Lübnan’ın Suriye iç savaşında oynadığı rol üzerinde durulan diğer bir husus. Lübnan’ın güney komşusu İsrail’le ilişkileri de hassasiyetini koruyor.
Lübnan 6 milyon nüfuslu küçük bir ülke. Bugün ülkede 1.5 milyon Suriyeli sığınmacı yaşıyor. Ülke nüfusunun çok bölünmüş dini ve etnik bir yapısı var. Nüfus Müslümanlar ile Hristiyanlar olarak ikiye bölünmüş. Ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1946 yılında çoğunlukta olduğu belirtilen Hristiyan kesimin nüfus içindeki oranının (zaman içinde) %50’nın oldukça altına indiği görülüyor.
Lübnan nüfusunun Müslüman ve Hıristiyan kesimleri de kendi içinde büyük ölçüde (mezheplere) bölünmüş durumda. Ülke nüfusunun %60’ına yaklaşan bir bölümünü oluşturduğu hesaplanan Müslüman kesim Şii, Sünni ve Dürzilerden oluşuyor. Şiiler ülke nüfusu içinde (%27’lık bir bölümle) en büyük kesim. Müslüman kesim içinde Sünnilerin oranının da buna yakın olduğu hesaplanıyor. Hıristiyan kesim içinde en büyük bölüm ise Marunilerden oluşuyor. Nüfus içinde %21’lık bir kesimi oluşturan (Katolik) Marunilerden başka Lübnan’da Rum Ortodoks, Rum Katolik, Ermeni Ortodoks, Protestan Hristiyan gruplar da yaşıyor.
Lübnan nüfusunun çok büyük bir bölümünü Arapça konuşanlar oluşturuyor. Ülkede bugün nüfusu 150 binlere kadar düşen (nüfusun % 4 kadarı) bir Ermeni toplumu da var. Ana dili Arapça olanların hepsi kendini (etnik olarak) Arap olarak görmüyor. Özellikle nüfusun Hristiyan kesiminde soylarını (antik çağlarda bölgede hakim olan) Fenikelilere kadar indirenler var.
Lübnan nüfusunun bu dini ve etnik temelde bölünmüşlüğü ülke siyasi hayatında da önemli bir rol oynuyor. Fransızlar Lübnan’a bağımsızlığını verdikleri 1946 yılında ülke siyasi hayatını tamamen bu toplumsal (bölünmüş) yapı üzerine oturtmuşlar. Ülkede Cumhurbaşkanı Hristiyan, Başbakan Sünni, Meclis Başkanı da Şii kesimden seçiliyor. Lübnan Meclisi üyeleri de (1989 yılından beri) yarı/yarıya Müslüman ve Hristiyan kesimlerden geliyor. Lübnan Bakanlar Kurulu üyelerinin seçiminde de yine aynı dini/mezhepsel dengeler gözetiliyor.
Lübnan’ın karmaşık dini/mezhepsel/etnik yapısının, ülkedeki (kronik) siyasi istikrarsızlığın ve 1975-1989 yılları arasında yaşanan iç savaşın temelinde yattığına inananlar büyük çoğunluktadır. 15 yıl kadar süren yıkıcı iç savaşın başlamasında (1971 yılında Ürdün’den çıkarılan) Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve milislerinin Lübnan’a yerleşmesinin katalizör oynadığı, Lübnan’ın iki komşusunun (Suriye ve İsrail) Lübnan’da yürüttükleri rekabet ve mücadele ile bölgesel ve küresel güçlerin Lübnan iç politikasına (doğrudan ve dolaylı) müdahalelerinin ülkedeki istikrarsızlıkta büyük ölçüde etkili olduğu bilinen hususlardır.
Lübnan iç savaşı Suudi Arabistan’ın arabuluculuğuyla Lübnanlı taraflar arasında imzalanan 1989 Taif Anlaşmasıyla sonlandırılabilmiş, ancak Lübnan nüfusunun (dini ve mezhepsel) kesimleri arasına ahenk ve ülkeye kalıcı bir siyasi istikrar hala getirilememiştir. Lübnan’ın bölgede yaşanan Suudi Arabistan-İran rekabet ve çatışmasına sürüklenmekte olduğu ve ülkedeki istikrarın daha da bozulabileceği yönündeki endişeler sürekli olarak akıllardadır. Hatta (2006’da yaşandığı gibi) yeni bir İsrail-Hizbullah savaşının ve İsrail’in Lübnan’a yeni bir askeri müdahalesinin uzak bir ihtimal olmadığı işaret edilen hususlar arasındadır.
Bu yöndeki en büyük kriz geçen sene sonunda yaşanmış, Lübnan Başbakanı Saad Hariri Suudi Arabistan’da (ziyarette) bulunduğu bir sırada, İran’ı Lübnan’ın iç işlerine karışmakla ve (Hizbullah’ı buna alet olmakla) suçlayarak istifa etmiş, Hariri’nin Suudi Arabistan tarafında istifaya zorlandığı hatta ülkede zorla alıkoyulduğu iddiaları basında yer almıştır. Daha sonra (Fransa’ya da giderek) ülkesine dönem Hariri 21 Kasım tarihinde istifasını dondurduğunu, 5 Aralık tarihinde de geri çektiği açıklamıştır.
Güney ve Kuzey Kore liderleri arasındaki zirve toplantısı oldukça başarılı geçmiş gözüküyor. Bu zirveden hemen sonra Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Güney Kore’ye yaptığı resmi ziyaret Türk kamuoyunun dikkatinin bu kez Türkiye-Güney Kore ikili ilişkileri üzerine yoğunlaşmasına neden oldu.
Kore İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan Soğuk Savaşın en fazla etkilediği ülkelerden biridir. Kore Yarımadası’nda 1950-1953 yılları arasında üç sene kadar süren, 2.5 milyon kadar insanın hayatını kaybettiği veya yaralandığı bir iç savaş yaşamış, bu iç savaş başta ABD, Sovyetler Birliği ve Çin olmak üzere diğer ülkelerin de katılmasıyla Batı ve Doğu arasında (Soğuk Savaşın sıcak bir çatışmaya dönüştüğü) bir mücadele halini almıştır.
Kore Yarımadası 1953 yılında Kuzey ve Güney olarak ikiye bölünmüştür. Yarımadanın kuzeyinde Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti tarafından desteklenen komünist bir rejim, güneyinde ise ABD ve müttefiklerinin desteklediği serbest piyasa ekonomisine dayalı demokratik bir rejim kurulmuştur. 1953 yılında imzalanan (ve Kore Savaşı’nı fiilen bitiren) Ateşkes Anlaşmasına rağmen Güney ve Kuzey Kore arasında hala bir Barış Anlaşması imzalanmamıştır, yani iki Kore hukuki olarak savaş halindedir.
Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında çökmesinden (yani Soğuk Savaşı ABD ve Batı’nın kazanmasından) sonra Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesine yol açan gelişmeler Kore Yarımadası’nda yaşanmamıştır. Soğuk Savaş koşulları Kore Yarımadası’nda sürerken, iki Kore arasındaki ilişkiler kötü bir düzeyde devam etmiş, hatta 1990’lı ve 2000’lı yıllarda daha da bozulmuştur.
Bu bozulmanın bir sebebi 1990’lı yıllarda Kuzey Kore’nin nükleer programının hızlanmasıdır. Esasında Kuzey Kore’nin nükleer programının başlaması 1960’lı yıllara kadar uzanmaktadır. Ancak 1990’lı yılların ikinci yarısında Kuzey Kore’nin nükleer silah üretmeye çalıştığı gözlemlenmiş, Kuzey Kore 2003 yılında Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi (NPT) Anlaşması’ndan çekilmiş, ilk nükleer silah denemesini de 2006 yılında gerçekleştirmiştir. Bugün Kuzey Kore kitle imha silahları üreten, nükleer silahlara sahip bir ülkedir. Bu durumun Kuzey Kore’nin uluslararası alandaki (politik) etki ve önemini arttırdığı açıktır.
ABD ve uluslararası toplumun Kuzey Kore’nin nükleer silah denemelerine tepkisi bu ülkeye geniş bir yaptırımlar rejiminin uygulanması şeklinde olmuştur. ABD’nin yoğun çabaları sonucu 2006 yılından bu yana Kuzey Kore’ye uygulanan ekonomik yaptırımlar büyük ölçüde genişletilmiştir. Kuzey Kore bugün zaman içinde artarak büyüyen bir Birleşmiş Milletler ekonomik yaptırımlar rejimiyle karşı karşıyadır.
Kuzey Kore geçtiğimiz yıl içerisinde gerçekleştirdiği çok sayıdaki nükleer ve balistik füze denemeleri nedeniyle gündeme yerleşmiş, Dünya kamuoyunun dikkatleri ABD-Kuzey Kore retoriği ve ilişkileri üzerine toplanmıştır. Vaşington Kuzey Kore’nin askeri nükleer programı kadar (daha önceki bir yazımda değindiğim üzere) Kuzey Kore’nin balistik füze programından endişelenmektedir. Kuzey Kore’nin kısa ve orta menzilli füze üretmesinden sonra şimdi (New York ve Vaşington gibi ABD’nin doğu yakasındaki şehirleri bile hedef alabilecek) 10 bin kilometrenin üzerindeki hedeflere gönderilebilecek (uzun menzilli) füzeler üretmeye çalışması ABD Yönetiminde endişe yaratmıştır.
Trump’ın iktidara gelmesi ve Kuzey Kore’nin arka arkaya yaptığı nükleer silah ve füze denemeleriyle 2017 yılı içinde hızla tırmanan Kore Yarımadası’ndaki tansiyonda son günlerde hızlı bir düşme izlenmekte, 2018 yılının ilk günlerinden itibaren ilk önce Güney ve Kuzey Kore ilişkilerinde gerilimin düştüğü, bu durumun ABD-Kuzey Kore ilişkilerine de yansıdığı ve iki Kore arasında siyasi diyaloğun başlatıldığı ve “başarıyla” sürdürüldüğü görülmektedir.
Başkan Trump da seçimden sonra ilk ülke dışı ziyaretini Suudi Arabistan ve İsrail’e yapmıştı. Başkan Trump’ın seçim kampanyası sırasında kullandığı İslam ve Arap aleyhtarı sayılabilecek bütün retoriğe rağmen ilk ülke dışı ziyaretini Suudi Arabistan’a (Orta Doğu’ya) yapması ilgi çekmiş, çeşitli yorumlara neden olmuştu.
Başkan Trump’ın Suudi Arabistan ziyareti Riyad Havaalanında Kral Salman tarafından karşılanmasından, Bayan Trump’ın giydiği elbiselere, Trump’ı geleneksel kılıçlı Suudi foklor dansı yaparken gösteren resimlere kadar hala hatırlarda. Bu ziyaretten sonra şimdi de (Tillerson’un twitle görevinden alınmasını müteakiben Bakan seçilen) Pompeo’nun (Senato tarafından onaylandıktan hemen sonra) bölgeye (Suudi Arabistan, İsrail ve Ürdün) gelmesi dikkatleri Trump Yönetimi’nin Orta Doğu politikası üzerine topladı.
Trump Yönetiminin Orta Doğu’da belirli bazı öncelikleri var. Vaşington İran’ın bölgede artan etkinliğinden, Tahran’ın Suriye, Irak ve Yemen’deki iç savaşlarda ve Lübnan, Bahreyn gibi Arap ülkelerindeki iç politik gelişmelerde oynadığı rollerden büyük ölçüde rahatsız. Trump Yönetimi İran’ın Irak, Suriye ve Lübnan üzerinden Akdeniz’e çıkmak ve bölgede bir “Şii Hilali” yaratmak, Bab’ül Mendep Boğazını (Yemen yoluyla) kontrol etmek istediğine inanıyor.
Dış politika konusundaki uzmanlar esasında bu durumun (İran’ın bölgede artan etkinliğinin) ABD’nin Irak ve Suriye’de üst üste yaptığı hatalardan kaynaklandığına işaret ediyorlar. ABD Orta Doğu’da (son dönemlerde) ne yaptıysa sonuçta bunun İran’ın işe yaradığına inananlar çoğunlukta. Esasen Başkan Trump da çok farklı düşünmüyor. Trump’ın seçim kampanyası sırasında ABD’nin Irak’ta yaptığı hatalara sıklıkla değindiğini biliyoruz. Başkan Trump’ın son olarak söylediği bölgede “7 triyon dolar para harcadık hiçbir şey elde edemedik” sözleri de bunu gösteriyor.
Başkan Trump’a göre Obama Yönetimi sırasında ABD’nin (İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve Almanya ile birlikte) İran’la imzaladığı Nükleer Anlaşma da büyük bir hata. Başkan Trump seçim kampanyasından beri bu inancını “ böyle kötü” bir anlaşma görmedim sözleriyle anlatıyor. Başkan Trump’a göre 5+1’in (Birleşmiş Milletlerin 5 daimi üyesi ve Almanya) İran’la imzaladığı Nükleer Anlaşma ya revize edilerek, “ kabul edilebilir” bir hale getirilmeli ya da bu Anlaşmaya son verilmeli. İran Anlaşmanın değiştirilmesine karşı çıkıyor. Trump Yönetimi’nin 12 Mayısta ABD’nin Anlaşmayla bağlı olup olmadığını açıklaması gerekiyor. Başkan Trump’ın 12 Mayıs’ta İran Nükleer Anlaşması’ndan çekileceği yönünde işaretler artıyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile Almanya Başbakanı Merkel’in son ABD ziyaretlerinin gündeminin ilk sırasında İran Nükleer Anlaşmasının bulunduğu, iki liderin de Başkan Trump’ı Anlaşmadan çekilmemeye ikna etmeye çalıştıkları biliniyor. Fransa ve Almanya İran Nükleer Anlaşmasından memnun görünüyorlar. İran’a yaptırımların kalkmasından en fazla bu iki ülkenin (ekonomik) çıkar sağlandığına işaret ediliyor. Buna rağmen ne Macron’un ne de Merkel’in Trump’ı fazla “kızdırmak” istemedikleri ve Anlaşmanın “revize” edilmesi konusundaki Vaşington görüşüne de destek vermek zorunda kaldıkları anlaşılıyor.
Trump Yönetimi’nin Nükleer Anlaşmadan en fazla memnun olmadığı 2 husus Anlaşmanın İran füze programına ve Tahran’ın bölgesindeki (yıkıcı) politikalarına değinmemesi ve bu konularda çözüm getirmemesi. Vaşington bu konuların da Anlaşmaya dahil edilmesini ve Anlaşmanın revize edilmesini istiyor. İran Nükleer Anlaşması konusundaki görüşleri Avrupa’daki müttefikleri tarafından büyük ölçüde paylaşılmasa bile, Başkan Trump’ın Orta Doğu’da (kendisinden bile daha ileri ölçüde Anlaşmaya karşı çıkan) iki “ortağı” (İsrail ve Suudi Arabistan) var.
Obama döneminde imzalanması aşamasında İran Nükleer Anlaşmasına tek (açıkça) karşı çıkan ülkenin İsrail olduğu biliniyor. Başbakan Netanyahu’nun Başkan Obama’dan davet olmadan ABD Kongresi’nde (Anlaşma aleyhine) konuşma yapmak için Vaşington’a gittiği, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmanın Anlaşmanın (ne kadar kötü olduğuyla ilgili) bölümünde kullandığı şema ve çizelgeler hala hafızalarda. Başbakan Netanyahu bu hafta başında aynı şeyi yine yaptı, Anlaşmanın “ne kadar kötü” olduğunu, İran’ın nükleer programıyla ilgili “yalan” söylediğini şemalarla “anlattı”.
24 Nisan’dan bir gün önce Ermenistan Başbakanı Serj Sarkisyan’ın görevinden istifası ise dünya kamuoyunun Ermenistan’a yönelen ilgisinin esas sebebi idi. Bir müddette beri Sarkisyan’ın istifası için yürütülen sokak gösterileri Ermenistan’da neler oluyor sorusunu gündeme getirdi. Nisan ayını başından beri Ermenistan iç siyaseti zor bir döneme girmiş gibi gözüküyor. Sarkisyan 23 Nisan’da istifa etti, 24 Nisan’da Erivan’daki (yıllık) “Anma Töreni” düzenlendi, 26 Nisan’dan itibaren Erivan’daki gösterilerin ve Ermenistan’daki “iç” politik krizin (Sarkisyan’ın istifasına rağmen) devam ettiği, tansiyonun düşmediği izlendi.
Ermenistan Türkiye’nin kara sınırı paylaştığı bir komşusu. Ermenistan’da neler olduğu Ankara’yı yakından ilgilendiriyor. Türkiye’nin (Yunanistan dahil) hiç bir komşusu ile ilişkileri tarihin bu ölçüde baskısı altında değil. Ermenilerin 1915 Olayları hakkında kendi yorum ve tanımlamalarını Türkiye’ye ve Dünya’ya “tarihi gerçek” olarak kabul ettirme çalışmaları (ve bu ısrarın arkasında yattığı ve sonradan ortaya çıkartılabileceği anlaşılan tazminat ve toprak talepleri gibi hususlar) Ankara ile Erivan arasındaki ilişkileri çok olumsuz bir şekilde etkiliyor.
Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki sorunlar ve Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarının %20 kadarını işgali altında tutması Ankara ile Erivan arasındaki ilişkileri daha karmaşık hale getiriyor. Türkiye’nin Azerbaycan’la ilişkileri ve işbirliği çok yakın. Cumhurbaşkanı Aliyev’in Nisan ayı başında yapılan seçimleri kazandıktan ve 4. kez Cumhurbaşkanlığına seçildikten sonra ilk yurt dışı resmi ziyaretini Ankara’ya yapması sembolik olarak ilişkilerin yakınlığını gösteriyor.
Türkiye’nin Ermenistan’la Büyükelçilik düzeyinde diplomatik ilişkisi yok. Halbuki Türkiye Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra kurulan (Ermenistan dahil) 15 ülkeyi de (birlikte) tanımış ve bunların 14’ü ile Büyükelçilik düzeyinde diplomatik ilişkiler kurmuştu. Türkiye ile Ermenistan ise (Ermenistan’ın bağımsızlığını kazandığı) 1991 yılından bu yana (Cumhurbaşkanları Gül ve Sarkisyan arasında sürdürülen futbol diplomasisine ve Dışişleri Bakanları Davutoğlu ve Nalbantyan’ın ilişkilerin düzenlenmesi amacıyla 2 protokol imzalamalarına rağmen) ilişkilerini birbirlerinin başkentlerinde Büyükelçilik açma düzeyine getirmede başarılı olamadılar.
Bu başarısızlıkta Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkilerinde soykırım iddialarının Ankara tarafından kabul edilmesini bir koşul olarak ortaya koyması (ve bu konudaki ısrarlı tutumu) ile (daha sonraki dönemde) Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkilerini Dağlık Karabağ’ın işgaline son verilmesine, Ermenistan’ın Azerbaycan’la ilişkilerinin düzeltmesine bağlaması rol oynamış gibi gözüküyor.
1915 Olaylarını Türkiye ve Dünya’ya (20.yüzyılın ilk) “soykırımı” olarak kabul ettirme gayretlerinin geçmişi Ermenistan’ın bağımsızlığını kazandığı 1991 yılından öncelerine, 1970’lı yılların ortalarına kadar uzanıyor. Bu gayretlerin arkasında Ermenistan dışında yaşayan bazı Ermeni kuruluşları (Ermeni Lobisi) var. Ancak bağımsızlıktan sonra Ermenistan liderlerinin de “diaspora” Ermenilerinin “soykırımı saplantısına” katıldığı ve Türkiye’yle “iyi” ilişkileri bu saplantı yüzünden bir kenara ittikleri, “tehlikeye attıkları” görülüyor.
Ermenistan 3 milyon nüfuslu küçük bir ülke. Ancak Ermenistan dışında 6 milyon kadar Ermeni yaşıyor. Ermeni diasporası Rusya, ABD ve Fransa gibi ülkelerde yoğunlaşmış, Lübnan, Arjantin ve Kanada gibi ülkelerde de önemli bir Ermeni azınlığı var. Diaspora Ermenileri içindeki bazı kuruluşların “soykırımı saplantısını”, Türkiye karşıtlığını (hatta Türk düşmanlığını) Ermeniler arasında birleştirici bir unsur (diasporada Ermeni kimliğinin devamı için bir temel) olarak kullanmaya başlamaları 1970’lı yılların ortalarından bu yana Türk dış politikası için (zaman zaman) sorun oluşturuyor.
Bu gayet normal bir durum. Her ülke için komşularla ilişkiler öncelikli. Özellikle Suriye’de yıkıcı bir iç savaş halen devam ediyor, bu ülkedeki siyasi istikrarsızlık ve ülkenin toprak bütünlüğü ile siyasi birliği üzerindeki giderek artan soru işaretleri Ankara’yı doğrudan ilgilendiriyor ve endişelendiriyor.
Doğu Guta’daki çatışmalar ve (Duma’da) kimyasal silah kullanımı iddiaları ile ABD’nin (İngiltere ve Fransa ile birlikte) Şam rejimini cezalandırmak gerekçesiyle (rejimin üç kimyasal tesisini hedef alarak) düzenlediği (kısıtlı) hava operasyonu sonrasında geçen hafta Suriye’de askeri hareketlilikte bir azalma izlendi. Dikkatler Kimyasal Silahların Kullanımını Önleme Örgütü (OPCW) uzmanlarının Doğu Guta’da (Duma’da) yaptıkları incelemeler üzerine toplandı.
OPCW, Doğu Guta’da (kimyasal silah kullanılıp kullanılmadığı konusundaki) incelemelerini Şam rejiminin daveti üzerine yaptı. Buna rağmen uzmanların kimyasal silah kullanıldığı belirtilen bölgeye (Duma’ya) girmesinin geciktirildiği ve engellendiği iddiaları (ve bunun kimyasal silahların izlerini bulma imkanını ortadan kaldırdığı suçlamaları) basında yer aldı. OPCW uzmanlarının (Duma’da) inceleme yapmaları bile sorun haline geldi. Her halükarda OPCW’nun inceleme sonuçlarını açıklamasının zaman alacağı anlaşılıyor.
Şam rejimi ve Rusya Duma’da kimyasal silah kullanılmadığını, ABD ve 2 müttefikinin (İngiltere ve Fransa) Suriye’ye askeri müdahalede bulunmak için bu iddiaları ortaya attığını iddia etmeye devam ediyor. Suriye başkent Şam’ın hemen yakınlarındaki Doğu Guta’yı (muhaliflerden) geri alarak zaten istediğini elde etmiş durumda. ABD, İngiltere ve Fransa (OPCW incelemesinin sonucunu beklemeden) Şam rejimi hedeflerine (kısıtlı ve cezalandırıcı) bir askeri operasyonu esasen yaptılar. Buna rağmen OPCW incelemesinin sonucu önemli. Kimyasal silah kullanmak uluslararası hukuka aykırı ve suç teşkil ediyor. OPCW sonuçları ilerde (bu konuda sicili zaten kötü olan) Şam rejimine (ve gerekirse Rusya’ya) karşı (muhtemel bir davada) delil olarak kullanılabilecek.
Suriye’de Şam rejiminin alandaki (ve görüşme masasındaki) pozisyonunu güçlendirmek için (Doğu Guta’da görüldüğü gibi) silaha başvurmaya devam ettiği ve ilan edilen ateşkesleri kolaylıkla ihlal ettiği ortada. Rejimin şimdi dikkatini başkent Şam çevresinde rejim karşıtı güçlerin elinde kalan son küçük alanlara çevirdiği ve Yarmuk kampı ile Kalamun bölgesine karşı askeri operasyonların (hemen) başlayabileceği basında bildiriliyor.
Buna rağmen Suriye sorununun askeri olarak çözümlenemeyeceğine ve diplomasının tek çözüm yolu yolduğuna inananlar büyük çoğunlukta. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Gutteres de sürekli olarak bu hususu vurguluyor. Siyasi çözüm konusunda devam eden iki süreç (Astana ve Cenevre Süreçleri) var. Rusya, İran ve Türkiye’nin sürdürdüğü Astana Süreci’nin son toplantısı Ankara’da gerçekleşti ve Birleşmiş Milletler’e yeni Suriye Anayasası konusunda çalışacak Komisyonun bir an önce kurulması ve çalışmalarına başlanılması çağrısı yapıldı. Bunun sağlanması için temasların sürdürüldüğü anlaşılıyor.
Rus Dışişleri Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili ile Putin’in Suriye danışmanı kısa bir süre önce Ankara’daydı. BM Genel Sekreteri’nin Suriye Özel Temsilcisi De Mistura da Ankara’da görüşmeler yaptıktan sonra Moskova’ya geçti. Bu görüşmeler sonucunda BM’lerin düzenleyeceği yeni Suriye Anayasası üzerinde çalışacak Komisyonun en kısa zamanda Cenevre’de toplanması Suriye’de siyasi çözüm arayışlarını canlandırma konusunda önemli bir adım olacak.
Geçen hafta Türkiye’nin dış politika gündeminde ön plana çıkan diğer gelişmeler de (batıdaki komşumuz) Yunanistan’la ilişkilerde yaşandı. Yunanistan ile ilişkilerde (önceki bir yazımda değindiğim gibi) “bir şeylerin” iyi gitmediği bir süreden beri ortadaydı. Geçen hafta da Yunanistan’dan (Türkiye-Yunanistan ilişkileri için) “iyi” olmayan haberler gelmeye devam etti.
Filistinliler 30 Mart 1976 tarihinden beri, 42 yıldan bu yana, “ Toprak Gününü“ anıyorlar, “Toprak Günü” için gösteriler düzenliyorlar. “Toprak Günü” 30 Mart 1976 tarihinde İsrail’in ülkenin kuzeyinde İsrail vatandaşı Filistinli Araplara ait binlerce dönüm toprağa el koyması nedeniyle başlatıldı. 1976 yılında İsrail’in Filistinli Arapların topraklarına el koymasını protesto etmek amacıyla yapılan grev ve gösterilerde 6 Filistinli Arap hayatını kaybetti.
“Toprak Günü” olarak anılan 30 Mart 1976 olaylarının her yıl dönümünde Filistinli Araplar çeşitli gösteriler düzenliyor, (Filistinliler için direnişin sembolü haline gelen) bu günü dikkatlerin Filistin Sorununa çevrilmesi için kullanmaya çalışıyorlar. Toprak Günü’nün 42. yıl dönümünde bu yıl Gazze İsrail sınırında düzenlenen gösterilerin amacı (1948 yılından bu yana) sürgün edilen Filistinlilerin topraklarına geri dönme hakkını vurgulamak, İsrail’in uyguladığı “zorla tahliye ve yerinden etme” politikaları ile Gazze’ye uygulanan ablukayı protesto etmek, ablukanın kaldırılmasını sağlamak için uluslararası toplumun yardımını istemek olarak açıklandı.
İsrail Filistinliler’den (ve özellikle Hamas kontrolü altındaki Gazze’den) gelen (barışçı gösteriler de olsa) her hareketi güvenliği için “tehdit” olarak sayan bir noktaya gelmiş durumda. Esasen (geçmiş tecrübelerin de ortaya koyduğu gibi) İsrail şiddete çok kolaylıkla başvurabilen bir ülke. Bu konuda uluslararası hukuktan ve uluslararası tepkiden de fazla çekinmediği ortada.
İsrail (ne yaparsa yapsın) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ABD vetosuna güvenebileceğini biliyor. Vaşington BM Güvenlik Konseyi’nden İsrail aleyhine (İsrail’in istemediği) hiç bir kararın geçmesine izin vermiyor. İstatistikler BM Güvenlik Konseyi’nde (BM’nin kurulduğu 1945 yılından bu yana) ABD’nin kullandığı (80’nın üzerindeki) vetonun yarısının (İsrail’i korumak amacıyla) İsrail ve Filistin sorunu konusunda kullanıldığını gösteriyor.
İsrail’in bu kez de aşırısı güç kullanması sebebiyle Filistinlilerin Gazze İsrail sınırında düzenledikleri (ve “Büyük Dönüş Yürüyüşü” olarak isimlendirdikleri) gösteriler de şiddete dönüştü, (şimdiye kadar) aralarında çocukların ve bir gazetecinin de bulunduğu ( sivil ve silahsız ) 40 Filistinli gösterici hayatını kaybetti, çok sayıda Filistinli yaralandı. Yine bekleneceği gibi Vaşington BM Güvenlik Konseyi’nin konu hakkında karar almasına izin vermedi ve BM’nin olayları araştırmak amacıyla soruşturma açması ve bir soruşturma komisyonu kurması bile mümkün olmadı.
İlginç olan bir husus Dünya’nın Gazze İsrail sınırında meydana gelen gösterilere ve şiddet olaylarına (sessiz kalması yanında) bu kez fazla bir ilgi de göstermemesi. Bunda Orta Doğu’nun içinden geçtiği zor durumun, İslam Dünya’sının içinde tamamen bölünmüş olmasının ve herşeyden önce Arap ülkelerinin içinde bulunduğu çok zor şartların büyük bir etkisi olduğu muhakkak. ABD tarafından korunan rejimler tarafından yönetilen birçok Arap ülkesinde Filistin Sorununu arka plana iten (hatta küçümseyen), İsrail’i (Orta Doğu bölgesinin karşılaştığı İran “tehditi” karşısında) bir “ müttefik” olarak gören sesler artmış durumda. Birçok Arap ülkesinin artık kendileri için esas dış tehdidin kaynağı olarak İsrail’i değil İran’ı gördükleri izleniyor.
Karşılaştıkları şiddet (her gün artan ölü ve yaralı sayısı) ve Dünya’nın “ilgisizliğine” rağmen Filistinliler “Büyük Dönüş Yürüyüşünü” 15 Mayıs tarihine kadar sürdürmeye kararlı gözüküyorlar. 15 Mayıs tarihi Filistinliler için (2 bakımdan) önemli. Trump Yönetimi 14 Mayıs’ta şu anda Tel Aviv’de bulunan ABD Büyükelçiliğinin bu tarihde Kudüs’e taşınacağını açıklamış bulunuyor. Hatta bu amaçla düzenlenecek “törene” katılmak amaçıyla Başkan Trump’ın da Kudüs’e gidebileceği anlaşılıyor. Gerçekleşirse bu Başkan Trump’ın bir yıllık süre içinde İsrail’e ikinci ziyareti olacak.
Başkan Trump Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını ve İsrail’deki ABD Büyükelçiliğini de Kudüs’e taşıyacağını bir süre önce açıklamış, Başkan Trump’ın bu kararı Filistinlilerden yoğun bir tepki çekmiş, Başkan Trump’ın kararına uluslararası tepkiler de arka arkaya gelmişti. İlk önce Türkiye’nin öncülüğünde İstanbul’da toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı Zirvesi Trump yönetiminin kararını kınayan ve sonuçları itibariyle yok sayan bir kararı kabul etmişti.
ABD’nın Şam rejimini cezalandırmak ve bundan sonra kimyasal silah kullanmaktan caydırmak amacını taşıdığı ve Suriye’deki üç kimyasal silah üretiminde kullanılan merkezi hedef aldığı anlaşılan hava saldırısına ABD’nin müttefikleri Fransa ve İngiltere de katıldılar.
Kimyasal silahların kullanımı uluslararası bir suç ve Şam rejiminin bu konudaki sicili çok olumsuz. Şam rejiminin Suriye iç savaşının başladığı 2011 yılından beri kendi halkına karşı birçok kez kimyasal silah kullandığı ve Suriye’de kimyasal silah kullanımı konusunun böylece uluslararası gündeme geldiği biliniyor. Trump yönetimi 2017 yılında da Şam rejimine karşı yine kısıtlı ve cezalandırıcı bir hava saldırısı düzenlemiş ve rejime ait bir hava üssünü hedef almıştı.
ABD’nin (bu kez Fransa ve İngiltere ile birlikte) düzenlediği son hava saldırısının da Suriye iç savaşında kalıcı bir etkisinin olması söz konusu değil. ABD’nin İran ve Rusya’nın Suriye iç savaşına doğrudan müdahalelerine göz yummasından sonra, Şam rejimi güçlenmiş durumda ve savaşı kazanmakta olduğuna inanıyor. Obama yönetimi sırasında ABD’nın Suriye sorununa ilgisizliği ve ABD’nin Suriye’de ciddi, kapsamlı bir strateji ve politika oluşturamaması Suriye’de bugünkü siyasi “gerçeklerin” ve “tablonun” ortaya çıkmasında temel bir neden.
Trump, May ve Macron’un daha çok kendi ülkelerinde iç politika amaçlı kullandıkları hava saldırısından hemen önce Şam rejimi Suriye muhalefetinin elindeki son bölgelerden biri olan (Şam’ın hemen yakınındaki Duma’nın da içinde bulunduğu) Doğu Guta’yı tamamen ele geçirdi. Doğu Guta’nın ilk yabancı misafiri de İran dini lideri Hameney’in danışmanı Ali Ekber Velayeti’ydi. Velayeti Suriye ziyareti sırasında Şam rejiminin bundan sonraki “hedefleri” olarak İdlib bölgesi ile (ABD destekli) PYD/YPG’nin kontrolü altındaki Fırat’ın doğusundaki bölgeleri işaret ederek Suriye iç savaşını Şam rejiminin kazanmakta olduğu konusunda Tahran’da hiçbir “tereddüt” olmadığını da gösterdi.
Gerçekten BM dünya barışını korumakta başarısız ve bu önemli uluslararası kuruluşun üyeleri sivil halka karşı kimyasal silah kullanılması gibi uluslararası hukukun açıkca ihlal edildiği bir olayda bile ortak hareket edemiyorlar.
Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Başbakan olduğu dönemden bu yana, bu durumu gündeme getiriyor. Cumhurbaşkanı’nın “Dünya Beşten Büyüktür” ifadeleri BM Güvenlik Konseyi’nin yapısına yöneltilen bir eleştiri. Güvenlik Konseyi BM’nin en önemli karar alma organı. Ancak mevcut yapısı nedeniyle “dünya barışını koruma görevini” yerine getiremiyor, BM’ye yönelik eleştirilerin odak noktası oluyor.
BM İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuş uluslararası bir örgüt. Bugün 193 üyesi var. Tarımdan, turizme, bilim ve kültürden sağlığa ve çevre sorunlarına kadar çok sayıdaki yan kuruluşuyla ülkeler arasındaki işbirliğini sağlamaya ve dünya üzerindeki “düzeni” korumaya çalışıyor. Çok çeşitli alanlardaki yan kuruluşlarına rağmen BM’nin iki ana organı Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul.
BM Genel Kurulu’nda bütün ülkeler temsil ediliyor ve her ülkenin bir oyu var. Kararlar konunun önemine göre basit çoğunlukla veya üçte iki çoğunlukla alınıyor. BM Güvenlik Konseyi’nin ise 15 üyesi var. Bunların 5’i daimi üye, 10’u ise 2 yıllık görev süresi için, BM içindeki coğrafi dağılıma göre BM Genel Kurulu tarafından seçiliyor. BM Güvenlik Konseyi üye ülkelerin yarısından fazlasının (9) olumlu oyuyla karar alıyor.
Ancak, daimi üyelerin (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin) veto yetkisi var. Yani BM Güvenlik Konseyi’nin bir karar alabilmesi için 5 daimi üyenin de bu karara olumlu oy vermesi (veya çekimser kalması) gerekiyor. Bir daimi üye (tek olarak bile) Güvenlik Konseyi’nin karar almasını engelleyebiliyor. Yani BM örgütünü paralize edebiliyor. İşte sorunun temelinde büyük ölçüde 5 ülkenin bu veto yetkisi yatıyor. ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin milli menfaatlerinin gerektirdiğini düşündüklerinde veto yetkilerini kullanmaktan çekinmiyorlar ve BMGK’nin karar almasını engelliyorlar.
BM Yasası dünyada barışın korunması yetkisini Güvenlik Konseyi’ne vermiş. Güvenlik Konseyi’nin kararları üye ülkeler için bağlayıcı. BM Genel Kurulu ise senede bir kez (Eylül ayında) toplanıyor. Bütün konuları görüşebiliyor. BM üyesi ülkelerin liderleri BM Genel Kurulu’na gelerek birer konuşma yapıyorlar, ülkelerinin her konudaki görüşlerini dünya kamu oyunun dikkatine getirebiliyorlar. BM Genel Kurulu’nun sorunu ise aldığı kararların bağlayıcı olmaması. BM Genel Kurul kararları daha çok BM üyesi ülkelerinin bir konuda ne düşündüklerini gösteriyor. Yani dünya kamuoyunun uluslararası sorunların çözümleri konusundaki eğilimlerini yansıtıyor.
BM Güvenlik Konseyi’nin (bir konuda) veto yetkisi nedeniyle karar alamaması durumunda, BM üyesi ülkelerin o konuyu BM Genel Kurulu’na taşımaları ve Genel Kurul’u “olağanüstü” toplantıya taşımaları mümkün. Ancak Genel Kurul kararları bağlayıcı olmadığı için, alınacak kararın etkisi yaratacağı “moral” güçle bağlantılı kalmak durumunda.
BM örgütü İkinci Dünya Savaşı’nın hemen bitiminde savaşın galipleri tarafından kurulmuş ve o dönemdeki uluslararası “güç dengesini” yansıtıyor. Yani savaşın galiplerinin artan gücünü aksettiriyor ve onların menfaatleri doğrultusunda dünya “barışının” ve uluslararası “düzenin” devamını hedef alıyor. Bu çercevede BM Yasası dünya barışını koruma gibi önemli bir görevi (BM üye sayısının artmasıyla artık coğrafi temsili de yapamayan) kısıtlı (15) üyeli bir konseye bırakmış ve savaşın galiplerine bu konseyde devamlı ve ayrıcalıklı bir yer vermiş.