Bu yazımda da zaten gündemde bulunan veya gündeme gelme olasılığı yüksek olan sorunlara bakmaya devam ediyorum.
Yeni Hükümetin ve Dışişleri Bakanın dış politikada (acil) önceliklerinin (baktığım gibi) Orta Doğu kaynaklı sorunlar olacağı yönünde işaretler şimdiden ortadadır. Salı günü yayımlanan yazımdaki konular yanında, (İran Nükleer Anlaşmasından çekilen) ABD’nin İran karşıtı politikalarının nasıl bir şekil alacağı hususunun Ankara tarafından çok yakından izlenmesi gerekmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (Rusya vetosu nedeniyle) İran’a (İran Nükleer programını başlatmadığı sürece) yeni ekonomik yaptırımlar uygulaması zor görülmektedir.
Bununla birlikte, Trump Yönetiminin İran’a tek yanlı olarak (tekrar) uygulamaya başladığı ekonomik yaptırımlara AB ülkesi ülkelerin ve (içinde Türkiye’nin de bulunduğu) NATO müttefiklerinin de destek vermesi yönündeki baskısının artması olasılığı her zaman mevcuttur. Vaşington’un İran’a yönelik olarak (bu konuda daha istekli İsrail ve Suudi Arabistan’ın teşvikiyle) askeri tedbirlere başvurması ve İran nükleer kapasitesinin yok edilmesi için (veya daha da geniş amaçlı olarak İran rejiminin zor yoluyla devrilmesi yönünde) askeri maceralara girişmesi de ihtimal dışı bulunmamaktadır.
Trump Yönetimi’nin (İsrail ve Suudi Arabistan ile birlikte) İran’la nasıl “baş etmeye” karar vereceği henüz açık değildir. Ancak, Trump Yönetimi’nin İran’a karşı (Obama Yönetiminden ve Avrupalı müttefiklerinden farklı olarak) uzlaşma yerine çatışma yöntemlerini tercih edeceği artık ortadadır. İran konusu önümüzdeki dönemde Türkiye için sorun yaratacak ve Ankara’yı zor tercihlere yönlendirecek durumlar ortaya çıkartabilecek gibi görünmektedir. Türkiye, BM dışındaki ekonomik yaptırımları dikkate almayacağını (esasen) açıklamış olmakla beraber, (İran konusundaki) gelişmeler karşısında AB’nin ve Rusya’nın nasıl tutum alacakları (Ankara kadar) diğer ülkeler için de önem taşıyacaktır.
Yeni Türk Hükümeti ve Dışişleri Bakanı için ABD ile ilişkilerin sorunsuz ve (mümkün olduğu kadar) çalkantısız bir şekilde yürütülmesi (her zaman olduğu gibi) önem taşımaktadır. Ankara ile Vaşington arasında ilişkilerde “güvensizlik” yaratan sorunlar zaten ortadadır. Menbiç Anlaşmasıyla Suriye’de olumlu yönde ciddi bir adım atılmıştır. Menbiç Anlaşması Ankara kadar Vaşington’un da ilişkileri tamir etmek isteğini göstermesi bakımından da önemlidir. Ancak Vaşington’da (sayısı son dönemde artan) Türkiye aleyhtarı çevre ve lobilerin (özellikle Kongre üzerinde) faaliyetlerini arttırdıkları yönünde işaretler de bulunmaktadır.
Ankara ve Vaşington’un önünde Menbiç Anlaşmasının sahada uygulanmasının sağlanması, PYD/YPG’nin kontrolü altında bulunan (Fırat Nehrinin doğusunda) Doğu Suriye’de de (Menbiç yol haritası örnek alınarak) düzenlemelere gidilmesi gibi konular bulunmaktadır. ABD’nin F-35 savaş uçaklarının Türkiye’ye teslimi konusunda atacağı yanlış adımlar iki ülke arasında daha ciddi sorunlara (güvensizlik ortamının büyümesine) yol açabilecek potansiyeli taşımaktadır.
Trump Yönetiminin (tamamen İsrail Başbakanı Netanyahu’nun istekleri doğrultusunda hazırlandığı ifade edilen) Filistin “çözüm” planını açıklaması, bu planı kabul ettirmek için Filistinliler üzerinde (Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır gibi ülkeler zorlanarak) kurulacak (aşırı) bir baskı, İran’a karşı politikalarda (ekonomik ve askeri yöntemlerde) hızlı tırmanma bütün bölge (Orta Doğu) için sonuçlar yaratacağı gibi, (iyi yönetilemediği takdirde) Ankara-Vaşington hattında da (yeni ve büyük) çalkantılara yol açabilecektir.
Türkiye’nin, Trump Yönetiminin uluslararası ilişkiler ve özellikle ABD’nin (Çin yanında) Transatlantik müttefikleriyle (başta Almanya ve Kanada olmak üzere) ilişkilerinde önemli sorunlar yaratan dış politikasını kendi lehine çevirebilecek yollar bulması önem taşımaktadır. Ankara’nın, Başkan Trump (ve çevresindeki yetkililerin) Dünya’yı algılamalarının (daha önceki ABD Başkanlarından) çok farklı nitelikler taşıdığını değerlendirmesi ve Başkan Trump ve (çevresindekilerle) ilişkilerin buna göre şekillendirilmesi önemlidir.
Orta Doğu’daki gelişmeler Türkiye’nin gündeminde bulunan en önemli dış politika sorunlarını oluşturmaya devam edecek gibi görünmektedir. Türkiye güney (Suriye ve Irak’la) sınırının güvenliğinin sağlanmasını (dış politikasında da) ilk öncelik olarak değerlendirmektedir. Bu çerçevede Suriye ve Irak’ın (siyasi) geleceği de Türkiye için hayatı bir önem taşımaktadır. Bu iki ülkenin de toprak bütünlüğüne ve siyasi birliğine yönelik tehditler halen devam etmektedir.
Yeni Hükümet ve bu Hükümette yer alacak Dışişleri Bakanı için Suriye’de siyasi çözüm en zor ve çetrefilli sorun olmayı sürdürecektir. Türkiye, Suriye’deki iç savaşın bu ülkenin toprak bütünlüğü ve siyasi birliği bozulmadan ve Şam’da (kısa dönemde olmasa da) orta veya uzun dönemde rejim değişikliğinin gerçekleşmesini sağlayacak şekilde çözümünü yönünde çalışmaya devam edecektir. Rusya ile İran’ın Şam rejimine, ABD’nin ise (Doğu Suriye’yi kontrolü altında tutan) PYD/YPG’ ye verdikleri açık destek ve sağladıkları siyasi, askeri ve mali desteğin Ankara için sorun oluşturmaya devam edeceği görülmektedir.
Rusya’nın 2015 yılında Suriye iç savaşına (ABD’nin itirazıyla karşılaşmadan) doğrudan müdahalesi Şam rejimini düşmekten kurtarmış ve iç savaşta üstün (kazanmakta olan) taraf durumuna getirmiştir. Rusya’nın Şam rejimi ile olan bağlarına Türkiye’nin ise Suriye’de rejim değişikliği isteyen tarafta yer almasına rağmen, (başlangıçta yaşanan problemlere karşın) Ankara ile Moskova Suriye’de (iki taraf için de) işleyen bir işbirliği tesis etmede başarılı olmuşlardır. Halen işleyen (ve Suriye’de siyasi çözüm için ümit bağlanan) Astana-Soçi süreci bu işbirliğinin sonucudur.
Yine Türkiye, Suriye’de Rusya ile kurduğu yapıcı işbirliği sayesinde (Cerablus, El-Bab bölgesinde) Fırat Kalkanı ve (Afrin bölgesinde) Zeytin Dalı askeri operasyonlarını daha sorunsuz ve daha kısa zamanda (başarılı bir şekilde) bitirme imkanı elde etmiş, bu askeri operasyonlarda (Suriye hava sahasını kontrol eden) Rusya’nın işbirliği sağlanabilmiştir. Önümüzdeki dönemde de Suriye’de alanda ve Astana-Soçi sürecinde (diplomasi masasında) Ankara-Moskova işbirliğinin (yine etkili bir şekilde) sürdürülmesi gerekmektedir.
Ankara’nın PYD/YPG (hem Türkiye-Suriye sınırının güvenliği hem de Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasi birliği için ABD’nin açık desteğiyle) yarattığı tehdidinin sınırlandırılması ve (büyümesinin) engellenmesi yönünde (2016 yılı Ağustos ayından bu yana) başarılı olunduğu izlenmektedir. Suriye içindeki iki (başarılı) askeri harekattan sonra, ABD ile varılan Menbiç Anlaşması Türkiye için (bu kez) diplomatik bir başarı olarak ortaya çıkmıştır. Menbiç Anlaşmasının (Yol Haritasının) uygulanması konusunda atılan ilk adımlar olumludur.
Menbiç bölgesinde şimdi başlatılan (Türkiye ve ABD) kontrollü bağımsız devriye operasyonlarının, (bir aşamada) iki ülke askerlerinin birlikte gerçekleştirilecekleri ortak devriye operasyonlarına dönüştürülmesi (iki NATO müttefiki) Türkiye ve ABD arasında (Suriye’de) güven ortamının (yeniden) kurulmasına önemli bir katkı sağlayacaktır. Yeni Türkiye Hükümetinin ve Dışişleri Bakanı’nın masasındaki önemli bir konunun Menbiç Yol Haritasının (başarılı bir şekilde) uygulanmaya devam edilmesi, (Menbiç Anlaşması örnek alınarak) Suriye’de Fırat Nehri’nin doğusundaki PYD/YPG varlığı ve kontrolünün de Türkiye için bir tehdit unsuru olmaktan çıkartılması olacağı görülmektedir.
Yeni Türkiye Hükümeti ve Dışişleri Bakanı için Suriye’den Türkiye’ye (güney sınırımıza) gelen güvenlik tehdidinin engellenmesi ve Suriye’deki siyasi gelişmelerin Türkiye’nin uzun dönemli çıkarları açısından olumlu (yönetilebilir) bir yönde gelişmesi büyük bir önem taşıyacaktır. Ankara için Suriye bağlamında Rusya ve ABD ile ilişkilerimizin ve (başlatılan) işbirliğinin (etkili ve sahaya yansıyan bir şekilde) sürdürülmesi (dün ve bugün olduğu gibi) önümüzdeki dönemde de dış politikada ilk önceliği taşımaya devam etmektedir.
Güney sınırımızın güvenliği bakımından Irak’taki gelişmeler de (Suriye’deki gelişmeleri tamamlayacak şekilde) Dışişleri Bakanının masasında öncelikli yerini korumayı sürdürecektir. Türkiye’nin Irak’ta uygulamaya koyduğu (yeni) PKK ile mücadele stratejisi ve Irak’tan Türkiye’ye PKK sızmalarının Irak içinde (gerekirse sürekli bir şekilde) durdurulması yönünde atılan adımlar, Ankara’nın merkezi Irak hükümeti yanında Erbil ve Süleymaniye ile yakın ve işleyen bağlar (diplomatik temaslar) sürdürmesini gerektirmektedir.
Yemen’deki bu iç savaşa Suudi Arabistan ve müttefikleri doğrudan müdahale etmiş durumdalar. Yemen üzerindeki mücadelenin temelde Suudi Arabistan ile İran arasında yaşandığı, bu iki ülkenin de, yerel güçleri (müttefiklerini) kullanarak, stratejik önemi büyük Yemen üzerinde kontrol sağlamaya çalıştıkları izleniyor.
Yemen’deki iç savaşın kökleri Arap Baharının bu ülkeyi etkilemesine ve Yemen’de Ali Abdullah Salih rejimine karşı ayaklanmaların başlamasına kadar uzanıyor. Yemen’de Arap Baharının etkileri (Suriye ve Libya gibi) diğer Arap ülkelerinden farklı değildir. Salih, Yemeni 22 sene (katı bir rejimle) yönettikten sonra ülkedeki şiddet hareketlerine dönüşen gösteriler sonucu 2012 yılı başında istifa etmek zorunda bırakılmıştır. Cumhurbaşkanı Sarayı’na yapılan silahlı bir saldırıda yaralanan Salih, istifa etmiş ve (tedavi için) Suudi Arabistan’a gitmek zorunda kalmış, yerine yardımcısı Abdurabbu Mansur Hadi geçmiştir.
Yemen iç savaşının başlaması ise ülkede en büyük azınlığı oluşturan İslam dininin (Şiiliğin bir kolu sayılan) Zeydi mezhebine bağlı Hutsilerin ülkenin kuzeyinde ayaklanmaları, Sunni kabilelerle çatışmaları, daha sonra başkent Yemen’i ele geçirmeleri ve ülkenin önemli bir bölümünde hakimiyeti sağlamalarıyla başlamıştır. Hutsilerin Sana’yı ele geçirmelerinden sonra Cumhurbaşkanı Mansur Hadi ilk önce ev hapsine sokulmuş, daha sonra (ülkenin güneyindeki önemli bir liman olan) Aden şehrine kaçmak zorunda kalmıştır.
Hutsilerin (başkent) Sana’dan sonra Aden’i ele geçirmeye çalışmaları, Hutsi güçleriyle Cumhurbaşkanı Mansur Hadi’ye bağlı güçlerin Aden çevresinde çarpışmaya başlamaları üzerine Suudi Arabistan Yemen’deki iç savaşa doğrudan müdahale etmiştir. Suudi Arabistan’ın (müttefikleriyle birlikte) havadan yaptığı geniş müdahale Yemen’in tamamının Hutsilerin kontrolüne girmesini önlemiş, ancak ülkede Hutsilerle Cumhurbaşkanı Mansur Hadi güçleri arasındaki iç savaş şiddetlenerek sürmüştür.
Bugün Yemen’de Hutsilerin ve Cumhurbaşkanı Mansur Hadi’nin iki hükümeti bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Mansur Hadi hükümeti uluslararası toplumca tanınmakta ve Yemen’i Birleşmiş Milletler’de temsil etmektedir. Mansur Hadi Suudi Arabistan ve müttefiklerince doğrudan desteklenmekte, Hutsilerin arkasında ise İran’ın bulunduğu bilinmektedir. Suudi Arabistan uzun bir zamandan beri İran’ın Hutsilere (siyasi ve mali destek yanında) silah ve mühimmat yardımında bulunduğunu, Hutsi bölgelerinden Suudi Arabistan’a atılan füzelerin de Hutsilere İran tarafından sağlandığını ileri sürmektedir.
Yemen’in Suudi Arabistan ile İran arasındaki bütün Orta Doğu’ya yayılan mücadelede önemli bir çatışma alanı haline dönüştüğü açıktır. Suudi Arabistan’ın Yemen iç savaşına doğrudan müdahale amacıyla oluşturduğu hava gücüne (Mısır, Fas, Sudan, Bahreyn gibi) birçok Arap ülkesi doğrudan katkı sağlamaktadır. Birleşik Arap Emirlikleri Yemen savaşına (Suudi Arabistan yanında) en fazla (doğrudan) müdahale eden bölge ülkesi durumuna gelmiştir. ABD de Suudi Arabistan’a Yemen savaşında lojistik destek sağlamaktadır.
Yemen 528 bin km2 alanı olan 27 milyon nüfuslu bir Arap ülkesidir. Petrol ve doğal gaz kaynakları olmaması nedeniyle fakir bir ülkedir. Ancak Yemen’in Hint Okyanusu’ndan Kızıldeniz’e (Süveyş Kanalı’na) girişindeki coğrafi konumu ülkeye (uluslararası deniz yollarının kontrolü açısından) büyük bir stratejik önem kazandırmaktadır. Suudi Arabistan açısından (uzun bir sınırı paylaştığı güney komşusu) Yemen’in önemi daha da büyüktür. Riyad’in İran’ın etkinlik ve kontrolünü (Suudi Arabistan’ın hemen güneyindeki oldukça dağlık bir bölge olan) Yemen’e uzatmasını ciddi bir güvenlik sorunu olarak algıladığı açıktır.
Kısa bir süre önce Birleşik Arap Emirlikleri kuvvetlerinin Yemen’e ait (Hint Okyanusundan Kızıldeniz’e girişte yer alan) Sokotra adasını (hem de Suudi Arabistan’ın desteklediği Cumhurbaşkanı Mansur Hadi güçlerinden) ele geçirmeye çalışması Yemen’in ( özellikle Körfez Arap Ülkeleri için) stratejik önemini ortaya koymakta, bugün Yemen üzerinde meydana gelen mücadelenin (çatışmanın) nedenlerini de anlamayı kolaylaştırmaktadır.
ABD yanında sığınmacılar konusu Avrupa’da da ciddi tartışmalara sebep oluyor. Sığınmacılar konusuna nasıl yaklaşılacağı konusunda Avrupa ülkeleri içinde farklı görüşlerin ortaya çıktığı izleniyor. ABD’de olduğu gibi AB ülkelerinde de sığınmacılara yönelik tepkilerin büyüdüğü, konunun birçok Avrupa ülkesinde en fazla tartışılan ve (çoğunlukla) istismar edilen sorun haline dönüştüğü görülüyor.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksel Komiserliği’nin (UNHCR) verileri iç çatışmalar ve savaşlar nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalan ve mülteci durumuna düşen insan sayısının 68,5 milyona yükseldiğine işaret ediyor. Bu sayı Dünya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana karşılaşılan en büyük insanı krizle karşı karşıya olduğunu gösteriyor.
Dünya Mülteciler Günü, 2000 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun aldığı bir kararla ilan edilmiştir. BM Genel Kurulu, 2001 yılının Mültecilerin Statüsüne İlişkin 1951 tarihli Sözleşme’nin imzalanmasının 50. yıldönümü olduğunu dikkate alarak, her yıl 20 Haziran tarihinin Mülteciler Günü olarak kutlanmasını kararlaştırmıştır. Amaç Dünya kamuoyunun dikkatinin mültecilerin durumuna çevrilmesi, mültecilerin sorunlarının uluslararası kamuoyuyla paylaşılması ve bu sorunların çözümü konusunda uluslararası bir bilinç oluşturulmasıdır.
Ancak 2000’lı yıllardaki gelişmeler ise sığınmacı (mülteciler) konusunda (özellikle) Batı dünyasında farklı görüşlerin ortaya çıktığı, sığınmacı karşıtlığının arttığı, konunun iç politikada farklı yönleriyle tartışıldığı ve (çoğunlukla aşırı sağcı ve ırkçı gruplar ve partiler tarafından) istismar edildiği bir döneme işaret etmektedir. Batı ülkelerinde artan sığınmacı karşıtlığının bu ülkelerde yükselen “yabancı düşmanlığı”, “İslam karşıtlığı” ve “ırkçılık” gibi sosyal sorunlarla iç içe büyüdüğü, Avrupalı popülist politikacıların ülkelerinin karşılaştığı sorunların nedenlerini yabancılar üzerine yıkarak oy kazanmaya çalıştıkları izlenmektedir.
Dünya’da büyüyen sığınmacı sorununun temelinde (çoğunlukla) Orta Doğu’da ve Afrika’da yaşanan iç çatışmalar, iç savaşlar bulunmaktadır. Suriye, Afganistan, Irak, Libya, Yemen ve Somali’de yaşanan iç çatışmalar bu ülkelerde büyük bir insani krize neden olmuş, bu ülkelerde büyük insan kitlelerinin evlerinden kaçmalarına, ülke içinde ve dışında mülteci durumuna düşmelerine neden olmuştur. Bugün sadece Suriye’de ülke nüfusunun (yaklaşık 23 milyon) yarısına yakınının ülke içinde (6 ila 7 milyon) ve dışında (5 milyon) sığınmacı durumuna düştüğü hesaplanmaktadır.
İç çatışmalar ve savaş yaşayan diğer ülkelerdeki durum da bundan (Suriye’dekinden) çok farklı değildir. Özellikle çok uzun bir zamandan beri iç savaşlar ve dış müdahalelerle karşı karşıya olan Afganistan ve Somali Dünya’daki mülteci krizinin (Suriye ile birlikte) başta gelen “ kaynak” ülkeleri durumundadır. Myanmar’da Rohingalar’a uygulanan “ etnik temizlik” de Güney Doğu Asya’da çok ciddi bir sığınmacı krizinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
İç çatışmalar ve savaş yaşanan bu ülkelerin komşuları Dünya’da yaşanan bu mülteci (sığınmacı) krizinin “transit” ve “hedef” ülkeleri durumuna gelmiştir. Bugün Türkiye Dünya’da en fazla sığınmacıya ev sahipliği yapan ülkedir. Türkiye’de 3,5 milyonu Suriyeli olmak üzere 4 milyonun üzerinde sığınmacı bulunmaktadır. İran çok sayıda Afganistanlı, Bangladeş Myanmarlı, Uganda Somalili mülteciye ev sahipliliği yapmak durumundadır.
Büyüyen mülteci (sığınmacı) krizi (bir aşamada) kaçınılmaz olarak Avrupa’yı da etkilemiştir. Ege Denizi ve Balkanlar yoluyla 2015 yılı başından itibaren Avrupa ülkelerine doğru meydana gelen sığınmacı akımı Avrupa ülkelerinde büyük bir kriz yaratmış, bu sığınmacı krizi ancak 2016 yılı Mart ayında AB ile Türkiye arasında imzalanan Mülteci Anlaşmasıyla sonlandırılabilmiştir. Ocak 2015 ve Mart 2016 ayları arasında Ege Denizi ve Balkanlar yolu üzerinden Avrupa’da varmaya çalışan sığınmacıların sayısının 1,5 milyona yaklaştığı, bu sığınmacıların önemli bir bölümünü Suriyelilerin (%48 kadarı), Afganlıların (%21 kadarı) ve Iraklıların (%10) oluşturduğu hesaplanmaktadır.
Menbiç Anlaşması PYD/YPG’nin şehirden çekilmesini, bu amaçla (Menbiç’te güvenliğin sağlanması için) Türkiye ile ABD’nin gözetimi altında (yeni bir) güvenlik sistemi kurulmasını ve şehrin kontrolünün (demografik yapı üzerinde kurulacak) yeni bir yerel yönetime bırakılmasını öngörüyor. Üç aylık bir sürede uygulamaya konulacak bu adımlardan sonra PYD/YPG Menbiç’ten tamamen çekilmiş, (böylece) Fırat Nehri’nin batısında PYD/YPG kontrol ve varlığı bitmiş olacak.
PYD/YPG’nin (Suriye’de) Fırat Nehri’nin batı tarafına geçmemesi Türkiye’nin (başlangıçtan itibaren) istediği (kırmızı çizgi olarak nitelediği) bir husustur. Menbiç 2014 yılı Ocak ayında DEAŞ’in eline geçmiş ve 2,5 sene DEAŞ’ın kontrolünde kalmıştır. Bu uzun süreden sonra şehir ABD’nin (yoğun hava) desteğiyle Fırat’ın batısına geçen PYD/YPG tarafından ele geçirilmiştir. Nüfusunun %90’ı Arap olan Menbiç’teki PYD/YPG kontrolü 2 senedir devam etmektedir.
Bugün 100 bin civarında bir nüfusu barındıran Menbiç’in (ABD’nin desteğiyle) PYD/YPG’nin eline geçmesi 2016 yılından sonra Türkiye ile ABD arasında Suriye’de görüş ayrılıklarının büyümesinin başlangıç noktasıdır. Vaşington, Menbiç ve PYD/YPG ile ilgili olarak Ankara’ya birçok söz vermiş, ancak bu sözlerden hiçbiri (Menbiç Anlaşmasına kadar) yerine getirilmemiştir. Bu sözler arasında PYD/YPG’nin Menbiç’ten çekilmesinin sağlanacağı, PYD/YPG’ye sağlanan ağır silahların toplanacağı ve şehirde yönetimin (çoğunluğu Arap olan) yerel halka bırakılacağı da bulunmaktadır.
Türkiye’nin Cerablus ve El Bab bölgesinde yaptı askeri harekat (Fırat Kalkanı) PYD/YPG’nin Menbiç’ten sonra bu bölgeyi de (DEAŞ’tan) ele geçirmesini, (böylece) PYD/YPG’nin Türkiye-Suriye sınırında (Fırat’ın doğusundan Hatay’a kadar tüm sınırda) kontrolü sağlamasını engellemiştir. Azez-Cerablus-El Bab bölgesinin Türkiye’nin askeri operasyonu ile (Türkiye’nin desteklediği) Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) kontrolüne geçmesinin Türkiye-Suriye sınırında bir PYD/YPG kontrol koridoru kurmasını yönündeki planlara önemli bir darbe vurduğu açıktır.
Suriye’de PYD/YPG üzerine yapılan (ve birçok kişinin, en azından, Batı ülkeleri başkentlerindeki bazı kişi ve kuruluşun da içinde bulunduğuna inandığı) planlara büyük bir darbe de Türkiye’nin Afrin askeri operasyonu ile gelmiştir. Türkiye’nin Afrin askeri operasyonu ile (Suriye iç savaşının başladığı ilk günlerden itibaren) PYD/YPG kontrolüne geçen Afrin bölgesi kısa bir sürede PYD/YPG’den temizlenmiştir.
Afrin’in ÖSO’nun eline geçmesinin (Suriye’de) Fırat Nehri’nin batısında PYD/YPG kontrol ve varlığının (Tel Rıfat ve Halep şehri içindeki ufak ve askeri önemi bulunmayan iki bölge dışında) tamamen ortadan kaldırılması yönünde ciddi bir adım olduğu, askeri operasyonun oldukça kısa bir dönemde ve Afrin şehir merkezinde sokak çatışmalarına dönüşmeden bitmesinin Türkiye’nin (üstün) askeri gücünün (bir kez daha) bölgeye gösterilmesini de sağladığı görülmektedir. Afrin operasyonun Türkiye için (kayıpların arttığı) bir yıpranma savaşına dönüşmeden başarıyla bitirilmesinin Batı başkentlerinde birçok çevrede “şaşkınlık” ve “can sıkıntısı” yarattığına inananların sayısı oldukça çoktur.
Cerablus-El Bab ve Afrin askeri operasyonlarından sonra gelen Menbiç Anlaşmasının uygulanmaya başlaması Suriye’de Fırat Nehri’nin batısında PYD/YPG varlığı kalmayacak, Irak sınırından Türkiye’nin Hatay bölgesine kadar (Türkiye-Suriye sınırının güneyinde) bir PYD/YPG koridoru kurma planı da (tamamen) akamete uğratılmış olacaktır. İki askeri operasyondan sonra gelen ve (bu kez) Türkiye’nin diplomatik başarısını gösteren Menbiç Anlaşmasının çok önemli bir sonucu Suriye’de Türkiye-ABD işbirliğinin önünü (yeniden) açacak olmasıdır. Anlaşmanın tam olarak uygulanmasıyla Ankara ile Vaşington arasındaki (Suriye bağlamında) “güven” sorununun ortadan kaldırılması için önemli bir adımın atılmış olacak, Anlaşma Fırat’ın doğusundaki (Arap nüfusunun çoğunlukta olduğu) şehir ve bölgeler için de (iyi bir) örnek teşkil edebilecektir.
Türkiye ile ABD’nin Suriye’de yürüttüğü işbirliği yeni değildir. Suriye’de iç savaşın başladığı ilk yıllarda Ankara ve Vaşington Suriye’de geniş bir işbirliği sürdürebilmiştir. Özgür Suriye Ordusunun kuruluşu bile (o yıllarda) bu işbirliğinin bir parçası olarak başlamıştır.
Yugoslavya’nın 1990-1992 yılları arasındaki dağılma süreci sonucunda ilk önce 5 yeni ülke ortaya çıkmış (Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Sırbistan ve Makedonya), daha sonra Karadağ ile Kosova’nın da katılmasıyla (Yugoslavya’nın parçalanması sonucu ortaya çıkan) ülke sayısı 7’ye yükselmiştir. Bu yeni ülkelerin uluslararası alanda tanınması ve Birleşmiş Milletler (BM) üyelikleri zaman almış, Yugoslav iç savaşı ancak uluslararası toplumun (BM ve NATO) Yugoslavya’daki olaylara doğrudan müdahalesi ile sonuçlandırılabilmiştir. Daha sonra (2008 yılında) bağımsızlığını kazanan Kosova hala BM üyesi değildir.
Yugoslavya’nın dağılması ve yeni 7 ülkenin ortaya çıkışı doğal olarak Balkanlar’daki dengeleri büyük ölçüde etkilemiştir. Bugün oldukça küçük bir alanı kapsayan Balkan yarımadasında (Trakya bölgesiyle Türkiye dahil) 12 ülke yer almaktadır. Yugoslavya’nın parçalanmasının komşu ülkeler için yarattığı sorunlar içinde en ilginç olanlarından biri Makedonya ile Yunanistan arasında yaşanan “isim” sorunudur. Makedonya’nın Yunanistan için yarattığı “isim” sorunu 27 yıldan bu yana devam etmektedir.
Makedonya bağımsızlığını 1991 yılı Eylül ayında yapılan referandumdan sonra kazanmış, referanduma katılanların %95’ınden fazlası (bağımsızlık için) olumlu oy kullanmıştır. Bununla birlikte Makedonya’nın BM üyeliği ancak 1993 yılı Nisan ayında gerçekleşmiştir. Bunun sebebi Yunanistan’ın yeni ülkenin “ismine” itiraz etmesidir. Makedonya diğer ülkelerin çok büyük bir kısmı tarafından bu (Anayasal) ismiyle tanınırken, Yunanistan baştan itibaren yeni ülkenin Makedonya ismini kullanmasına karşı çıkmış, Makedonya’nın BM üyeliği ancak (Yunanistan’ın zorlukla kabul ettiği) “Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya (FYROM)” ismiyle kabul edilebilmiştir.
“Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya (FYROM)” ismi Yunanistan’ın yeni (kuzey) komşusuna başlangıçtan itibaren gösterdiği “düşmanca” tutumu yumuşatabilmek, böylece Makedonya’nın BM üyeliğini ve güney Balkanlarda (Soğuk Savaş sonrasında) “istikrarı” sağlamak isteyen ABD ve AB’nin yeni ülke ile Yunanistan arasında yaptıkları arabuluculuk sayesinde bulunan “geçici” bir çözüm olarak ortaya çıkmıştır.
“FYROM” ismi Makedonya tarafından iç kullanımda (anayasa dahil) hiçbir zaman kabul edilmemiş, hemen hemen diğer tüm devletler yeni ülkeyi “Makedonya Cumhuriyeti” ismiyle tanımaya devam etmişlerdir. Ancak Makedonya BM ve diğer uluslararası kuruluşlarda (bugüne kadar) “FYROM” adını kullanmak zorunda kalmış, Yunanistan ise yeni komşusunun ismine itirazlarını devam ettirmiş ve iki ülke arasındaki isim sorunu ve bu sorunu çözmek için (kesintilerle yapılan) görüşmeler günümüze kadar devam etmiştir.
“İsim” sorunu, dışardan bakanlara çok “anlamsız” gelse de, Yunanistan’da baştan itibaren ciddi bir mesele olarak algılanmış, Yunanistan iç ve dış politikasında önemli rol oynaya gelmiştir. Yunanistan, yeni komşusunun “Makedonya” ismini kullanmasına Yunanistan’da Makedonya ismiyle bir bölge bulunduğu “gerekçesiyle” karşı çıkmaktadır. Yunanistan’ın itirazının temelinde Makedonya’nın antik Yunan kültür ve tarihinin bir parçası olduğu ve yeni ülkenin “Makedonya” ismini kullanarak eski (antik) Yunan tarihinin (önemli) bir parçasına sahip çıkmak istediği iddiası yatmaktadır. Yunanistan yeni ülkeye karşı hasmane tutumunu (birçok tarihçinin gerçeklerle uyuşmadığına işaret ettiği) Yunan tarihinden ve kültüründen ayrı bir “Makedonya” tarihi ve kültürü olmadığı iddiasına dayandırmaktadır.
Makedonya’nın bağımsızlığını kazanmasının Yunan algı sisteminde bu yeni ülkenin “ilerde” Yunanistan kontrolündeki (güney) Makedonya’ya karşı toprak isteklerinde bulunabileceği endişesini yarattığı da anlaşılmaktadır. Nüfusu 2 milyonun biraz üzerinde, alanı 25 bin km2 kadar olan ufak bir ülkenin Yunanistan için nasıl bir “tehdit” oluşturduğunu (dışardan) anlamak zor olsa da, Yunan düşünce sisteminde Makedonya “tehdidinin” gerçek olduğu izlenmektedir.
Osmanlı Devleti’nin Doğu Rumeli adını verdiği Makedonya 1913 Balkan Savaşları sırasında Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan tarafından paylaşılmıştır. Bu üç ülkenin de (o dönemde) Makedonya üzerinde hak iddia ettiği, ilk Balkan Savaşı sırasında nüfusunun büyük çoğunluğu Yahudi ve Müslüman olan Selanik şehri üzerinde Yunanistan ile Bulgaristan arasında ciddi bir rekabet yaşandığı, sonuçta Selanik’in Yunanistan kontrolüne geçtiği bilinmektedir. Balkan Savaşları sonucunda kuzey Makedonya Sırbistan’ın, Selanik dahil güney Makedonya’nın büyük bir bölümü ise Yunanistan’ın elinde kalmıştır. Yunanistan Güney Makedonya’yı kontrolü altına aldığında, bu bölgede Yunanca konuşan nüfus bir azınlıktır. Yunanistan’ın bugünkü Makedonya “tehdit” algılamasının arka planında (büyük ihtimalle) bu tarihi gerçekler yatmaktadır.
ABD Başkanı Trump ile (toplantının ev sahibi) Kanada Başbakanı Justin Trudeau arasında kullanılan sert sözler ise konuya ilginin daha da artmasını sağladı. Başkan Trump (ABD’nin en yakın müttefiklerinden biri olarak bilinen kuzey komşusu) Kanada Başbakanını “zayıf ve sahtekar” olarak nitelendirdi. Trump yönetiminin Justin Trudeau’ya “kızgınlığı” toplantı sonrasında da devam etti. Trump’ın Ekonomi Başdanışmanı Larry Kudrow Kanada Başbakanı’nı “ihanet” ve ABD’yi “sırtından bıçaklamakla” suçladı. Kanada ve Avrupalı Ülkelerden (Almanya ve Fransa) Trump’ın toplantıdaki tutumunu ve “diplomatik” olmayan davranışlarını eleştiren ve kınayan açıklamalar arka arkaya geldi.
ABD Başkanı ile Kanada Başbakanı arasında ilişkilerin bu şekilde bir “patlama” noktasına kadar sürüklenmesi dikkat çekici. Kanada (İngiltere ile birlikte) ABD’nin en yakın müttefiki olarak bilinen bir ülke. Esasında G-7 Zirvesine katılan bütün ülkeler Vaşington’un NATO içi ve dışındaki yakın müttefikleri, siyasi ve ekonomik ortakları. Kanada’da G-7 Toplantısında olanlar (doğal olarak) dikkatleri (bir kez daha) Başkan Trump’ın dış politikası ve Trump’ın dış politikada ne yapmak istediği üzerine toplanmasına neden oldu.
G-7 Toplantıları Batı Dünyasının en büyük 7 ekonomisinin dış politikada ve ekonomik ilişkilerde eşgüdüm sağlamalarında önemli bir rol oynuyor. G-7 üyeleri ABD, Kanada, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya. G-7 ülkeleri (Japonya haricinde) aynı zamanda NATO ittifakının üyesi. Japonya da ABD’nin (NATO dışı) en yakın askeri ve ekonomik ortağı. G-7 1970’lerin başında kurulmuş ve 1975 yılından bu yana G-7 ülkelerinin liderleri (yılda bir kere) zirve toplantılarında bir araya geliyor. Bu sene yapılan (olaylı) Kanada Zirvesi bu zirve toplantılarının sonuncusu. G-7 Toplantıları önümüzdeki sene Fransa’da, 2020 yılında ABD’de, 2021 yılında ise İngiltere’de yapılacak.
Kanada’daki G-7 Zirvesinden önce ABD ile Batılı müttefikleri arasında sorunlar esasen ortaya çıkmaya başlamıştı. Trump Vaşington’da iktidara geldiğinden beri ABD ile Transatlantik müttefikleri arasında “bazı şeyler” iyi gitmiyordu. Bunun arka planında Trump’ın “Amerika İlk” anlayışı var. Trump’ın “biz sanki kumbarayız ve herkes biz soymak istiyor, bu artık bitecek” sözleri ABD Başkanının Dünya’ya bakışını gayet iyi bir şekilde anlatıyor. Seçim kampanyası sırasından bu yana yaptığı açıklamalar Trump’ın ABD’de (ABD ekonomisinde) bazı şeylerin iyi gitmediğini gördüğü, bunun sebepleri arasında ABD’nin dış ticarette kendisini içine soktuğu (ABD için) “haksız” anlaşmaları, ABD’ye (güney sınırından) akan yasadışı göçü ön plana çıkarttığını gösteriyor.
Güney (Meksika) sınırına duvar inşa projesi, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması hakkındaki fikirleri, sürekli olarak ABD’ye ithal edilen yabancı üretimli (Alman) arabalardan bahsetmesi Başkan Trump’ın düşünce yapısını ortaya koyuyor. Trump’ın ABD’nin dış ticarette çok büyük açık veren bir ülke durumuna geldiğini ve bunun da sonuçta ABD içinde iş imkanlarının kaybolmasına, işsizliğe neden olduğunu düşündüğü, burada da Çin ve Almanya gibi ABD ile dış ticarette aşırı fazla veren ülkeleri hedef almayı istediği ortaya çıkıyor.
Başkan Trump’ın Kanada’daki G-7 Zirvesine gitmeden önce ABD’nin yaptığı çelik ve alüminyum ithaline getirdiği ek vergilerin Kanada Başbakanı Trudeau tarafından hoş karşılanmadığı, ABD’nin ek vergiler getirmek için kullandığı “milli güvenlik” gerekçesinin Trudeau’yu rahatsız ettiği bilinmekteydi. Bir süreden beri dış ticarette Başkan Trump’ın aldığı bazı kararların ABD ile Avrupa Birliği (AB) ve Çin arasında “ticaret savaşlarına” yol açacağı zaten konuşulmaya başlanmıştı.
ABD’nin son dönemlerdeki dış politikasına Başkan Trump’ın düşünce yapısı kadar, kişiliği ve davranışlarının da etki yaptığı (damgasını vurduğu) çoklukla işaret edilen bir husustur. Geçen seneki bir NATO Zirvesinde Trump’ın Karadağ Başbakanına omuz atarak kenara itmesi ve öne çıkması, bir görüşmesinde Alman Başbakanı Merkel’in elini sıkmaması hala hatırlanmaktadır.
Başkan Trump’ın çoğu kez “evvelden tahmini zor”, hatta bazen “anlamsız”, “diplomatik olmayan, kaba” davranışlarının ABD dış politikasına da yansıdığı, hatta Avrupalı liderlerde (Batı Dünyasının “lideri” durumundaki bir ülkeyi yöneten) Trump’ın nasıl “idare edileceği” konusunda ciddi kaygıların ortaya çıktığı belirtilmektedir. Başkan Trump’ın (ABD’nin geleneksek yakın müttefiki İngiltere’nin Başbakanı Teresa May dahil) Avrupalı liderlerin hiçbirisiyle ilişkilerinin (pek de) iyi olmadığı, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’la da ilişkilerinin Kanada’daki G-7 Zirvesinde bozulduğu üzerinde durulan bir husustur. Bu çerçevede bu 11-12 Temmuz tarihlerinde yapılacak (Trump’ı Avrupalı liderlerle bir araya getirecek) NATO Zirvesi oldukça ilginç geçecek gibi görünmektedir.
Ülkedeki sokak gösterilerinin arka planında Ürdün’ün geçen sene Uluslararası Para Fonu (IMF) ile yaptığı anlaşmanın bulunduğuna işaret ediliyor. Ürdün 2016 yılında IMF’den 723 milyon dolar kredi sağladı ve bu krediye karşılık IMF’ e bazı yapısal “reformlar” yapmak konusunda taahhütlerde bulundu. Tartışmalı vergi yasasının da IMF’ in Ürdün’den uygulamaya koymasını talep ettiği “kemer sıkma” politikalarının bir parçası olduğu anlaşılıyor.
Geri çekilen vergi yasası yanında, un ve petrol gibi bazı temel ürünlere devletin sağladığı sübvansiyonların kaldırılmasının (fiyat artışlarının) halkta yarattığı rahatsızlığın, asgari ücretin arttırılması isteğinin, ülkede “yaygın olduğu” ileri sürülen “yolsuzluklara” son verilmesi taleplerinin (ve benzeri ekonomik şikayetlerin) Ürdün’deki son yaygın halk gösterilerinin nedeni olduğu izleniyor.
Ürdün nüfusu 10 milyon civarında, toprakları (çoğu çöl) 90 bin km2’nin biraz altında küçük bir ülke. Ürdün’ün (petrol ve doğal gaz gibi) doğal kaynakları da yok. Buna rağmen Ürdün Orta Doğu’daki gelişmelerde, bölge dengelerinde önemli bir rol oynuyor. Bunun temel sebebi Ürdün’ün jeostratejik konumu; İsrail, Suriye, Irak ve Suudi Arabistan arasında önemli bir bölgede yer alması, Filistin sorununda (ve İsrail’in “güvenliğinin” sağlanmasında) oynadığı merkezi rol.
Ürdün’ün (bir ülke olarak) kurulması kararı İngilizler tarafından Birinci Dünya Savaşı sonrasında alınmıştır. Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu toprakları İngiltere ve Fransa tarafından paylaşılırken, Filistin İngiltere’nin “payına” düşmüştür. İngilizler Filistin’i Ürdün (Şeria) Nehrini esas alarak ikiye ayırmış, Ürdün Nehrinin doğusunda kalan bölgeyi (Ürdün Nehrinin ötesi anlamına gelen) Mavera-i Ürdün (Transürdün veya Şark’ül Ürdün isimleri de kullanılmaktadır) adıyla yeni bir ülke haline getirmişlerdir.
Ürdün 1949 yılına kadar Mavera-i Ürdün (Transürdün) Emirliği adını kullanmış, 1949 yılında ülkenin adı Haşimi Ürdün Krallığı olarak değiştirilmiştir. Ülke (kurulduğu) 1921 yılından 1946 yılına kadar İngiliz “koruması” ve “kontrolünde” kalmış, İngiltere 1946 yılında Ürdün’e bağımsızlık tanımıştır. Ürdün’ün başında (kurulduğu 1921 yılından bu yana) Haşimi soyundan gelen bir kraliyet ailesi bulunmaktadır.
İngilizler 1921 yılında (yeni oluşturdukları) Ürdün ülkesinin başına (Osmanlı İmparatorluğuna karşı Arap ayaklanmasını başlatan) Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah’ı getirmişlerdir. Abdullah, Ürdün’ün 1921 yılından (Kudüs’teki saldırıda bir Filistinli tarafından öldürüldüğü) 1951 yılına kadar yönetmiştir. Bu yıllar İngiltere ile Ürdün arasındaki (bugün de devam eden) yakın bağ ve ilişkilerin kurulduğu dönemdir.
Abdullah’tan sonra Ürdün’ün başına Kral Talal geçmiş, Talal Ürdün tahtında çok kısa kalmış, 1952 yılında tahta geçen Kral Hüseyin ülkeyi 1999 yılına kadar yönetmiştir. Bugünkü Ürdün Kralı (1999 yılında tahta geçen) Hüseyin’in oğlu 2. Abdullah’tır. Ürdün’ü 47 sene yöneten Kral Hüseyin, Arap Dünyası’nda en fazla bilinen, tanınan, Arap tarihinde ve Arap-İsrail çatışmasında önemli bir rol oynayan Arap liderleri (Nasır, Hafız Esad, Saddam, Kaddafi, Arafat) arasında yer almaktadır.
Ürdün’ün Orta Doğu’da ve Arap Dünyası içinde önemini ortaya çıkartan husus İsrail-Arap çatışmasında bir “ön plan” ülkesi olması ve Filistin sorunu konusunda oynaya geldiği roldür. Bugün Ürdün nüfusunun (en az) yarısının Filistin asıllı olduğuna işaret edilmektedir. Ülkede 350 bine yakını (resmi) kamplarda olmak üzere 2 milyona yakın Filistinlinin yaşadığı bilinmektedir.