Oğuz Çelikkol

Türkiye’nin güney sınırının güvenliği

7 Haziran 2018
Bu hafta başında Türkiye ve ABD Dışişleri Bakanları arasında Vaşington’da yapılan görüşme Menbiç konusunda bir anlaşmanın ortaya çıkmasını sağladı. PYD/YPG’nin Menbiç’ten çekilmesini, şehirde yeni bir güvenlik sistemi ve yönetim kurulmasını öngören bir yol haritası üzerindeki bu anlaşma, uygulandıktan sonra, Fırat Nehri’nin batısındaki Suriye toprakları PYD/YPG varlığı ve kontrolünden tamamen temizlenmiş olacak.

PYD/YPG’nin Fırat Nehrinin batısına geçmemesi Türkiye’nin uzun bir zamandan beri ortaya koyduğu bir istekti. Türkiye’nin bu talebinin arkasında (Kuzey Suriye’deki) PYD/YPG kontrolünün Akdeniz’e doğru genişlemesinin ve (ABD desteği altında) Kuzey Suriye’deki PYD/YPG yapılanmasının devletleşme yönünde gelişmesinin önlenmesi endişesi yatıyordu.

Türkiye askeri gücünü ve diplomasisini başarılı bir şekilde kullanarak amaçlarına ulaşma yönünde önemli ilerleme sağlamış görünmektedir. Bir süre önce Cerablus-Bab bölgesinin, kısa bir süre önce Afrin’in ve şimdi de (birkaç ay içinde) Menbiç’in PYD/YPG’den temizlenmesi Ankara’nın askeri ve diplomasi gücünü (bir arada) başarılı bir şekilde kullanmasının bir sonucudur.

Türkiye, PYD/YPG’nin (büyük ölçüde ABD ve bir ölçüde Fransa’nın askeri desteğiyle) Suriye’deki genişlemesini ve kontrolünü önleyebilmek amacıyla iki büyük askeri operasyon yapmak zorunda kalmıştır. Bu askeri operasyonlardan ilki (Fırat Kalkanı Operasyonu) PYD/YPG’nin Cerablus ve El-Bab’ı ele geçirerek kontrolü altındaki bölgeleri (Fırat Nehrinin batısında Türkiye’nin Hatay sınırındaki Afrin’e kadar) genişletmesini ve (Hatay’a kadar) Türkiye-Suriye sınırının hemen tamamının PYD/YPG kontrolüne girmesini önlemiştir. Türkiye’nin DEAŞ’a karşı yürüttüğü bu operasyonun PYD/YPG kadar Vaşington ve Paris gibi (Batı) başkentlerinde de (en azından bu başkentlerdeki bazı çevrelerde) şaşkınlık (ve hatta kızgınlık) yarattığını söylemek mümkündür.

Fırat Kalkanı Operasyonu bir yandan Türkiye’nin PYD/YPG konusunda kararlılığını ortaya koymuş, diğer yandan Türkiye’nin Suriye’nin geleceği konusunda rol oynama isteğini ve Türkiyesiz Suriye sorununu çözmenin imkansızlığını göstermiştir. Fırat Kalkanı Operasyonu’ndan sonra Türkiye ile Rusya arasında Suriye konusundaki işbirliğinin ve Moskova’nın (Suriye’de) Türkiye’nin rolüne verdiği önemin arttığı izlenmektedir. Ancak bu askeri operasyondan sonra da (Suriye politikasını Pentagon’a bıraktığı izlenimini veren) Vaşington’un hala PYD/YPG konusunun, Suriye sınırının güvenliğinin ve Suriye’nin geleceğinin Ankara için önemini anladığı yönünde işaretler ortaya çıkmamıştır.

Bu dönemde Vaşington’dan gelen Suriye’den çekileceğiz çekilmeyeceğiz çelişkili açıklamalarının, PYD/YPG’ye verilen ağır silahların, ABD’nin Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasi birliği konusundaki çelişkili tutumunun Ankara’dan tedirginlikle izlendiği açıktır. Vaşington’un, (DEAŞ’la mücadele gerekçesiyle PYD/YPG Fırat’ın batısına geçirilerek Menbiç’i ele geçirmesi sağlanırken) Türkiye’ye verdiği sözleri yerine getirilmemesi Ankara’da büyük hayal kırıklığı yaratmıştır. Ankara ile Vaşington arasında (Suriye bağlamında) ciddi bir güven bunalımı ortaya çıkmış, bir Pentagon sözcüsünün PYD/YPG’ye (amacının ne olduğu anlaşılmayan) bir sınır gücü (ordusu) kurdurulacağını açıklaması Ankara’da (adeta) bardağı taşıran son damla olmuştur.

Türkiye’nin Suriye’deki ikinci askeri operasyonu (bu kez uzun bir sürenden beri) PYD/YPG’nin elinde bulunan Afrin bölgesinde gerçekleştirilmiş, bölge kısa bir sürede PYD/YPG’den temizlenmiş ve Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) kontrolüne geçmiştir. Böylece (daha önce) ÖSO’nun kontrolünde bulunan Azez’e Cerablus-Bab bölgesi ile Afrin de eklenmiş; Türkiye’nin desteklediği ÖSO Fırat’tan Hatay’ın güneyindeki (Şam rejiminin kontrolündeki) bölgeye kadar Fırat Nehri’nin batısındaki tüm Türkiye-Suriye sınırını kontrol etmeye başlamıştır. Bugün Suriye’nin kuzeyinde büyük bir alan (Afrin, Azez, Cerablus, El Bab) ÖSO’nun kontrolü altındadır.

Afrin operasyonunun oldukça kısa bir zamanda, kayıplar büyümeden başarıyla bitirilmesinin Suriye politikalarını PYD/YPG’ye bağlayan Vaşington ve Paris gibi bazı başkentlerdeki bazı çevrelerde şaşkınlık yarattığı izlenmiştir. Afrin operasyonu bir yandan Türkiye-Suriye sınırının güvenliğini büyük ölçüde arttırırken, PKK’lı teröristlerin (oldukça dağlık bir bölge olan) Afrin’den Türkiye’ye (Hatay ilimize) sızmalarının önlenmesine de büyük katkı sağlamış; diğer yandan Türkiye’nin Suriye’deki kararlılığını ve oynadığı rolü de açıkça ortaya çıkartmıştır. Afrin operasyonunun diğer önemli bir sonucu da Ankara ile Moskova arasında (Suriye bağlamında) artan askeri ve siyasi işbirliği ve eşgüdüm olmuştur.

Türkiye’nin İdlib çatışmasızlık bölgesinde oynadığı rol, kurduğu gözlem noktaları ve askeri varlığı da dikkate alınınca, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde olan (askeri) mevcudiyetinin boyutları daha da büyümektedir. Bu durumun (sahadaki varlığının) Türkiye’ye (karmaşık) Suriye sorununun görüşmelerle siyasi çözümü konusunda daha fazla rol oynamak imkanı tanıdığı, Türkiye’nin (Suriye’de siyasi çözümde) elini güçlendirdiği açıktır.  Türkiye bugün Suriye konusunda devam eden iki siyasi çözüm sürecinde de (Cenevre ve Astana) aktif rol oynamaktadır.

Yazının Devamını Oku

Etnik temizlik ve rohingalar

5 Haziran 2018
Uluslararası hukuka göre etnik temizlik büyük bir suçtur. Myanmar’da Rohingalara karşı etnik temizlik yapıldığı konusunda bugün uluslararası alanda genel bir kanı artık oluşmuş bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler’de alınan kararlar, BM yetkililerinin ifadeleri, BM üyesi bazı ülkelerin yaptığı resmi açıklamalar uluslararası alanda bu yönde ortaya çıkan inancı açıkça göstermektedir.

Eski adıyla Burma olan Myanmar’da 2017 yılı Ağustos ayından önce yaklaşık 2.3 milyon Müslüman yaşamaktaydı. Myanmar’da Müslüman azınlık toplam nüfusun % 4.3 kadarını teşkil ediyor ve ülkenin batısında yer alan Rakhayn (Arakan) Eyaletinde yaşıyordu. Myanmar Müslüman azınlığı iki gruptan (Kamanlar ve Rohingalar) oluşmaktadır.  Rohingaların nüfusunun yaklaşık 1.1 milyon, Kamanların sayısının ise 1.2 milyon kadar olduğu tahmin edilmektedir.

Rohingalara karşı Myanmar’da ayrımcılığın geçmişi 1960’lara, ülkedeki askeri rejim dönemine kadar uzanmaktadır. Rohingalara karşı Myanmar’da uygulanan sistematik ayrımcılığın dönüm noktası ise 1982 yılında kabul edilen Vatandaşlık Kanunu’dur. Vatandaş olma kriterini etnik aidiyet temelinde formüle eden bu kanuna göre (İngiliz sömürge döneminde, 1800’lü yıllarda, Arakan bölgesine göç ettiği kabul edilen) Rohingalar (Myanmar devleti tarafından) resmen tanınan etnik gruplar arasından çıkartılmıştır.

Myanmar makamları Rohingaların elinden (1982 Vatandaşlık Kanunu çıkartıldıktan sonra) aşamalı olarak kimliklerini ve pasaportlarını almışlar, Myanmar vatandaşlıkları kaybettirilen Rohingalar zaman içinde devletsiz duruma düşürülmüşlerdir. Rohingalara yönelik olarak daha sonraki yıllarda, hamiline sadece yasal ikamet izni taşıyan beyaz kart uygulaması başlatılmış, bu uygulama çerçevesinde Rohingalar seçme ve seçilme hakkını kullanabilmişlerdir.

Ancak 2010 yılından sonra Rohingalar üzerinde Myanmar baskısı artmaya başlamış, Rohingaların tüm seçme ve seçilme hakları ellerinden alınmıştır. Rohingalara karşı ayrımcılık 2012 yılından itibaren şiddet olaylarına dönüşmüş, ilk önce (Budist) Rakhaynların (Müslüman) Rohingalara saldırılarıyla toplumsal çatışmalar şeklinde başlatılan şiddet olayları, daha sonra Myanmar ordusunun katılmasıyla (Rohingalara yönelik) düzenli bir etnik temizlik düzeyine çıkmıştır.

1989 Yılına kadar Burma adıyla bilinen Myanmar büyüklüğü 676 bin kilometre kare olan, 53 milyon nüfuslu bir Güney Doğu Asya ülkesidir. Nüfusunun büyük çoğunluğu Budist olan Myanmar’da 100 civarında etnik grup yaşadığı tahmin edilmektedir. Myanmar nüfusu etnik ve din esasında büyük ölçüde bölünmüş olup,  en büyük grubu Bamarlar (Burmanlar) oluşturmakta (nüfusun % 68 kadarı), diğer büyük grup olan Şanlar (%9) ve Karenler (%7) ülkenin Kuzeydoğu bölgelerinde yaşamaktadır. Ülke nüfusu din temelinde de (Budistler % 87.9 Hristiyanlar % 6.2 ve Müslümanlar % 4.3 civarında) bölünmüştür.

Myanmar 1886-1948 yılları arasında İngiliz yönetimi altında kalmış, İkinci Dünya Savaşı sırasında (1942-44 yılları arasında) Japon işgaline uğramıştır. Myanmar’ın İngilizlerden bağımsızlığını kazandığı tarih ise İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1948 yılındadır. Myanmar bağımsızlıktan sonra 1948-1962 yılları arasında daha demokratik yönetimlerle idare edilmiştir. Bu dönemde Rohingaların da Myanmar’daki diğer etnik gruplarla aynı statüye sahip oldukları kabul edilmiş, Rohingalar (Myanmar vatandaşı olarak) haklarını kullanabilmişler, (az sayıda da olsa) Rohinga kökenli kişiler Myanmar parlamentosuna üye seçilebilmişlerdir.

Ancak Myanmar 1962-2011 yılları arasında askeri rejimler dönemine girmiştir. Bu askeri rejim dönemlerinde Rohingalara karşı ayrımcılık da giderek artmış ve kurumsallaştırılmıştır. Bu yıllar Myanmar merkezi hükümetinin diğer etnik ve dini gruplarla da ilişkilerinin bozulduğu; Kaçin, Şan ve Karen gibi etnik ve dini azınlıkların merkezi Myanmar yönetimine karşı ayaklanmalarının silahlı çatışmalara dönüştüğü bir dönemdir. Myanmar’da azınlıklarla süren iç savaşlarda çok sayıda kişi sınırı aşarak (Myanmar’ın doğu komşusu) Tayland’a sığınmak zorunda kalmıştır. Tayland’daki “Mae La” mülteci kampında 50.000 üzerinde (çoğunluğu Karen azınlığına mensup olan) sığınmacı yaşamaktadır.

Myanmar, askeri yönetimler döneminde, uluslararası alanda oldukça izole olmuş, Batı Dünyası ile ilişkileri bozulmuş, bu dönemde (ülkenin kuzey komşusu) Çin Halk Cumhuriyeti Myanmar’ın tek dış destekçisi ( ve ekonomik ortağı) durumuna gelmiştir. Yine bu dönemlerde Myanmarlı siyasetçi Aung San Suu Kyi uluslararası alanda ön plana çıkmış, ülkesinde demokrasi savunucusu olarak dış ilgiyi toplamaya başlamış, Bayan Aung San Suu Kyi 1991 yılında da Nobel Barış Ödülünü kazanarak Dünya çapında tanınan kişi haline gelmiştir.

Yazının Devamını Oku

Kıbrıs sorunu ve Kıbrıs Türk toplumunun geleceği

31 Mayıs 2018
Kıbrıs çok uzun bir zamandan beri devam eden bir sorun. Kıbrıs sorununun başlaması 1950’lı yıllara kadar uzanıyor. Adada etnik kökeni, dini ve dili birbirinden farklı iki toplum yaşıyor. Bugün Ada ikiye bölünmüş durumda. Kuzeyde Kıbrıs Türk Toplumunun kuruduğu bir devlet, Güneyde ise Kıbrıs Rum Toplumunun ayrı bir devleti var.

Geçen hafta sonunda Bahçeşehir Kıbrıs Üniversitesi’nin davetlisi olarak Kıbrıs’taydım. Üniversite’de yapılan yuvarlak masa toplantısında Orta Doğu’yu, Orta Doğu’da meydana gelen gelişmeleri konuştuk. Kıbrıs’a son olarak yıllar önce gitmiştim. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde, Kıbrıslı Türklere uygulanan bütün yaptırımlara karşı, ciddi bir ekonomik gelişme meydana geldiğini, Kuzey’le Güney arasındaki ekonomik kalkınma farkının önemli ölçüde kapanmakta olduğunu izlemekten memnun oldum.

Kıbrıs Türk ve Rum toplumları arasında hiç de “mutlu” olmayan son 70 yıla yayılan “sorunlu” bir geçmiş var. Lefkoşe’de iken bu “acı” geçmişin simgelerinden biri haline gelen Barbarlık Müzesi’ni de gördüm. Barbarlık Müzesi 24 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı Doktoru Binbaşı Dr. Nihat İlhan’ın eşi Mürevvet İlhan ve çocukları Murat, Kutsi ve Hakan ile ev sahibesi Feride Güdüm’ün Kıbrıslı Rum çete üyeleri tarafından katledildiği evde kurulmuş. Bugün bu Müze Kıbrıs Türklerinin acı geçmişi ve Kıbrıslı Rumlara niye güvenmemeleri gerektiğini hatırlatan bir simge. Esasen Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türklere acı geçmişi hatırlatan başka birçok simge var.

Tarihe Kanlı Noel olarak geçen 24 Aralık 1963 Kıbrıs için dönüm noktası olan tarihlerden biridir. 21 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıslı Rumlar tarafından Kıbrıslı Türklere karşı başlatılan saldırılar ve şiddet olayları esasen 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkmayı amaçlamıştır. Uzun müzakerelerden sonra Kıbrıs’taki ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki dengeler dikkate alınarak kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti sadece 3 yıl kadar yaşayabilmiştir. Kurulmasından hemen sonra (o dönemdeki) Kıbrıs Rum liderliğinin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni sadece bir geçiş dönemi olarak gördüğünü, Kıbrıslı Rumların Kıbrıs’ı tek başına yönetme, Kıbrıs Türklerini (yönetecekleri) bir azınlık statüsüne indirme ve sonuçta Enosis’i sağlama amaçlarından vazgeçmedikleri ortaya çıkmıştır.

Kıbrıs sorunu 1950’lı yıllarda Kıbrıslı Rumların Enosis (Yunanistan’la birleşme) talepleriyle ortaya çıkmıştır. İngiltere yönetimi altındaki Adada Kıbrıslı Rumlar tarafından başlatılan ve EOKA terör örgütünün kurulmasından sonra İngiliz manda yönetimine ve Kıbrıslı Türklere yönelik şiddet olaylarına dönüşen gelişmeler, Kıbrıslı Türklerinin de Taksim (Adanın bölünmesi) istekleriyle bir iç savaşa sürüklenme eğilimine girmiştir. Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve Adadaki iki toplum arasında 1955’lerin ortalarında başlayan görüşmeler sonuçta 1959 ve 1960 Zürih ve Londra Anlaşmalarını getirmiştir.

Kıbrıs Cumhuriyeti’ni doğuran Anlaşma ve bu Anlaşmaya eklenen Garanti ve İttifak Anlaşmaları 1959 yılında Türkiye ve Yunanistan arasında ilk önce Zürih’te, daha sonra da İngiltere’nin de katılımıyla (üçlü olarak) Londra’da imzalanmıştır. “Kuruluş, İttifak ve Garanti” Anlaşmaları 16 Ağustos 1960 tarihinde Kıbrıs, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından (tekrar) imzalanmış ve “Kıbrıs Cumhuriyeti” kurulmuştur.

Adadaki iki toplumun eşitliği ve ortaklığı üzerine kurulan Kıbrıs Cumhuriyetini bitiren gelişme ise Kıbrıslı Rumların Kıbrıs Anayasası’nda revizyon isteyen 13 maddelik bir değişiklik önerisini gündeme getirmeleri ve Kıbrıs Türklerini bu değişiklikleri kabul etmeye zorlamaları olmuştur. Kıbrıs Türklerinin Anayasadaki eşit statüsünü ortadan kaldırmayı hedef alan bu değişik önerilerini reddetmeleri üzerine, Kıbrıslı Rumlar (daha önce hazırlandığı sonradan ortaya çıkan bir plan çerçevesinde) 21 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıslı Türklere karşı yoğun bir saldırı başlatmışlar, Kıbrıslı Türkler evlerini terk ederek belirli bölgelere kaçmak zorunda bırakılmışlardır.

Daha sonra 1966 yılında Makaryos ile Grivas arasında Enosisin nasıl sağlanması gerektiği konusunda ortaya çıkan anlaşmazlıkların büyüdüğü bir sırada, Kıbrıs Rum kesimindeki bir gazetenin yayınladığı “Akritas Planı” 1963 Aralık ayındaki Rum saldırılarının ayrıntılı bir şekilde ve daha önce planlanan bir komplo çerçevesinde gerçekleştiğini ortaya çıkartmıştır. Rumların amacının Kıbrıslı Türklere yönelik etnik bir temizlik gerçekleştirmek ve Kıbrıslı Türkleri hükümet ve meclisten uzaklaştırarak devleti ele geçirmek olduğu açıkça görülmektedir.

Her ne kadar Türkiye’nin (1964 yılındaki Johnson mektubuna rağmen) 1965 Ağustos ayında Kıbrıs’ta Erenköy bölgesinde Kıbrıs Türklerini hedef alan saldırıda bulunan Kıbrıs Rum kuvvetlerine karşı düzenlediği ve çok sayıda Türk jetinin katıldığı hava harekatı Rum saldırılarını durdurmada etkili olduysa da, sonuçta (1974 yılına kadar) Kıbrıs Türkleri Kıbrıs Rumlarının yoğun bir baskısı altında, çok zor şartlar altında yaşamak zorunda kalmışlardır. Kıbrıslı Rumların şiddet hareketleri ve güvenlik nedeniyle daha çok şehirlere ve adanın %3 kadarlık bir bölümünü teşkil eden küçük bölgelerine sıkıştırılan Kıbrıslı Türkler ağır bir siyasi, sosyal ve ekonomik bir ambargonun altına sokulmuştur. Bu dönemde Kıbrıs Rumlarının amacının Kıbrıslı Türklerin adadan göçünü sağlamak ve adada etnik temizlik olduğu anlaşılmaktadır.

Yazının Devamını Oku

Vaşington ve Tahran ile Tom ve Jerry

29 Mayıs 2018
Geçen hafta Orta Doğu’daki çatışma ortamını arttırıcı gelişmeler devam etti. ABD’nin İran Nükleer Anlaşmasından çekilme ve Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararlarının yarattığı sonuçlar bölge istikrarını olumsuz şekilde etkilemeyi sürdürdü.

İran Dini Lideri Hamaney’in Vaşington’u Tom ve Jerry hikayesindeki (hiçbir zaman başarılı olamayan) meşhur kediye benzetmesi ilgiçti. Hameney, ABD’nin (rejim değişikliğinden bu yana) İran aleyhine kurduğu bütün komploların amacının (İran’da) rejimi devirmek olduğunu, ancak (Tom ve Jerry hikayesindeki kedi gibi) başarısız olduğunu söyledi. Hamaney, ABD’nin İran’a karşı derin bir düşmanlık beslediğini, (rejim değişikliğinden bu yana) ABD’nin İran’a karşı yaptığı tüm saldırıların başarısızlıkla sonuçlandığını, Trump Yönetimi’nin (İran’a yönelik) son saldırısının da başarısızlığa mahkum olduğunu ifade etti.

Diğer ilginç bir benzetme de (Orta Doğu konusunda kitapları olan) Amerikalı gazeteci ve yazar Thomas Friedman’dan geldi. Friedman uluslararası bir televizyon kanalında ABD Büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Kudüs’e taşıması nedeniyle 14 Mayıs tarihinde yapılan töreni “diplomatik pornoya” benzetti. Friedman, (İsrail Cumhurbaşkanı ve Başbakanı ile Amerikan Maliye Bakanı, Trump’ın kızı ve damadının da katıldığı) törene Amerikalı önde gelen evangelist liderlerin katılmasını ve törende konuşma yapmalarını eleştirerek, Trump’ın aklındaki esas hususun iç politika (ve evangelist oy tabanını tatmin etmek) olduğunu vurguladı.

ABD’nin İran Nükleer Anlaşması’ndan çekilmesinden sonra, Vaşington-Tahran hattında en önemli gelişme ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun ABD’nin İran’dan yerine getirmesini istediği 12 hususu açıklaması oldu. Pompeo (Tahran ABD’nin isteklerini yerine getirmezse) ABD’nin İran’a yoğun yaptırımlar uygulayacağını (İran’ı şiddetle cezalandıracağını) ifade etti. İran Dışişleri Bakanı Zarif, Cumhurbaşkanı Ruhani ve (nihayet) Dini lider Hamaney ise bu istekleri kabul etmeyeceklerini (ABD’ye yönelik sert sözlerle) açıkladılar.

Esasında Pompeo’nun İran’dan yapmasını istediği hususlar yeni değildir ve Trump Yönetimi’nin uzun zamandan beri İran’a yönelttiği eleştirilerdir. Başkan Trump ABD’yi İran Nükleer Anlaşması’ndan çekerken bu hususları neden olarak göstermiştir. Vaşington’un İran’a yönelttiği 12 isteği üç grupta toplamak mümkündür. Bu isteklerin ilk grubunda İran’ın nükleer ve füze programlarının tam olarak durdurulması gelmektedir. ABD, her şeyden önce,  Tahran’dan İran nükleer programının önceki askeri boyutlarının tam bir dökümünü Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na bildirmesini ve bu çalışmaları daimi olarak sonuçlandırdığını kanıtlamasını; (ağır su reaktörünün kapatılması da dahil) uranyum zenginleştirmeye son vermesini ve plütonyumu yeniden işlemeden vazgeçmesini; ülkedeki bütün nükleer tesislere (askeri üsler dahil) Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın girmesine izin vermesini istemektedir.

ABD için İran’ın füze programının durdurulması da önemlidir. Tahran’dan istenilenler arasında İran’ın yeni balistik füzeler üretmekten vazgeçmesi, nükleer kabiliyeti olan füzelerin geliştirilmesi ve üretilmesi programlarına son vermesi de vardır. Vaşington Tahran’dan “sahte iddialarla” tutuklanan veya kendilerinden haber alınamayan bütün ABD ve ABD’nin “müttefiki” veya “ortağı”” olan ülkelerin vatandaşlarını serbest bırakılmasını da talep etmektedir.

ABD’nin Tahran’a yönettiği diğer istekler, İran’ın bölgesel politikalarıyla ilgili ve İran dış politikasını kontrol altına almayı amaçlamaktadır. Vaşington, Tahran’ı 4 bölge ülkesine (Irak, Suriye, Yemen ve Afganistan) müdahale etmeyi durdurmaya çağırmaktadır. Vaşington’a göre İran, Irak hükümetinin egemenliğine saygı göstermeli, Irak’taki Şii milislerin silahsızlandırılması ve yeniden entegrasyonuna izin vermeli; Yemen’deki Hutsi milislere desteğini kesmeli, Yemen’de barışçıl siyasi bir çözüm için çalışmalı; Suriye’deki kendi komutası altındaki tüm güçleri çekmeli; Afganistan’ın iç işlerine karışmayı durdurmalı, bu ülkede Taliban’a ve diğer teröristlere desteği kesmeli, El Kaide’ye sığınak olmaktan vazgeçmelidir.

ABD’nin 12 isteği içinde İran’ın Hizbullah, Hamas ve Filistin İslami Cihadı başta olmak üzere Orta Doğu’daki “terör örgütlerine” destek vermemesi, Devrim Muhafızları Kudüs Gücü’nün terörist ve militan ortaklarına desteğini kesmesi de bulunmaktadır. ABD, İran’dan çoğu ABD’nin müttefiki olan komşularına yönelik tehditkar davranışlarına son vermesini, İsrail’e yönelik tehditlerini ve Suudi Arabistan’a  (Yemen’den)  füze atışlarını durdurmasını da istemektedir.

İran, ABD Dışişleri Bakanı tarafından ortaya konulan bu 12 talebi hemen reddetmiştir. Önümüzdeki günlerde ABD’nin İran’a yönelik yaptırımların arttırması, Vaşington ile Tahran arasındaki gerginliğin giderek büyümesi beklenmektedir. Trump Yönetimi’nin ABD’yi İran Nükleer Anlaşmasından çekmesi ve daha sonra İran’a yönelik açıkladığı 12 talep, Vaşington’un iki bölgesel müttefiki İsrail ve İran tarafından kuvvetle desteklenmiştir. Bu çerçevede Orta Doğu’da tırmanacak Vaşington-Tahran çatışmasına İsrail ile Suudi Arabistan’ın (ve yerel müttefiklerinin) aktif bir şekilde katılması kaçınılmaz olacaktır.

Yazının Devamını Oku

Filistin sorunu ve Türkiye-İsrail ilişkileri

24 Mayıs 2018
Türkiye-İsrail ilişkilerinin geçmişine baktığımız zaman bu ilişkilerin başından itibaren Filistin sorunundan etkilendiğini görürüz.

Türkiye-İsrail ilişkilerinde gözlemlediğimiz inişler ve çıkışlar İsrail-Filistin ilişkilerinin gelişimine büyük ölçüde bağlı olmuştur. Bu durumun temelinde Türk kamuoyunun hemen her kesiminde Filistinlilere duyulan yaygın sempati ve verilen destek bulunmaktadır.

Esasen baktığımızda temelde Türkiye’nin Filistin konusundaki görüşleri Filistin sorununun nasıl çözümleneceği konusundaki uluslararası toplumun beklentilerinden farklı değildir. Bu bugün için de geçerlidir. Türkiye, Filistin sorununun “iki devletli çözümle”, İsrail’le barış içinde yaşayacak bir Filistin Devletinin kurulmasıyla, barış masasında çözümlenmesini istemekte, bu Filistin Devleti’nin 1967 savaşı öncesi sınırlar içinde kurulmasını ve başkentinin Doğu Kudüs olmasını istemektedir.

“İki Devletli Çözüm” Batı Avrupa ülkelerinin ve (Trump Yönetimine kadar) ABD’nin de desteklediği bir hal tarzıdır. Arap ülkeleri de (2002 yılında kabul edilen Arap Ligi Planı’yla) “iki devletli çözümü” desteklemektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin Filistin sorununun çözümü konusundaki tutumu ile Batı Avrupa ülkeleri ve (Trump Yönetimi’nin İktidara gelmesine kadar) ABD’nin görüşleri arasında temelde farklılık bulunmamaktadır.

Bugün Filistin sorununun çözümünde karşılaşılan en büyük engel (son on yıla yakın bir dönemde) Netanyahu Başbakanlığındaki İsrail Hükümetlerinin (uluslararası beklentileri hiçe sayarak) gerçek bir “iki devletli çözümden” uzaklaşmaları ve (adil bir çözüm yerine) Batı Şeria’da (İsrail) genişleme politikalarını uygulamaya ağırlık vermeleridir. Son olarak Filistin sorununun yine uluslararası gündemin ön planına taşıyan gelişme ise Trump Yönetiminin (kendisinden önceki ABD Yönetimlerinin uyguladığı politikalardan ayrılarak) Başbakan Netanyahu’nun uzlaşmaz ve çözümü bir kenara bırakarak genişlemeyi (toprak kazanmayı) ön plana çıkartan politikalarını desteklemek için harekete geçmesi olmuştur.

Başkan Trump’ın Kudüs “kararını” açıklamasından sonra Başbakan Netanyahu “alelacele” (AB yetkilileriyle görüşmek amacıyla) Brüksel ile (AB’nin iki önemli üyesinin başkentleri) Paris ve Berlin’i ziyaret etmiş, Avrupa ülkelerinin de Tel Aviv’deki Büyükelçiliklerini Kudüs’e taşımalarını (Kudüs’ün statüsünü değiştirmeye yönelik Trump Yönetimi kararlarını desteklemelerini) istemiş, ancak ret cevabı almıştır. AB yetkilileri gibi Almanya ve Fransa liderleri de Netanyahu’ya “iki devletli çözümü” ve 1967 öncesi sınırlarda başkenti Doğu Kudüs olacak bir Filistin Devletini desteklediklerini söylemişlerdir.

Filistin sorununun nasıl çözümlenmesi gerektiği konusunda Ankara ile Batı Avrupa başkentleri arasında temelde önemli bir fark bulunmamasına rağmen, İsrail’in uzlaşmaz tutumuna ve Filistinlilere uyguladığı (katliamlara dönüşen) şiddete karşı gösterilen tepkide farklar olduğu da açıktır. Ankara, İsrail’in Filistinlilere karşı uyguladığı şiddete, (işgali altında tuttuğu) Batı Şeria’da Filistin halkına karşı uluslararası hukuka aykırı olarak yaptığı uygulamalara ve Gazze’yi (yine uluslararası hukuka aykırı olarak) bir açık hava cezaevine çevirmesine en sert ve sesli tepkiyi gösteren başkentler arasında yer almaktadır.

AB ve Batı Avrupa (“iki devletli çözümü” desteklemekle beraber) İsrail’in barışçı (ve masa başında varılacak bir çözümden) giderek uzaklaşmasına, Filistin halkına karşı uyguladığı şiddete tepkisiz (pasif) kalırken, Türkiye bu gelişmelere sert ve sesli tepkiler vermeye devam etmektedir. Ankara, (özellikle son dönemlerde) İsrail politika ve uygulamalarının tekrar gerçek bir “iki devletli çözüme “ doğru çekilebilmesi, İsrail’in Filistinlilere karşı uyguladığı şiddete son vermesi için İsrail üzerinde uluslararası baskı uygulanması ve uluslararası toplumun harekete geçirilmesi yönünde de önde bir rol oynamaya başlamıştır.

Türkiye’nin ilişkileri 1948 yılında, İsrail Devleti’nin ilanından bir müddet sonra başlamış, Türkiye İsrail’i tanıyan ilk bölge ülkesi (ve nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ilk ülke) olmuştur. 1947 yılındaki Birleşmiş Milletlerin Filistin’i taksi planına olumsuz oy kullanan 13 ülke arasında olmasına rağmen Türkiye’nin (kısa bir süre sonra) İsrail’i tanıması, İsrail’le diplomatik, siyasi ve ekonomik ilişkiler kurması, o dönemde Türkiye’nin Batı Dünya’sı ile iyi ilişkiler kurma gayretlerinin bir parçasıdır. Nitekim Ankara’nın İsrail’i tanıma kararının Türk Dışişleri Bakanı’nın 1948 yılı ikinci yarısında Vaşington’a yaptığı ziyaretten sadece birkaç hafta öncesinde gelmesi, Türkiye’nin de ABD ile ilişkileri ve İsrail konusunda bir bağlantı kurduğunu göstermiştir.

Yazının Devamını Oku

Flistin sorununda dönüm noktaları

21 Mayıs 2018
Geçen hafta Gazze-İsrail sınırında meydana gelen ve İsrail’in aşırı şiddet kullanması sebebiyle büyüyen olaylarda çok sayıda Filistinli göstericinin hayatını kaybetmesi dikkatlerin bir kez daha Filistin sorununa çevrilmesine neden oldu.

Yine geçen hafta 15 Mayıs tarihinde İsrail kuruluşunun 70. yıldönümünü kutladı. Filistin sorunu esasen çok uzun bir zamandan beri devam ediyor. Başkan Trump’ın “Kudüs kararı” ve geçen hafta ABD’nin Tel Aviv’deki Büyükelçiliğini alelacele Kudüs’e taşıması, Filistin halkının İsrail işgaline karşı direniş kararlılığı uluslararası toplumu, Arap ve İslam Dünyası’nı Filistin’deki “gerçeklerle” tekrar karşı karşıya kalmak zorunda bıraktı.

Tarihi bir perspektiften Filistin sorununa baktığımızda, Filistin halkını bugünkü noktaya, topraklarını kaybeden, işgal altındaki bir ulus haline getiren tarihi gelişimde önemli dönüm noktaları olduğunu görürüz. Filistin sorunu Avrupa’da ortaya çıkan Zionist hareketin (19. yüzyılın başlarında) Filistin’i bir Yahudi Devleti kurmak için hedef  (toprak parçası) olarak seçmesiyle başlamıştır. Ancak bu dönemde Filistin nüfusu içinde Yahudilerin çok küçük bir azınlık olması (toplam Filistin nüfusunun %4’ü) ilk önce Filistin’e yoğun bir Yahudi göçünü (Filistin’in kolonileştirilmesini) zorunlu hale getirmiştir.

Bu dönemde (19. yüzyılın başında) Filistin’in Osmanlı toprakları içinde olması da Zionist hareket için (Filistin’in Yahudi nüfusuyla kolonileştirilmesi yönünde) bir engel olarak ortaya çıkmıştır. Zionist liderler Osmanlı yönetimini Filistin’e yoğun bir Yahudi göçü konusunda ikna etmeye çalışmışlar, ancak Osmanlılardan olumsuz yanıt almışlardır. Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulması yönünde en önemli dönüm noktası 1. Dünya Savaşı sırasında Filistin’in yönetiminin Osmanlılardan İngilizlere geçmesi olmuştur.

Daha Filistin bir İngiliz sömürgesi haline bile gelmeden (Filistin’de İngiliz manda yönetimi kurulmadan), İngiltere Filistin’de bir Yahudi “anayurdu” kurulmasını destekleyeceğini (o dönemin) İngiliz Dışişleri Bakanı’nın (İngiltere’deki Zionist bir lidere) yazdığı mektupta açıklamış, tarihe Balfour Deklerasyonu olarak geçen bu mektup Filistin sorununda bir dönüm noktası olmuştur. İki dünya savaşı ( 1. ve 2. Dünya Savaşları) arasındaki dönemde İngiliz yönetimi altındaki Filistin’e yoğun bir Yahudi göçü yaşandığı ve Filistin nüfusu içindeki Yahudi oranının hızla arttırıldığı görülmektedir.

İngiltere tarafından desteklenen ve Filistin’in Yahudileştirilmesini hedef alan bu yoğun göçe rağmen, 2. Dünya Savaşı sonrasında Filistin nüfusu içinde Yahudiler hala azınlıktadır. Buna rağmen savaşın hemen sonrasında Yahudiler Filistin’de devletlerini kurmak için harekete geçmişler, silahlı Yahudi kuruluşlarının hem Filistinli Araplara hem de Filistin’deki İngiliz sömürge (manda) yönetimine karşı silahlı saldırıları artmıştır. Yahudi silahlı kuruluşları tarafından yürütülen bu terör kampanyası arkasından İngiltere 1947 yılında Filistin sorununu ( o dönemde yeni kurulmuş ve tamamen Batılı ülkelerin kontrolü altındaki) Birleşmiş Milletlere (BM) taşımıştır.

Filistin sorununda önemli bir dönüm noktası da BM’nin 1947 yılında kabul ettiği Filistin’i taksim planıdır. Filistin’i topraklarını (%50’nın biraz üstünde) Yahudi ve (%50’ye yakın) Filistin Arap Devletleri olarak ikiye bölen ve Kudüs şehrine de uluslararası bir statü vererek yönetim kuran taksim planı BM’de (33 olumlu 13 olumsuz oyla) kabul edilmiştir. BM taksim planı Yahudiler tarafından kabul Araplar tarafından ise reddedilmiştir. BM taksim planını 1948 yılında patlak veren ilk Yahudi-Arap savaşı takip etmiş, savaşı Yahudiler kazanmış ve 15 Mayıs 1948 tarihinde İsrail devletinin kurulduğu ilan edilmiştir.

1948 Savaşı Filistinli Araplar için (her bakımdan) çok olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Bu nedenle Araplar bu savaşı Arapça “ büyük felaket” anlamına gelen “Nakba” kelimesiyle anmaktadır. 1948 Savaşının ilk sonucu İsrail Devleti’nin kurulması olmuştur. Savaş sırasında Yahudiler 1947 BM taksim planında Araplara ayrılan toprakların önemli bir bölümünü de kontrolleri altına almışlar ve İsrail Devleti taksim planında Yahudilere ayrılan ve savaş sırasında Araplardan alınan topraklar üzerinde ilan edilmiştir. Savaş sırasında taksim planının Araplara ayırdığı topraklar içinde bulunan Batı Yakası Ürdün’ün, Gazze ise Mısır’ın kontrolü altına girmiştir.

1948 Savaşı sırasında Kudüs şehri ikiye bölünmüş, şehrin (Harami Şerif’in de bulunduğu) eski kısmı Ürdün’ün, Batı Kudüs ise İsrail’in kontrolünde kalmıştır. 1948 Savaşının diğer bir sonucu da (savaş öncesinde) Yahudilerin kontrolüne geçen (İsrail Devleti’nin kurulduğu)  bölgelerde yaşayan Filistinli Arapların önemli bir bölümünün evlerini terk etmek zorunda kalmaları, (Ürdün’ün kontrolünde kalan) Batı Şeria ile (Mısır’ın kontrolünde kalan) Gazze ve komşu Arap ülkelerinde sığınmacı durumuna düşmeleri olmuştur. 1948 Savaşı sırasında evlerinden kaçmak zorunda kalan bu (700 binin üzerindeki) Filistinli Arap (bugün tarihi Filistin mandası toprakları dışında yaşayan ve 6 milyon civarında olduğu tahmin edilen) Filistin diasporasının da temelini teşkil etmiştir.

Yazının Devamını Oku

İsrail- İran ilişkileri ve Orta Doğu

17 Mayıs 2018
İsrail ile İran arasında ilişkiler geçen hafta tırmandı ve iki ülkenin Suriye’de devam eden sıcak çatışmasını da hızlandırdı. İsrail’in Suriye’deki İran askeri varlığı olarak tanıttığı hedeflere karşı düzenlediği hava operasyonlarının, Suriye iç savaşı başladığından bu yana, İsrail’in Suriye’de gerçekleştirdiği en şiddetli saldırılar olduğu bildirildi. İsrail bu hava saldırılarını İran güçlerinin (veya İran yanlısı Hizbullah’ın) Suriye topraklarından İsrail’in kuzey bölgelerine çok sayıda füze gönderilmesine bir misilleme olduğunu açıkladı.

Son bir iki ay içinde meydana gelen (ve aralarında Suriye-İsrail sınırı bölgesinde bir İran insansız hava aracının ve bir İsrail savaş uçağının düşülmesi, İsrail uçaklarının Lübnan üzerinden Suriye’deki askeri bir üsse düzenlediği füze saldırıları gibi arka arkaya gelen olayların da bulunduğu) karşılıklı misillemelerle tırmanan çatışmaları hatırlayanlar Suriye’de (kontrollü) bir İsrail-İran “savaşının” esasen başladığını düşünüyor.

İsrail ile İran arasındaki askeri çatışmanın tırmanmasının, Lübnan’da (9 yıl aradan sonra) 6 Mayıs tarihinde yapılan ve Lübnan Meclisi’nde Hizbullah’ın (ve seçimlerde ortaklık yaptığı partilerin milletvekili sayılarını arttırarak) en büyük blok olmalarıyla sonuçlanan genel seçimlerden ve Başkan Trump’ın ABD’yi İran Nükleer Anlaşması’ndan çekmesinden hemen sonraya rastlaması dikkat çekicidir.

İsrail, Lübnanlı grup Hizbullah’ı güvenliği için büyük bir tehdit olarak görüyor, Lübnan’da tek milis gücü bulundurmasına izin verilen “parti” durumundaki Hizbullah’ın (İran desteğiyle) güçlenmesinden endişe duyuyor. Lübnan’daki iç dengelerde zaten önemli bir rolü olan Hizbullah 2013 yılından bu yana Suriye’de Esad rejiminin “ayakta kalmasının” sağlanması bakımından da (İran’ın isteği doğrultusunda) etkili oluyor.

İsrail Hizbullah’ı zayıflatmak amacıyla geçmişte Lübnan’a birkaç kere müdahale etmişti. İsrail’in Lübnan’a 2006 yılında (İsrail-Hizbullah savaşı olarak da bilinen) askeri müdahalesi hala hatırlarda. İsrail Hizbullah’ın hem Lübnan iç politikasında hem de Suriye İç Savaşı’nda oynadığı etkili rolden tedirgin. Şii kontrolündeki Irak ve Esad kontrolündeki Suriye yoluyla Hizbullah’ın İran’la doğrudan kara bağlantısı kurulması da İsrail’in güvenliğini doğrudan ilgilendiriyor.

İsrail-İran ilişkilerinin zaman içinde aldığı yön ve iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişimi ilginçtir. İki ülke ilişkileri geçmişte her zaman “gergin” ve “kötü” olmamıştır. Gerçekten de İran, 1979’daki rejim değişikliğine kadar (Şah döneminde) İsrail’in bölgedeki en yakın “gayriresmi müttefiki ve ortağı” durumuna gelmiştir. İsrail’in kurulduğu 1948 yılından bu yana bakıldığında İsrail ile İran arasındaki ilişkiler oldukça ilginç bir gelişim göstermektedir.

İran, Birleşmiş Milletlerin 1947 Filistin Taksim plana 12 diğer ülkeyle birlikte (Mısır, Suriye, Suudi Arabistan, Irak, Lübnan, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Küba, Yunanistan, Suriye ve Türkiye)  olumsuz oy kullanmıştır. Ancak İran’ın Vaşington’la hızla artan bağlarına paralel olarak, Tahran İsrail’le de (resmiyete dökmeden ve açıklama yapmadan) ilişki tesis etmiş, iki ülke (adını koymadan) 1950 yılında diplomatik münasebet tesis etmişlerdir.

Her ne kadar İran ülke içinde doğan tepki nedeniyle İsrail’de açtığı “diplomatik misyonu” kısa bir süre sonra kapatmak zorunda kalsa da, Tahran’daki İsrail “diplomatik misyonu” görev görmeye devam etmiş, (ABD ile çok yakın ilişkiler kuran) İran Şahı Rıza Pehlevi 1960 yılında İran’ın İsrail’i tanıdığını (kamuoyu) önünde açıklamış, İran-İsrail ilişkileri 1960 ve 70’lı yıllarda hızla gelişmiştir. Ancak bu dönemlerde de iki ülke arasındaki ilişkiler “gizli” olmamakla beraber, “resmi olmayan” ve “gayriresmi” kelimeleriyle tarif edilmeye başlanmış, (iki ülke “Büyükelçi” düzeyinde ilişki kurmamakla beraber) “diplomatik”, “siyasi” ve “ekonomik” bağlarını hızla arttırmışlardır.

David Ben-Gurion 1961 yılında Tahran’ı ziyaret eden ilk İsrail Başbakanı olmuş, İran’la ilişkiler o zaman İsrail’in izlediği “Çevre Uygulaması” politikasında önemli bir başarı olarak ortaya çıkmış, İsrail Havayolları (El Al) Tel Aviv-Tahran arasında doğrudan uçuşlara başlamış, bu dönemde İsrail petrol ihtiyacının tamamını İran’dan sağlamıştır. İsrail sadece İran petrolünü (iç tüketimi için) almakla kalmamış, (Süveyş Kanalını devre dışı bırakmak amacıyla) Eylat-Aşkelon petrol boru hattını inşa etmiş ve İran petrolünü Kızıldeniz’den Akdeniz’e taşıyarak (boru hattından) gelir elde etmiştir.

Yazının Devamını Oku

Trump ve İran nükleer anlaşması

15 Mayıs 2018
Başkan Trump geçen hafta ABD’yi İran Nükleer Anlaşması’ndan çekti. Esasen Başkan Trump’ın Anlaşmaya karşı olduğu ve revize edilmediği taktirde Anlaşmadan çekilmek istediği uzun zamandan beri biliniyordu. Başkan Trump seçim kampanyasında da İran Nükleer Anlaşmasının “kötü” bir Anlaşma olduğunu, ABD’nin bu haliyle Anlaşmada kalmasını istemediğini birçok kez dile getirmişti.

ABD’nin İran Nükleer Anlaşmasından çekildiğini açıklamasından önce Fransa, Almanya ve İngiltere’nin Başkan Trump üzerinde (çekilmeme yönünde) “yoğun” bir lobi faaliyeti yapmaya çalıştığı izlendi. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Almanya Başbakanı Merkel ve İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson (arka arkaya) Vaşington’u ziyaret ettiler. Ancak Avrupalı liderlerin Trump’ı (Anlaşmada kalmaya) “ikna” çabaları “başarılı” olmadı.

Doğal olarak Vaşington’un çekilme kararına en büyük tepki İran’dan geldi. İran Cumhurbaşkanı Ruhani, Trump’ı sert sözlerle eleştirdi, İran Meclis’inde Amerikan bayrağı yakıldı. Ama sonuçta İran (şimdilik de olsa) Nükleer Anlaşmadan çekilmeyeceğini, diğer imzacı ülkelerin de istemesi (ve aynını yapması) halinde, Anlaşmayı uygulamaya devam edeceğini açıkladı. Cumhurbaşkanı Ruhani, İran Dışişleri Bakanlığı’na Nükleer Anlaşma’nın diğer imzacıları ülkeleriyle konuyu görüşme ve sonuçlandırma talimatı verdiğini bildirdi.

 Vaşington’un İran Nükleer Anlaşmasından çekilmesinin ABD’nin Avrupalı müttefikleri arasında da geniş bir tedirginlik ve tepki yarattığı görülüyor. Avrupalı liderlerde Trump Yönetimi altında ABD’nin önceden öngörülemeyen ve Avrupa’nın çıkarlarını dikkate almayan bir dış politika izlediği görüşünün giderek yaygınlaştığı anlaşılıyor. Avrupalı liderler Vaşington’un İran Nükleer Anlaşmasını “sabote etmekle”, sadece İran’ı değil, Avrupa ülkelerinin ekonomik çıkarlarını da hedef aldığını düşünüyorlar.

İran Nükleer Anlaşması’ndan (İran’a uygulanan ekonomik yaptırımların kalkmasından) en fazla çıkar sağlayan ülkelerin Avrupa Birliği ülkeleri olduğu izleniyor. Avrupa Birliği ülkelerinin İran’la dış ticaret hacminin 25 milyar dolara tırmandığı, Nükleer Anlaşmadan sonra (başta Fransız ve Almanlar olmak üzere) Avrupalı firmaların İran’la işbirliğini, İran’a satışlarını ve yatırımlarını hızla arttırdıkları görülüyor. ABD’nin İran’a yeni ve kapsamlı ekonomik yaptırımlar uygulamaya başlaması ve Vaşington’un İran’la işbirliği yapan Avrupalı firmaları hedef alması Avrupa başkentlerinde endişe ve tedirginlik yaratmış gibi.

İran Nükleer Anlaşması’nın resmi adı “Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA)”. 14 Temmuz 2018 tarihinde Viyana’da 5+1 (ve AB) ile İran arasında (uzun süren müzakerelerden sonra) imzalandı ve 2016 yılı başında yürürlüğe girdi. Anlaşmanın oldukça kapsamlı, ayrıntılı ve karmaşık bir metni var. Ancak Anlaşma sonuçta İran’ın nükleer programının uluslararası kontrol altına alınması ve İran’ın elinde bulundurduğu zenginleştirilmiş uranyum miktarı ile uranyum zenginleştirme kapasitesinin büyük ölçüde düşürülmesi (sınırlandırılması) karşılığı, İran’a uygulanan ekonomik yaptırımların kaldırılması ve İran’ın (Şah döneminden beri dondurulan) milyarlarca dolarlık dış varlığının serbest bırakılarak, İran’a geri verilmesi üzerinde varılan bir uzlaşıyı temel alıyor.

Karşıtları Anlaşmayı eleştirirken İran’ın uranyum zenginleştirmesine getirilen sınırlamaların zaman kısıtlaması nedeniyle etkisiz olduğuna, İran’ın askeri tesislerini denetime tam açmadığına, İran’ın nükleer kapasitesini koruduğuna işaret ediyorlar. İran’ın (nükleer programı kadar endişe kaynağı olan) balistik füze geliştirme programını kapsamaması ve çözüm getirmemesi, İran’ın bölgede oynadığı “yıkıcı rol ve faaliyetlere” değinmemesi Anlaşmanın en fazla eleştirilen yönleri. Anlaşmayı savunanlar ise Anlaşmanın başka bir alternatifi olmadığını, Anlaşma sayesinde İran’ın nükleer programının nihayet kontrol altına alındığını ve İran’ın nükleer silah üretmesinin engellendiğini vurguluyorlar.

İran Nükleer Anlaşmasına en fazla karşı çıkan ülke İsrail olmuş, Başbakan Netanyahu başından itibaren Anlaşmaya karşı çıkmıştır. Başbakan Netanyahu’nun (Anlaşmanın imzalanması aşamasından başlayarak) Obama Yönetimini Anlaşmayı imzaladığı için sert bir şekilde eleştirdiği, Obama’dan davet olmadan Vaşington’a gittiği ve Anlaşmanın ABD Kongresi’nde onaylanmaması için lobi faaliyetlerinde bulunduğu ve Kongre’de bir konuşma yaptığı hala hatırlardadır. Başbakan Netanyahu'nun 2015 yılı Ekim ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmayı da (nerdeyse tamamen) İran Nükleer Anlaşmasına ayırdığı, tablolar kullanarak Anlaşmayı sert sözlerle eleştirdiği bilinmektedir.

Başkan Trump’ın seçim kampanyasından başlayarak İran Nükleer Anlaşması’na karşı çıkmaya başlamış, ABD Yönetimini devraldıktan sonra da Anlaşmayı eleştiren tutumunu devam ettirmiştir. Başkan Trump, 2018 Ocak ayında yaptığı konuşmada ABD’nin Anlaşmaya taraf olmasını son kez uzattığını, (eğer ABD’nin istediği şekilde değiştirilmezse) ABD’yi Anlaşmadan çekeceğini esasen açıklamıştı. İran ise Anlaşmanın yeniden müzakere edilemeyeceğini açıklamış, Avrupa ülkelerinin bütün ikna çalışmalarına rağmen, Başkan Trump ABD’yi Nükleer Anlaşmadan geçen hafta çekmiş, İran’a yeni ekonomik yaptırımları da uygulamaya başlamıştır.

Yazının Devamını Oku