruyarak şehit olan vatan evlatlarına minnet ve şükranlarını bir kez de yurt dışındaki bu Şehitliklerimizde sunmaları  yerinde bir davranış olacaktır.

Burada, 1970’ler ve sonrasında, yurt dışındaki terör olaylarında hayatlarını kaybeden diplomatlarımız ve aile mensuplarının aziz hatıralarını da anmak istiyorum. 27 Ocak 1973 tarihinden itibaren çeşitli ülkelerde, 40 kamu görevlisi ve aile ferdi vatandaşımız başta radikal Ermeni terör örgütlerince olmak üzere sistematik biçimde şehit edilmiştir. 1970’lı ve 80’lı yıllarda Türk Dışişleri Bakanlığı  teşkilatının yaşamak zorunda bırakıldığı bu terör kampanyası, dünya diplomasi tarihinde benzeri görülmemiş, emsali bulunmayan bir durumu teşkil etmektedir.

Yazının Devamını Oku

Lobiler ve ABD Dış Politikası

13 Mart 2018
Lobilerin Amerikan iç ve dış politikasındaki ağırlıklı rolü biliniyor. Kısa bir süre önce Florida eyaletinde bir okulda meydana gelen silahlı saldırıda 17 kişinin hayatını kaybetmesi ve çok kişinin yaralanması dikkatleri yine konu üzerine döndürdü.

Silah lobisinin gücü ve Amerika’nın bir çok bölgesinde arka arkaya gelen silahlı saldırılarda çok sayıda kişinin hayatını kaybetmesine rağmen, Trump Yönetimi’nin veya ABD Kongresi’nin  niye hala harekete geçmediği ( veya geçemediği ) Amerika’da geniş şekilde tartışılıyor.

Amerika’daki bu tartışmaların odak noktasını silah satın alınması ve bulundurulması konusunda (en azından) bazı sınırlamalar getirilip getirilemeyeceği ve özelikle silah satın alanların akıl sağlığı ve geçmişi konusunda kontrollerin arttırılmasının (bir şekilde) sağlanması üzerinde yoğunlaştığı görülüyor.

Arka arkaya gelen silahlı saldırıların önemli bir bölümünün okullarda meydana gelmesi ve kurbanlarının genç öğrenciler olması ile silahlı saldırıların adeta bir katliama dönüşmesinin Amerikan kamuoyda “ şok “ tesiri yarattığı açık. 2 Ekim 2017 tarihinde bir kişinin Las Vegas kentinde bir konserde gerçekleştirdiği silahlı saldırıda 59 kişinin hayatını kaybettiği ve 500’den fazla kişinin yaralandığı hatırlarda.

Silahlı kitlesel saldırıların sayısındaki artış ve bu saldırıların (kullanılan silahların niteliğiyle ilişkili olarak) kitle katliamlarına dönüşmesine rağmen Amerikan yürütme ve yasama organının harekete geçememesi, doğal olarak dikkatlerin bir kez daha Amerikan silah lobisinin gücü üzerine yoğunlaşmasına sebep oldu.

ABD’deki silah lobisinin odak noktasında 145 yıllık geçmişiyle güçlü bir kuruluş olan “ Ulusal Silah Birliği (NRA)”  var. NRA’nin Amerika’da Yönetim ve Kongre üzerinde çok ciddi bir etki sahibi olduğu açık. NRA gücünü hem mali imkanlarından hem de kendisini konuya adamış geniş tabanlı üyelerinden alıyor.

Bireysel silahlanma Amerika’da çok hassas bir konu. ABD Anayasası ve kanunları bireysel silahlanmayı koruyor. İstatistikler Amerikalıların % 40’nın  evlerinde en az bir silah bulundurduğunu gösteriyor. ABD sivillerin en çok silah sahibi olduğu ülkeler listesinde açık farkla ilk sırada yeralıyor.

Konunun farklı yönlerine karşılık,  Florida’daki okul saldırısından sonra yaptığı ilk açıklamada okullardaki silahlı katliamların önüne “öğretmenleri de silahlandırarak “ geçmeyi öneren ABD Başkanı Trump’ın, daha sonra “ kendi üslubuyla “ ifade ettiği husular ABD’de silah lobisinin gücünü bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.

Trump, “öğretmenleri de silahlandırma” önerisinin doğurduğu tepki üzerine, Kongre’yi  bireysel silahlanma yasalarında kapsamlı bir reform yapmaya teşvik ederken,  Kongre üyelerini ülkenin en büyük silah lobisi olan NRA’dan                  “ korkmamaya ” çağırdı. Başkan Trump’ın, “  bazılarının NRA’dan ödü kopuyor “, NRA’nın bazı Kongre üyeleri üzerinde “ büyük gücü var, benim üzerimdeki güçleri  ise az “ ifadelerini kullanması dikkat çekti.

Yazının Devamını Oku

Afrika ve Çok Yönlü Türk Dış Politikası....

8 Mart 2018
Afrika kıtasının Türk dış politikasındaki yeri büyüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen hafta dört ülkeyi ( Cezayir, Moritenya, Senegal ve Mali ) ziyaret etmek amacıyla yine Afrika kıtasındaydı.

Cumhurbaşkanı daha önce  yanında büyük heyetler ve işadamları eşliğinde 24 Afrika ülkesini ziyaret etmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan kısa bir süre sonra bu kez Afrika kıtasının güneyinde bazı ülkeleri ziyaret edeceğini de açıkladı. Türkiye’nin tüm Afrika kıtasıyla siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerindeki gelişmeler bir süreden beri dikkat çekiyor.

Rakkamlar gerçekten etkileyici bir tabloyu ve Türkiye’nin Afrika kıtasıyla güçlenen ilişkilerini  ortaya koyuyor. 2000’lı yılların başında Türkiye’nin      (6’sı Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerinde olmak üzere) sadece 12 Afrika ülkesinde Büyükelçiliği varken bugün bu sayı 40’a yükselmiş durumda. Bu Büyükelçiliklerimizin çoğunda ticaret müşavirlikleri de bulunuyor. Ankara’daki Afrika ülkeleri Büyükelçiliklerinin sayısında da aynı şekilde göze çarpan bir artış görüyoruz. Bugün Ankara’da 33 Afrika ülkesinin Büyükelçiliği bulunuyor.

Türkiye-Afrika ülkeri arasındaki artan siyasi ilişkiler büyüyen ekonomik bağlarla da destekleniyor. 2000’lı yıllarla karşılaştırıldığında Türkiye’nin Afrika ile ikili ticaret hacmi üç kat artmış, geçen yıl 20 milyar ABD doları seviyesine ulaşmış. Türkiye’nin Afrika ülkelerine ihracaatı 12 milyar dolara ulaşırken, Afrika’dan ithalatı 7 milyar doları geçmiş.

Afrika ülkelerindeki toplam Türk yatırımlarının 6 milyar doları aştığı tahmin ediliyor. Türk müteahitlerinin Afrika kıtadasındaki faaliyetleri de önemli. Afrika’nın  Türk müteahhitlerinin toplam uluslararası iş hacmindeki payı % 20’lerin biraz üzerinde. Türkiye’nin Afrika ülkeleriyle yaptığı işbirliğinin askeri ve kültürel boyutları da gelişiyor. Türkiye’nin Afrika kıtasına açılım gayretlerinin önemli bir dış yardım boyutu da var.

Geçmişte Afrika şehirlerine uçmak için bir Avrupa şehrinde aktarma yapmak zorunluluğu varken, bugün Türk Hava Yolları Türkiye’yi Afrika’ya doğrudan ve hergeçen gün artan bir uçuş ağıyla bağlıyor. THY İstanbul’dan Afrika’daki 33 ülkeye 52 noktaya uçuyor. THY Afrika kıtasındaki en başarılı uluslararası havayolu şirketleri arasına girmiş durumda.

Ulaşımda ortaya çıkan yeni imkanlar  Türkiye ve Afrika arasında turizm alanında ilişkilerde yeni bir açılım sağlamış. Türkiye’ye gelen Afrikalı turist sayısı artıyor. Türkiye-Afrika ilişkilerinde dikkat çeken bir boyut da Türkiye’deki Afrikalılar. Türkiye’de yaşayan Afrikalı sayısının büyüdüğünü İstanbul sokaklarında görmek mümkün. Eğitim alanında gelişen ilişkiler geleceğe dönük bağları oluşturuyor. 2016-2017 akademik yılında Türkiye’de yükseköğretim gören  Afrikalı öğrenci sayısı 15 bine yaklaşmış.

Türkiye’nin Afrika kıtası ( ve özellikle Sahra Altı Afrika ) ile ilişkilerini geliştirme gayretleri, Ankara’nın uluslararası ilişkilerinde “ Çok Yönlü Bir Dış Politika “ izleme isteğinin bir parçası. Soğuk Savaşın bitmesinin 90’lı yıllarda Türkiye’yi dış politikada yeni arayışlara ittiği açık. 1964 yılında ABD Başkanı Johnson’un dönemin Başbakanı İnönü’ye yazdığı mektubun ve Türkiye’nin 1974’de karşılaştığı ABD silah ambargosunun Ankara’nın dış ilişkilere yaklaşımında ve dünyaya bakışında köklü değişikliklere neden olduğu biliniyor.

Kıbrıs konusunda ABD ve Batılı müttefiklerinden aradığı desteği bulamamasının Ankara’da doğurduğu düş kırıklığı ile daha sonra  90’lı yıllarda Avrupa Birliği ülkelerinden gördüğümüz (kültürel temelde oluştuğu anlaşılan) ayrımcı ve itici yaklaşımın Türkiye’nin dünyada yeni  dostlar, siyasi ve diplomatik ilişkiler arama gayretlerinde önemli bir rolü var.

Yazının Devamını Oku

Avrupa ve Ululararası Terörizmle Mücadelede “ Çifte Standart “  Uygulamaları...

6 Mart 2018
Salih Müslüm’ün Çek makamlarınca önce göz altına alınması daha sonra serbest bırakılması geçen hafta Türk makamlarının ve kamuoyumuzun gündemindeydi.

Çek makamlarının, PYD/YPG’nin eski  eşbaşkanı ve Afrin operasyonu başladığından bu yana  bu terör örgütünün Avrupa’da yürüttüğü propaganda faaliyetlerinin baş aktörü durumuna geldiği izlenimi veren, Salih Müslüm’ü önce niye tutukladığı ve daha sonra niye serbest bıraktığı akılları  oldukça karıştırdı.

Salih Müslüm’le ilgili gelişmeler Türkiye ile Çekya arasındaki ilişkileri de gerdi. Türkiye’nin beklentisi NATO içinde müttefik olarak gördüğü Çek Cumhuriyeti’nin uluslararası terörizmle mücadele konusunda kararlı bir tutum alması, Çekya yargısının Salih Müslüm için geçici tutuklama karar çıkartması ve daha sonra terörist eylemlere karıştığı için arandığı Türkiye’ye iadesi için sürecin başlatılabilmesiydi. Bu gerçekleşmedi ve Çek Cumhuriyetleri yetkilileri terörizmle mücadele konusunda ( diğer bazı Avrupa ülkelerinin de takındığı ) Ankara’ya  güven vermeyen bir tutum izledi.

Salih Müslüm’ün Belçika’da yaşaması, Fillandiya’da oturma izninin bulunması, bir Avrupa ülkelesinden diğerine “elini kolunu sallayarak “ gidebilmesi, toplantılara katılması, yabancı basın-yayın organlarına mülakatlar vermesi  esasen ne kadar serbestçe hareket edebildiğini  açıkca ortaya koyuyor. Müslüm’ün Avrupa’da düzenlenen bir çok toplantı ve konferansta çekilen resimleri basın yayın organlarında hemen her gün yeralıyor.  Prag’a da ABD ve AB tarafından desteklenen bir konferansa katılmak için gittiği anlaşılıyor.

Avrupa’daki Salih Müslüm’le ilgili bu son gelişmelerin Türk kamuoyunu kızdırdığı ortada. Ama Ankara’da  çok da büyük bir sürpriz etkisi yaratmaması gerekiyor. Türkiye, Batılı ülkelerin terörizm konusundaki “ çifte standartlarını “ , bana zarar vermeyen terörist terörist değildir yaklaşımlarını esasen geçmiş tecrübeleriyle yakından ve  iyi biliyor.

Türkiye,  Avrupa’nın uluslararası terörizmle mücadele konusunda pek de ciddi olmadığını gösteren  davranışlarıyla 1970’lı, 80’lı yıllardan beri karşı karşıya. Batılı ülkelerin Ermeni terör örgütlerine ( zaman zaman sempati ve ) göz yummayla başlayan bu davranışları, daha sonra PKK’ye ve şimdi ( PKK’nin Suriye’deki uzantısı )  PYD/YPG’ye açık ve kapalı, yer yer gösterilen, sempati ve sağlanan destekle devam ediyor.

Terörizm konusunda  uluslararası toplumun üzerinde mutabakat sağladığı bir tanım yok. Uluslararası terörizmle mücadele konusunda Birleşmiş Milletler’in hazırladığı uluslararası bir sözleşme de ortaya çıkartılmış değil. Bu konuda BM Genel Sekreterleri’nin bazı çalışmaları ve raporları var, ama bunlar konuya bütün BM üyelerini bağlayıcı bir açıklık getirmiyor. Güçlü BM üyelerinin hangi kuruluşların terörist örgüt kabul edilebileceği konusunda kendilerini bağlamak istemedikleri izleniyor.

Ülkelerin ve uluslararası kuruluşların, kendi tanım ve tercihlerine göre hazırladıkları, terörist örgütler listeleri var. Bu listeler her ülkenin kendi çıkarlarına ve dış politika önceliklerine göre hazırlanıyor ve zaman zaman değiştiriliyor. ABD uzun bir zamandan beri bir de uluslararası terörizmi destekleyen ülkeler listesi yapıyor. Yıllara ( ve Vaşington’la ilişkilerine ) göre İran, Kuzey Kore, Küba, Sudan, Suriye, Irak  bu listeye giren ülkeler. ABD bu listedeki ülkelere Kongre tarafından saptanan bazı yaptırımları uyguluyor.

Küresel ve bölgesel güçlerin sivillere karşı teröre başvurduğu açık olan örgütleri dahi dış politikalarında bir araç olarak kullandıları ve bu örgütlerden dış politika hedeflerine ulaşmak için  yararlandıkları izleniyor. İran menfaatlerini hedef alan Halkı Mücahitleri örgütü bu duruma bir örnek. Vaşington bu örgütü zaman zaman terörist örgütler listesine alıyor veya ( İran’la ilişkilerindeki gelişmeler veya Irak’taki dengeleri dikkate alarak)  çıkartıyor, açıkca veya kapalı bir şekilde destekliyor veya desteğini kesiyor.

Yazının Devamını Oku

Orta Doğu’daki dengeler ve Irak seçimleri

1 Mart 2018
Irak Mayıs ayında meclis seçimine gidiyor.

Bu seçimin sonuçlarının Irak ve Orta Doğu’daki dengeler üzerinde önemli  etkileri olacak. Irak’ta bugün ABD ile İran arasında ilginç bir güç mücadelesi yaşanıyor. Bu mücadele bazen çatışmaya bazen de (Irak’ın DEAŞ’tan temizlenmesi gibi) işbirliğine dönüşebiliyor.


Irak geçmişte  İran’ın Orta Doğu bölgesindeki etkisinin dengelenmesi  ve bölgede  İran’la Arap ülkeleri arasındaki dengenin bozulmaması yönünde önemli bir fonksiyon yerine getiriyordu. Ancak 2003 yılında ABD’nin  işgalinden sonra Irak’daki siyasi yapı tamamen değişti. Irak  Şii kesiminin ülke  yönetiminde hakim duruma gelmesiyle Tahran’ın Irak üzerindeki etkisi ortaya çıktı.


Irak’ı işgalinden sonra ABD’nin Irak’ın yönetiminde yaptığı en büyük hata mevcut Irak devlet sisteminin ve Irak güvenlik güçlerinin tamamen ortadan kaldırılmasıydı. ABD’nin peş peşe yaptığı hatalar, Fransa’nın Lübnan’da tesisi ettiği sisteme oldukça benzer şekilde, toplumdaki etniksel ve mezhepsel bölünmeler üzerinden işleyen bir siyasi sitemin Irak’da da kurulmasıyla sonuçlandı.


Bugün Irak’da Cumhurbaşkanı Kürt, Başbakan Şii Arap, Meclis Başkanı da Sünni Arap kesimlerden seçiliyor. Devlet yapısı ve siyasetin Irak nüfusunun etniksel ve mezhepsel ayrımları üzerine oturtulması, Irak üst kimliğinin ön plana çıkartılmasını zorlaştırmakta, alt kimliklerin (Şii ve Sunni , Arap, Kürt ve Türkmen) güçlenmesine yol açmaktadır.


Yazının Devamını Oku

Hollanda Parlamentosu ve 1915 Olaylarının “Soykırım” Olarak Tanıtılması Gayretleri

27 Şubat 2018
1915 Olaylarını uluslararası topluma ve Türkiye’ye “soykırım” olarak kabul ettirme çabaları yeni değil. İlk önce 1970’li yılların ikinci yarısında Ermeni örgütlerin Türkiye’ye karşı terrorizm eylemleriyle başlatılan bir kampanya, bugün üçüncü ülkelerin parlamentolarında kabul ettirilen kararlarla devam ettiriliyor. Bunun son örneğini Hollanda’da görüyoruz.

Bugüne kadar  26 kadar ülke parlamentosundan Ermeni “soykırım” iddialarını bir şekilde tanıyan bir karar geçirilmiş. Bu kararların çoğunluğu kendi hükümetlerini dahi bağlamayan beyanlar şeklinde. Ayrıca bu ülkelerin çoğu Ermeni diasporasının yoğun olarak yaşadığı ve Ermeni lobisinin iç siyasette güçlü olduğu ülkeler. Bunlar arasında Arjantin, Paraguay,Uruguay gibi Güney Amerika ve Fransa gibi Avrupa, Kanada gibi Kuzey Amerika ve Lübnan gibi Asya ülkeleri var.

Ancak son dönemde parlamentoları Ermeni soykırımı iddiaları konusunda karar alan bazı Avrupa ülkelerinde ciddi bir Ermeni azınlığının bulunmadığı ve Ermeni lobisinin parlamento üyeleri üzerinde bir baskısından bahsedilemeyeceğini görüyoruz. Bu ülkeler arasında Almanya ön plana çıkıyor. Hollanda’yı da bu gruba katabiliriz.

Almanya parlamentosunun Nazi Almanyası’nda yaşanan soykırımının “tarihi ağırlığını” başka bir ülkeyi de soykırımı ile suçlayarak “paylaşmak” istediğine inanlar çok. Gerek Almanya’da gerek son olarak Hollanda’da parlamentolarda alınan bu kararlarda yabancı (Türk) düşmanlığı, islamafobya ve ırkçılığın  izlerinin görüldüğü de işaret edilen bir husus. Bazı Avrupalı siyasetcilerin 100 yıl önceki olayları bugün gündeme getirerek Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde bir          “ engel “ daha çıkartmak istedikleri  belirtilen diğer bir hususu teşkil ediyor.

Ermeni grupların ve destekçilerinin hedef olarak seçtikleri her ülkede başarılı oldukları da söylenemez. ABD, İngiltere ve İsrail bu ülkeler grubu içinde yer alıyor. Ermeni lobisi, şimdiye kadar, ABD Kongresinin iki kanadında da (Temsilciler Meclisi ve Senato) Ermeni “ soykırım” iddialarını bir şekilde tanıyan bir karar kabul ettirmeyi  ve ABD Başkanı’na içinde “soykırımı” kelimesinin bulunduğu bir açıklama yaptırmayı sağlamada başarılı olamadı.

Ermeni grupların ve Ermeni lobisinin ulusal parlamentolarda istedikleri yönde kararlar çıkartamadıkları durumlarda yerel parlamentolara, belediye meclislerine yöneldiklerini, federal sistemler içindeki kurumları kullandılarını görüyoruz. Bunun iyi bir örneği ABD ‘nde yaşanıyor.  ABD’de 50 eyaletten 43’ü “Ermeni Soykırım” tasarılarını kabul etmiş. ABD’de eyalet düzeyinde alınmış “Ermeni Soykırım” iddialarının okul müfredat programlarına sokulmasını öngören bir çok karar da var.

Parlamentolara nazaran icra organı düzeyinde hükümetlerin tarihi Ermeni iddialarını tanımakta çok daha çekingen ve gerçekci davrandıkları da ortada. Yürütme olarak Ermeni iddialarını tanıyan tek ülke Kanada. Yunanistan ve Fransa gibi bir kaç ülke dışında palamentolarda kabul edilen kararlar kanun niteliğinde olmadığı için yürütme organlarını da bağlamıyor. Parlamentoları bir şekilde Ermeni “soykırım” iddilarını kabul eden ülkelerin çoğunda hükümetler bu kararlarla kendilerini bağlı görmüyorlar. Hollanda hükümeti de bu şekilde hareket ediyor.

Hollanda Dışişleri Bakan vekilinin parlamentoda yaptığı konuşmada açıkca 100 yıl önce yaşanmış tarihi bir olayın Birleşmiş Milletler ve uluslararası bir mahkeme kararı olmadan “ soykırımı “ olarak nitelendirilmesine yaptığı itiraz ve hükümetin kendisini bu kararla bağlı görmediğini açıklaması ilginç. Son zamanlarda İngiltere ve Danimarka hükümetlerinin de bu gerekçeyle kendi ülke parlamentolarında Ermeni “soykırım” iddiaları konusunda karar alınmasına karşı çıktıklarını görüyoruz. Bu durum yürütme organı düzeyinde bu ülkelerin Türkiye’nin tutumuna yaklaştıklarına işaret ediyor.

Türkiye, Ermenilerin ve yandaşlarının yürüttüğü kampanyaya tarihi bir konunun siyasileştirilmemesi ve tarihçilere bırakılması, tek bir grubun çektiği acılar üzerine odaklanmanın yanlış olduğu, 1915 olaylarının o zamanki tüm Anadolu nüfusu üzerindeki etkilerinin dikkate alınması gerektiği, 1915 olayları ve Osmanli Devleti’nin yaşanan trajedideki rolü konusunda tarihçiler arasında görüş birliği bulunmadığı temelinde karşılık veriyor. Ankara, uluslararası hukuka göre soykırımı tanımının  belli olduğu,  BM tarafından tanıma ve  uluslararası bir mahkeme kararı olmadan soykırımı tanımlaması yapılamayacağı hususunu özellikle  vurguluyor.

Yazının Devamını Oku

Suriye’deki gelişmeler ve Münih’in düşündürdükleri.....

22 Şubat 2018
Türkiye’nin Afrin operasyonu hızlanarak sürüyor.

Şam rejimi ile YPG arasında anlaşma sağlandığı ve rejime bağlı milis güçlerinin Afrine gireceği yönündeki haberler ve daha sonra rejim yanlısı bazı milislerin Afrin şehir merkezine gitmeye çalışmaları ve silahlı kuvvetlerimizin açtığı uyarıcı topçu atışlarıyla geri çekilmeye zorlanmaları durumu değiştirmedi. Ankara’nın Afrin’deki   kararlılığı aynen devam ediyor ve Zeytin Dalı operasyonunu Afrin PYD/YPG’den temizlenene kadar devam edeceği çok açık.

 

Şam rejimi ve PYD/YPG arasında temasların hız kazandığı ve Afrin’de sıkışan PYD/YPG’nın Şam rejimini bir şekilde Afrin’e çekme çabası içinde olduğu anlaşılıyor. Haklı olarak, Rusya ve İran’ın açık desteği olmadan, Şam rejiminin sıcak bir çatışmaya dönüşecek şekilde Türkiye’yi Afrin’de karşısına almaya cesaret  edemeyeceğine işaret ediliyor. Rusya’nın ise Şam rejiminin böyle bir adımını onaylamayacağı ve Ankara’yla  Suriye bağlamında yürüttüğü işbirliğini tehlikeye atmayacağı da altı çizilen hususlar arasında.


Vaşington’dan şu ana kadar Şam rejimi ile Suriye’deki “yerel müttefiği” durumuna getirdiği PYD/YPG arasındaki temasları ve işbirliğini nasıl gördüğü  konusunda anlamlı  resmi bir açıklama gelmiş değil. Ancak , bu son gelişmeler en azından ABD Savuma Bakanı Mettis’in YPG’ye her istediklerini yaptırabileceklerini ima eden ifadelerini de pek doğrulamıyor. Vaşington PYD/YPG’nin Şam rejimi ile temaslarını ve işbirliği arayışlarını ne ölçüde biliyor ve onaylıyor? PYD/YPG’nin her sıkıştığında Şam rejimine koşmasından ne ölçüde memnun? Herhalde Ankara bu soruların cavabını da bilmek isteyecektir.


Şam rejiminin PKK ‘ya desteği ve PKK’nın Suriye’deki uzantılarıyla bağlantıları esasen yeni değil. Şam’daki mevcut rejimin PKK ve terorist örgütlere destek

Yazının Devamını Oku

Tillerson’ın ziyareti sonrası.....

20 Şubat 2018
Geçen hafta Ankara-Vaşington hattında önemli görüşmeler gerçekleştirildi.

İlginç bir nokta bu görüşmelerin Vaşington’da dış politikada karar alıcı üç kuruluş; Beyaz Saray, Savunma Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı ile yapılmasıydı. İlk önce ABD Ulusal Güvenlik Banışmanı McMaster İstanbul’a geldi ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’la bir araya geldi. Daha sonra iki ülke Savunma Bakanları  Brüksel’de bir NATO toplantısı marjinda bir araya gelerek görüştüler. Haftanın sonunda da ABD Dışişleri Bakanı Tillerson Ankara’ya gelerek Cumhurbaşkanı ve  Dışişleri Bakanı ile görüştü.

Bu görüşmelerden önce Türkiye-ABD ilişkilerinde önemli bir krizin yaşandığı, hatta iki ülke silahlı kuvvetlerinin Suriye’de karşı karşıya geldikleri ve NATO müttefiki iki ülke askerleri arasında bir çatışma tehlikesinin bulunduğu görülmekteydi. Görüşmelerden sonra hafta sonunda ortaya çıkan tablo ise Ankara ve Vaşington’un ilişkilerdeki tehlikeli tırmanmayı durdurma kararı aldıklarını, Ankara ve Vaşington arasındaki sorunların çözümü için dışişleri, savunma ve istihbarat kanalları üzerinden bir mekanizma kurulduğunu,  Türkiye ve ABD arasındaki  güven ortamının yeniden tesisi için ilk adımların atıldığını göstermekteydi.

Bugün, bu üç önemli temastan sonra, bir hafta öncesine göre, iki ülke başkentinde de ilişkilerin tamir edilebileceği, normalleştirilebileceği ve ilişkilerde güvenin yeniden tesisi edilebileceği yönünde  daha iyimser bir havanın ortaya çıktığı açık. Bu beklentilerin karşılanıp karşılanamayacağını ise hukuki konular ve Suriye’yi konuşmak ve karşılaşılan sorunları çözmek için kurulan   grupların mart ayında başlayacak çalışmalarını tamamlamalarından sonra daha açık bir şekilde görülebilecek.

Suriye sorununun, ABD Dışişleri Bakanı’nın sözleriyle “ derin ve önemli “ olan, gerçekten çok yönlü Türkiye-ABD ilişkilerinde ağırlıklı bir yer tuttuğu biliniyor. İlişkileri normalleştirmek için kurulan  çalışma gruplarından birisi Suriye konusunu ele alacak ve iki ülkenin Suriye’de çatışmanın eşiğinden yeniden işbirliği noktasına nasıl getirilebileceğini konuşacak. Burda Menbiç konusunun ön plana çıkacağını tahmin etmek zor değil.

Esasen Ankara’nın Suriye konusunda Trump Yönetimi’nden beklentileri açık. Ankara ilk aşamada Vaşington’un PKK’nin Suriye uzantısı olan YPG’ye verdiği silah desteğini kesmesini, YPG’nin Menbiç’ten çekileceği yönünde daha önce Türkiye’ye verilen sözlerin yerine getirilmesini, YPG’nin Fırat nehrinin doğusuna çekilmesinden sonra Fırat’tan Irak sınırına kadar olan bölgenin de Türkiye’nin sınır ve iç güvenliği için tehdit olmaktan  çıkarılmasını sağlayacak tedbirlerin alınmasını bekliyor.

Ankara, ABD’nin PYD/YPG’ye Suriye’nin geleceğinde  rol oynaması ve Suriye sorununun barışçı çözümü çalışmalarına katılması yönünde verdiği destekten de rahatsız. Türkiye, Vaşington’dan Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini bozmak için hareket ettiğinden emin olduğu PYD/YPG’nin Cenevre sürecine katılması yönünde  verdiği desteği kesmesini istiyor.

Ankara ziyareti sırasında Tillerson’un Afrin harekatının sonlandırılması ve sınırlandırılması gibi konuları  gündeme getirmediği, Vaşington’un Afrin’i pazarlık konusu yapmadığı ve Türkiye’nin Afrin’i YPG’den temizleme kararlığınını anladığı ortaya çıkıyor. Afrin operasyonun başarısıyla birlikte YPG’nin Menbiç’ten çekilmesi de sağlandığı taktirde, Hatay’dan Fırat’a kadar Türkiye-Suriye sınırının güneyi YPG’den temizlenmiş ve Ankara’nın önem verdiğini bir çok kereler açıkladığı YPG’nin Fırat’ın batısına geçmemesi isteği hayata geçirilmiş olacak.

Moskova’nın Ankara-Vaşington hattındaki son görüşme trafiğini bütün yönleriyle yakından takip ettiği muhakkak. Her yıl düzenlenen Uluslararası Güvenlik Konferansı’na katılmak amacıyla bulunduğu Münih’te yaptığı konuşmada Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un  belirttiği bazı husular ilginç ve Rusya’nın Ankara ile Vaşington arasındaki Suriye’den kaynaklanan sorunların temel sebeplerini iyi anladığını gösteriyor.

Yazının Devamını Oku