Oğuz Çelikkol

Irak’ta neler oluyor?

2 Ağustos 2018
Irak Türkiye’nin önemli bir sınır komşusudur. Irak’ta neler olduğu Türkiye için büyük bir önem taşıyor.

Irak’ta yapılan seçimlerin üzerinden hemen hemen üç aya yaklaşan bir zaman geçti. Ancak 12 Mayıs 2018 seçimlerinin ülkeye istikrar getirdiğini söylemek zor. Her şeyden önce seçimlere yapılan itirazlar bitmiş değil. Irak’ta seçimlerde usulsüzlük iddiaları çerçevesinde yaşananlar, itirazlar hala devam ediyor. Özellikle Kerkük, Süleymaniye ve Halepçe’de seçimlere usulsüzlük karıştırıldığı şikayetleri seçimlerden bu yana sürüyor. Irak Türkmen Cephesi’nin Kerkük’te, (KYB ve KDP haricindeki) belli başlı siyasi partilerin ise Irak Kürdistan Bölgesinde seçimlerin yenilenmesi konusunda ısrarlı talepleri bulunuyor.

12 Mayıs 2018 tarihinde yapılan genel seçimlerin usulsüzlük ve oylamaya hile karıştırılması nedeniyle istendiği gibi gerçekleşmediği ortada. Bu konuda Irak Temsilciler Meclisinin ve Irak Anayasa Mahkemesinin aldığı bazı kararlar bulunuyor. Ancak 10 Haziran günü Bağdat’ta seçim sandıklarının tutulduğu deponun kundaklanması ve bu yangında kullanılan oyların önemli bir bölümünün imha olması başlatılan oyların elle sayılması sürecini engelleyecek bir gelişme gibi görünüyor.

Genel seçimlere ilişkin resmi sonuçların Irak Bağımsız Yüksek Seçim Komisyonu tarafından Ağustos ayı başında ilan edilmesi bekleniyor. Resmi sonuçlar açıklandıktan sonra Irak’ta yeni hükümet kurulması çalışmalarının hızlanması beklentisi var. Açıklanacak (resmi) sonuçlara göre oluşacak yeni Meclis Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis Başkanını belirleyecek. Irak’ta Başbakanın Şii, Cumhurbaşkanı’nın Kürt ve Meclis Başkanı’nın Sünni toplumdan gelmesi yönünde bir gelenek oluşmuş durumda. 2005 Anayasası ile kurulan Irak yönetim sistemi ülkede yürütme gücünü Başbakan’ın elinde bulunduruyor.

Konu hakkında daha önce kaleme aldığım bir yazımda Irak’ın 12 Mayıs genel seçimlerine büyük ölçüde bölünmüş bir şekilde gittiğini vurgulayarak, mezhep ve etnik temelde ayrılmış Irak toplumunun Şii, Sünni, Arap, Kürt ve Türkmen kesimleri içindeki bölünmelerin seçimleri ciddi şekilde (olumsuz yönde) etkilemesinin beklendiğini ifade etmiştim. (1 Mart 2018 tarihli ve Orta Doğu’daki Dengeler ve Irak Seçimleri başlıklı yazım).

12 Mayıs seçimlerinde Irak Temsilciler Meclisi’nin 329 sandalyesi için 205 siyasi parti, 143 siyasi partinin oluşturduğu 27 siyasi koalisyon ve yaklaşık 7 bin aday yarışmıştır. Gayrı resmi sonuçlara göre yeni Meclis’te (büyük küçük) 31 parti temsil edilecektir. Seçimlere katılım oranının (% 44,5 seviyesinde) düşük kalması Irak toplumunun siyasi hayata olan ilgisinin ve siyasi sisteme güveninin azaldığını göstermektedir. Bu oranın 2005 yılından bu yana Irak’ta düzenlenen seçimler arasında en düşük katılım oranı olarak kayda geçtiğine, 2014 genel seçimlerine katılım oranının %62 olduğuna işaret edilmektedir.

12 Mayıs 2018 seçimlerinin (resmi olmayan) sonuçları oldukça ilginçtir. Irak seçimlerinin ABD ile İran arasında da ciddi bir rekabete neden olduğu, bu iki ülkenin de seçimleri etkilemeye çalıştıkları bilinmektedir. ABD, Irak’ı işgal ettiği 2003 yılından bu yana Irak üzerinde etkisini sürdürmektedir. ABD’nin Irak’ta bulundurduğu asker sayısı tekrar yükselme eğiliminde girmiş ve 6 bin civarına çıkmıştır. ABD’nin Saddam Hüseyin rejimini yıkmasından sonra ülkede Şii kesimin artan rolüne paralel olarak İran da Irak üzerindeki etkisini arttırmıştır. Bugün Irak üzerinde ilginç ve ilginç olduğu kadar ironik bir Vaşington-Tahran mücadelesi ve çatışması yaşanmaktadır.

12 Mayıs seçimlerinin ABD (ile Irak’taki müttefiki İngiltere) ve İran için “hayal kırıcı” geçtiğine işaret edilmektedir. Seçimlerde ABD şimdiki Başbakan Haydar İbadi ve partisi Zafer İttifakı’nı açık bir şekilde desteklemiştir. İran ise desteğini (Şii milis güçleri Haşd-i Şabi ile ilişki ve bağları bilinen) Hadi Amiri liderliğindeki Fetih İttifakı’na vermiştir. Eski Başbakan Nuri Maliki liderliğindeki Kanun Devleti Koalisyonu ile Ammar El Hekim liderliğindeki Ulusal Hikmet Akımı Koalisyonu’nun da Tahran’a yakın oldukları bilinmektedir. Seçimlerden birinci parti olarak (Şii ancak Arap milliyetçisi olarak tanınan) Mukteda Sadr’ın “Sadr Hareketi” tarafından kurulan Sairun Koalisyonu’nun çıkması “sürpriz” olarak karşılanmış, bu sonuç ne ABD ne de İran’a yakın olmadığı bilinen, Mukteda Sadr’a Irak siyasi hayatında daha geniş bir rol oynama imkanı getirmiştir.

12 Mayıs seçimlerinin Irak nüfusu içindeki Şii-Sünni ve Arap-Kürt-Türkmen ayrımları kadar bu kesimlerin kendi içindeki bölünmeleri de ortaya çıkarttığı görülmektedir. Irak Şii kesimi kendi içinde 5 büyük koalisyona (Sairun, Fetih İttifakı, Zafer İttifakı, Kanun Devleti Koalisyonu, Ulusal Hikmet Akımı Koalisyonu) ve daha küçük parti ve koalisyonlara bölünmüştür.  Irak Sünni kesimi içindeki bölünmeler de seçimlerde kendisini göstermiştir. Bu çerçevede Usama Nuceyfi, Selim Cuburi, Cemal Karbuli, Hamis Hançer ve Muhammet Temimi gibi önde gelen Sünni siyasetçilerin “Ulusal Mihver İttifakı” adı altında birleşme çabalarının sürdüğü izlenmektedir.

Yazının Devamını Oku

Ankara Vaşington ilişkilerinde gerilim

31 Temmuz 2018
Geçen hafta Türk dış politikasında dikkatler Vaşington’la ilişkiler üzerinde toplanmıştı. ABD Başkanı Trump’ın Türkiye’ye yaptırım “tehdidinden” sonra Ankara-Vaşington ilişkilerinde tansiyon hızla yükseldi. Türkiye’den Trump’a sert  tepkiler arka arkaya geldi.

Ankara-Vaşington hattındaki “krizin” odak noktasında Türkiye’de (FETÖ ve PKK’ye yardım ve casusluk suçlamalarıyla) mahkemesi süren, ancak (sağlık sebepleriyle) tutuklu bulunduğu hapishaneden çıkarılarak, yargılanmasına ev hapsinde devam edilmesine karar verilen rahip Andrew Brunson bulunuyordu.

Gelişmeler ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence’in ABD Dışişleri Bakanlığında yaptığı bir konuşma ile başladı. Başkan Yardımcısı Pence (Brunson’un hemen serbest bırakılmasını talep ederek aksi halde) Türkiye’ye önemli yaptırımlar uygulanacağını ifade etti. Pence’in bu ifadelerinden hemen sonra ABD Başkanı Trump’ın (Brunson) çıkışı geldi. Başkan Trump da attığı bir  “twitte”  (iyi bir Hıristiyan olan) Brunson’un serbest bırakılmasını (ve Amerika’daki evine dönmesini) isteyerek, bu sağlanmadığı takdirde Türkiye’ye (geniş) yaptırımlar uygulanacağını bildirdi.

Müttefik bir ülkenin Başkan ve Başkan Yardımcısının Türk yargısında devam eden bir mahkeme sürecine bu şekilde açık müdahalesi Ankara’da kabul edilemez bulunur ve “çifte standart” olarak tepki yaratırken, Trump ve Pence’in “yaptırım” çıkışları “tehdit” olarak nitelenerek tepkiyi arttırdı. Türk yetkililer tarafından yapılan açıklamaların Türkiye’nin tehditle hareket etmeyeceği, hiçbir ülkenin Türkiye’yi tehdit edemeyeceği ve   “müttefiklik” ve “dostluk” ilişkilerinin tehdit içerikli beyanlarla yürütülemeyeceği üzerinde yoğunlaştığı görüldü.

ABD yetkililerinin (diğer bazı Batılı ülkeler de olduğu gibi) Türkiye ile ilişkilerinde sürekli olarak “yargı bağımsızlığı”, “yargı süreci” konularını dile getirirken, Türkiye’de yargı (devam eden bir mahkeme) sürecini dikkate almayan davranış ve ifadelerinin Ankara’daki tepki ve kızgınlığı arttırdığı izlendi. Bu husus Meclis Başkanı Yıldırım’ın da (konuyla ilgili) beyanında açık bir şekilde ortaya çıktı.

Türkiye ve ABD Dışişleri Bakanları konuyla ilgili olarak (kısa süre içinde) iki telefon görüşmesi gerçekleştirdiler. Gerek Pence’nin gerekse Trump’ın “Brunson çıkışlarını” ABD Dışişleri Bakanı Pompeo ile konuşmadan ve istişare etmeden yaptıkları, bu çıkışların Pompeo için de “sürpriz” niteliği taşıdığı haberleri basında yer aldı. Trump ve Pence’in “yaptırım” çıkışlarından sadece bir gün sonra Vaşington’dan “daha makul”, “sağduyulu” bir ses ABD Savunma Bakanı Mettis’den geldi. Mettis (Başkan ve Başkan Yardımcısı tarafından yapılan) çıkışların ABD ile Türkiye arasındaki “askeri” ilişkileri (olumsuz yönde) etkilemediğini, iki ülke arasındaki askeri işbirliğinin (aynen) devam ettiğini ve Menbiç’te (Suriye’de) ortak askeri devriyelere başlama yönünde hazırlıkların sürdürüldüğünü ifade etti.

ABD Kongre’sinin iki kanadında da (Senato ve Temsilciler Meclisi) Türkiye’ye (bazı) yaptırımlar uygulanmasını isteyen kararların görüşülüyor ve ele alınıyor olması Trump ve Pence’nin yaptırım çıkışına “ciddiyet” kazandırsa da, ABD’nin (yaptırım) tehditlerini “uygulamaya” koyma yönünde hareket edip etmeyeceği açık değildir. F-35 uçaklarının Türkiye’ye verilmesinin durdurulmasına ve uluslararası kredi kuruluşlarının Türkiye’ye kredi sağlamasının önlenmesine yönelik karar tasarıları (esasen) ABD Kongre’sinin önünde bulunmaktadır.

ABD’de (sayıları artan) Türkiye aleyhtarı lobilerin Vaşington’da bir süreden beri harekete geçtikleri ve (geçmişte birçok örneği bulunduğu şekilde etkili oldukları) ABD Kongresi üzerinde çalışmalarına hız verdikleri izlenmektedir.  Trump Yönetimi’nin (Kongre’den sonra) yaptırım tehditlerini uygulamaya koymak için harekete geçmesi (ikili) ilişkileri çok daha zora sokacak gelişmelere neden olabilecektir. Ancak (şimdiki halde) işaretler Trump Yönetimi’nin ilişkileri daha da gerecek yaptırımlardan kaçınmaya çalıştığını göstermektedir. ABD Savunma Bakanı Mettis Kongre’ye gönderdiği bir yazıda Türkiye’ye bir F-35 ambargosunu desteklemediklerini, (Ankara tarafından satın alınan ve 900 milyon doları ödenen) F-35 savaş uçaklarıyla ilgili (Türkiye’ye getirilecek sınırlamalardan) F-35 projesinin kendisinin de zarar göreceğini bildirmiştir.

Trump ile Pence’in “Brunson çıkışının” zamansızlığına da işaret edilmektedir. Gerçekten de son dönemde Ankara ile Vaşington arasındaki ilişkilerin tamiri ve iki başkent arasında “güven” ortamının yeniden kurulabilmesi için (önemli sayılabilecek bazı) adımlar atıldığı izlenmiştir. Menbiç Anlaşması ve Anlaşmanın uygulanmaya konulmaya başlaması iki “müttefik” ülke arasında önemli bir ilerlemedir. Menbiç Anlaşması iki ülkenin konuştuğunu, anlaşabildiğini ve (verilen sözlerin) uygulamaya geçirilebildiğini (diplomasinin başarılı olduğunu) göstermektedir. Bu çerçevede Menbiç’te ortak devriyelerin (kısa bir sürede) başlaması olumlu bir etki yaratabilecektir.

Yazının Devamını Oku

Ankara ve önemli dış politika gelişmeleri

26 Temmuz 2018
Türkiye ilk defa bir BRICS toplantısına katılacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan dün BRICS Zirvesine katılmak üzere Güney Afrika Cumhuriyetine gitti. Zirve bugün ve yarın Johannesbourg şehrinde yapılıyor. Türkiye esasen BRICS üyesi değil. Ankara’nın Johannesbourg Zirvesine İslam Konferansı Teşkilatı dönem başkanı olması nedeniyle “misafir” ülke olarak davet edildiği anlaşılıyor.

BRICS, isminden de anlaşılacağı gibi Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin oluşturduğu uluslararası bir örgüt. Bu beş ülkenin hepsi aynı zamanda G-20 (Grup-20) örgütü üyesi. Bu nedenle BRICS ile G-20 arasında esasen doğrudan bir ilişki var. Türkiye’nin de G-20 üyesi olması BRICKS Zirvesine davet edilmesini daha da anlamlı kılıyor.

Gerek BRICS gerekse G-20 Dünya ekonomik sorunlarını ele almak, uluslararası sistemde karşılaşılan ekonomik meselelere küresel sorunlar bulmak amacıyla kurulmuş örgütler. BRICS üyesi 5 ülke Dünya nüfusunun çok önemli bir bölümünü oluşturuyor. BRICS üyesi ülkeler Dünya ekonomisinde giderek çok daha büyük ve etkin bir rol oynuyor.

Johannesbourg toplantısı BRICS Zirvelerinin 10’cusu olacak. BRICS Zirveleri 2009 yılından bu yana yılda bir kere yapılıyor. Bundan sonraki BRICS Zirveleri Brezilya (11’nci Zirve) ve Rusya’da (12’nci Zirve) toplanacak. Rusya’da 2020 yılında yapılacak Zirve’nin ilginç olacağı şimdiden konuşuluyor. Rusya’nın BRICS ve (diğer önemli uluslararası bir örgüt olan) Şanghay İşbirliği Teşkilatı Zirvelerini aynı zamanda yapmayı, düzenleyeceği bu (büyük) uluslararası toplantıyla (Avrupa ve Transatlantik dışındaki) Dünya’nın bütün önemli (yükselen) ekonomilerini bir araya getirmeyi planladığı görülüyor.

Dünya’nın en büyük 19 ekonomisi ile AB’ni bir araya getiren G-20’nin bu yılki zirvesi ise 30 Kasım-1 Aralık tarihlerinde Arjantin’in başkenti Buenos Aires’de yapılacak. Arjantin G-20 Örgütünün 2018 dönem başkanlığını yürütüyor. Geçen hafta Arjantin’de üye ülkelerin ekonomi ve maliye bakanlarının katıldıkları önemli bir toplantı gerçekleştirildi. Arjantin 2018 yılı içinde (dönem başkanı olarak) G-20 üyesi ülkelerin katıldığı ve uluslararası ekonomik konuların gündemde olduğu çok sayıda toplantıya ev sahipliği yapıyor.

Arjantin’de gerçekleştirilen bu G-20 toplantıları Dünya ekonomik işbirliği için önem taşıyor. G-20 Ekonomileri Dünya gayri safi hasılasının % 85 kadarını üretiyor, Dünya ticaretinin ise (AB içi ticaret dahil) % 80’ini gerçekleştiriyor. Dünya nüfusunun 2/3’de G-20 ülkelerinde yaşıyor.

Buenos Aires toplantısı 13’üncü G-20 Zirvesi olacak. Bundan sonraki G-20 Zirveleri ise Japonya (14’üncü Zirve) ve Suudi Arabistan’da(15’inci Zirve) yapılacak. G-20 Zirveleri 2008 yılından bu yana yapılıyor. 2009 ve 2010 yıllarında (yılda) iki kez yapılan bu zirveler, 2011 yılından bu yana ise yılda bir kere gerçekleştiriliyor. Önemli bir G-20 Zirvesinin 2015 yılında Türkiye’de Antalya’da yapıldığı hatırlarda.

G-20 Zirvelerini düzenleyen dönem başkanı ülke, üye ülkelerin Ekonomi, Maliye ve Çalışma Bakanları ile Merkez Bankası başkanlarını da bir araya getiren toplantılar düzenliyor. Dönem başkanı ülkelerin geçmişte üye ülkelerin İş dünyası ve sivil toplum liderleri ile düşünce kuruluşu yetkililerini de bir araya getirdikleri (halktan halka ilişkileri güçlendirdikleri) biliniyor.

G-20 Örgütünün önemli bir yanı da Dünya’daki (geleneksel) büyük ekonomiler ile ön plana çıkmakta olan (yükselen) ekonomileri bir araya getirmesidir. Esasen G-20, Dünya’daki en büyük Batılı 7 ekonomisinden oluşan G-7 Örgütü içinde alınan kararla kurulmuştur. İlk G-20 Zirvesi de ABD’nin başkenti Vaşington’da, ikinci Zirve İngiltere’nin başkenti Londra’da, üçüncü Zirve yine ABD’de Pittsburg şehrinde yapılmıştır. Bu durum Batılı büyük ekonomilerin Dünya’nın karşılaştığı (çözüm bekleyen) ekonomik sorunların ancak G-20 formatlı bir örgüt içinde (yükselen ekonomilerin katkısıyla) çözümlenebileceğini gördükleri ve böyle bir örgütü kurmak zorunluluğunu duyduklarını göstermektedir.

Yazının Devamını Oku

Filistin sorununda yeni gelişmeler

24 Temmuz 2018
Geçen hafta İsrail Parlamentosu (Knesset) çok tartışmalı bir yasayı kabul etti. Yasa İsrail’i bir “Yahudi Devleti” olarak kabul ediyor ve İsrail’in Dünya’daki tüm Yahudilerin Devleti olduğunu ilan ediyor. Yasaya göre Dünya’daki tüm Yahudilerin İsrail’e dönme hakkı var ve ülkede kendi kaderini tayin etme hakkı sadece Yahudilere ait. Yasa, ayrıca, hukukta bir boşluk olduğu durumlarda, Yahudi Şeriatının referans olarak alınacağını, yani (iç) hukuktaki boşlukların Yahudi dini kurallarıyla doldurulacağını, Yahudi dini günlerinin resmi tatil günü sayılacağını da kabul ediyor.

“Yahudi Ulus Devleti” yasası İsrail’in başkentinin Kudüs olduğu, (İsrail işgali altında bulunan) Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim birimlerinin (kurulmaya) devam etmesi gerektiği ve (bu yerleşim birimlerinin inşasının) İsrail’in milli çıkarına olduğu yönünde bir maddeyi de içeriyor.

Esasında “Yahudi Ulus Devleti” yasası uygulamada çok yeni hususlar da getirmiyor. Yasanın (daha çok) yaptığı İsrail Hükümetlerinin uzun zamandan beri uygulamada olan (Filistinli Araplara karşı) “ayrımcı” politikalarını “yasal” hale dönüştürmek. İsrail’de Filistinlilere karşı “ayrımcı” politikalar uzun bir süreden beri zaten devam ediyor, İsrail’e gelen Yahudilere vatandaşlık (neredeyse otomatik olarak) veriliyor, Kudüs’le ilgili (uluslararası hukuka aykırı) kararlar uygulamada.

Irkçı suçlamalarıyla eleştirilen bu yasanın çıkması için uzun bir zamandan beri çalışılıyor. İsrail’de yazılı bir anayasa olmadığı için “Yahudi Ulus Devleti” yasası İsrail hukukunun oturtulduğu “temel yasalar” arasına girmiş ve İsrail Devleti’nin “Yahudi kimliği” de hukuki bir zemin kazanmış olacak.

İlk turda 62 olumlu 55 olumsuz ve 2 çekimser oyla geçen Yasanın (İsrail Parlamento kurallarına göre) kanunlaşması için iki tur daha oylanması ve kabul edilmesi gerekiyor. Yasaya gelen bütün tepkilere rağmen bunun zor olmayacağı ve “Yahudi Ulus Devleti” Yasasının kısa sürede kanunlaşacağı anlaşılıyor.

Yasanın (ilk turda) az sayılacak bir farkla kabul edilmesi, aralarında (Başbakan Netanyahu’nun partisi Likud’tan gelen) Cumhurbaşkanı Rivlin’in de bulunduğu (İsrailli) yetkililer tarafından eleştirilmesi yasanın ayrımcı, ırkçı niteliğinin İsrail içinde de görüldüğüne işaret ediyor. Yasanın ilk turda kabulünden sonra İsrail’de (yasanın muhalifleri tarafından) düzenlenen gösteriler de bunu gösteriyor.

“Yahudi Ulus Devleti” Yasasında uygulamada (hemen) değişiklik getirecek en önemli madde Arapça ile ilgili olanı. Yasa ülkenin resmi dilinin (sadece) İbranice olduğunu belirtiyor ve Arapça resmi dil olma statüsünden çıkartılıyor. Bu durum İsrail’in Filistinli Arap vatandaşları için (yasanın hukukileştirdiği) ayrımcı uygulamaların ne kadar ciddi olacağını gösteriyor. Arapça (İsrail Devleti’nin kurulduğu) 1948 yılından beri ülkedeki 2 resmi dilden biri.

Yasaya yöneltilen eleştirilerin başında yasanın (İsrail vatandaşı olan) Filistinlilere yönelik “ayrımcılığı” hukukileştirmesi geliyor. Bu yasa ile İsrail’in demokratik ve çoğulcu (çok kültürlü) yapısının ciddi bir darbe aldığı, İsrail’de bir “apartheid”  devlet kurulmak istendiği eleştirileri seslendiriliyor. İleriye bakanlar arasında yasayı İsrail’de etnik temizliğe hazırlık için ciddi bir adım olarak görenler var. Yasanın Filistin sorununun çözümü konusundaki olumsuz etkileri de seslendirilen diğer bir husus.

Yasaya (bekleneceği gibi) ilk tepkiler İsrail içindeki Filistinliler, İsrail Parlamentosu’ndaki (Knesset) Arap milletvekillerinden geldi. Filistin Cumhurbaşkanı Abbas dahil Filistin Yönetimi de yasaya sert eleştiriler getirdi. Yasayı ilk eleştiren ülkeler arasında Türkiye yer aldı. AB (çok sesli olmasa da)  yasayı eleştiren bir açıklama yaptı. Ürdün’ün yasa nedeniyle İsrail’i eleştirdiği haberinin basında yer almasına karşılık diğer Arap ülkeleri hükümetlerinden bir tepki gelmemesi dikkat çekti. ABD ve Trump Yönetimi’nden de (en azından şu ana kadar) yasayla ilgili bir açıklama gelmediği izleniyor.

Yazının Devamını Oku

Trump'ın Avrupa ziyaretinin Türkiye'ye yansımaları

19 Temmuz 2018
NATO Brüksel Zirvesi’nin Türkiye açısından oldukça “iyi” geçtiği söylenebilir.

Zirveden önce ABD’nin (eski bir Senatör olan) NATO Büyükelçisi Kay Bailey Hutchison bir Amerikan televizyonuna verdiği demeçte, Rusya’nın Türkiye’yi NATO’dan uzaklaştırmak istediğini, ancak (Türkiye’nin NATO ile güçlü bağları sebebiyle) bunda başarılı olamayacağını belirtmiştir. Esasında Türkiye’nin Batı Dünyasının güvenlik kanadını oluşturan NATO ile bir sorunu bulunmamaktadır. Türkiye NATO’ya üye olduğu 1952 yılından bu yana NATO sorumluluklarını laikiyle yerine getirmiş ve getirmeye devam etmektedir.


NATO Brüksel zirvesi sonucu yayınlanan bildiri de Türkiye açısından olumlu sayılabilecek maddeleri içermektedir. Bildiride Türkiye’nin dikkat etmesi gereken bir madde Karadeniz’le ilgili olanıdır. Karadeniz’de NATO ile Rusya arasında artacak bir gerginlik ve silah yarışı özellikle bölge ülkelerinin yararına olmayacaktır. Diğer yandan Karadeniz’de yükselecek bir gerginliğin (Boğazlardan geçişi düzenleyen) Montrö Anlaşmasını tartışmaya açmak isteyen çevrelerin işine yarayacağı açıktır. Montrö Anlaşması (Boğazlardan askeri gemilerin geçişi bakımından) Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler lehinedir. NATO ile Rusya arasında bölgede artacak bir rekabet Karadeniz’e kıyıdaş olmayan ülkelerin Montrö Anlaşmasını tartışmaya açma isteklerini de körükleyebilecektir. 


Türkiye’nin Batı Dünyası ile ilişkilerinin temelinde yatan ana sorun, Avrupa Birliği’nin uzun bir zamandan beri Türkiye’ye uyguladığı “çifte standartlar” ve “ ayrımcılık” politikalarıdır. Bugün NATO’nun 29 üyesi bulunmaktadır. Bu üyelerden 2’si (ABD ve Kanada) Kuzey Amerika ülkesidir. NATO’nun (geri kalan) 27 üyesinden 23’ü aynı zamanda AB üyesidir. Geri kalan 4 ülke Türkiye, Norveç, Arnavutluk ve (geçen yıl üyeliğe alınan) Karadağ’dır. Bu tablo bile AB’nin (her türlü gerekçeyi kullanarak ve hatta istismar ederek) Türkiye’ye (uzun bir süreden beri) uyguladığı “ayrımcılığı” ve “çifte standartları” ortaya koymaktadır. Türkiye’nin Batı Dünyasının güvenlik bölümü içinde (NATO) yer alması, buna karşılık Batı Dünyasının Avrupa’daki ekonomik ve siyasi bütünleşmesinin (AB) dışında tutulmak istenmesi çelişkili (ve zaman zaman yönetilmesi zor) bir durumu ortaya çıkartmaktadır.


Trump Yönetiminin AB karşıtı olduğu anlaşılan politikalarının ve (önemli bir NATO üyesi) İngiltere’nin AB’den ayrılmasının Türkiye’nin (Batı Dünyası içindeki) bu çelişkili durumunu nasıl etkileyeceği henüz açık değildir. Brexit İngiltere için ciddi bir baş ağrısına dönüşmüş olup, Brexit’in  (İngiltere AB ilişkilerinin) nasıl bir şekil alacağı henüz ortaya çıkmamıştır. Brexit tamamlandıktan sonra İngiltere-AB ilişkilerinin Türkiye-AB ilişkileri üzerindeki etkileri konusuna bakmak daha kolay olabilecektir. NATO üyesi olmakla beraber (kendi isteğiyle) AB dışında kalan Norveç’in durumu ise oldukça farklıdır. Çok küçük bir nüfusa sahip olan (5 milyondan biraz fazla) Norveç (tam üyelik dışında) AB ile bütünleşmesini hemen hemen tamamen gerçekleştirmiş gibidir.


Yazının Devamını Oku

Trump’ın NATO zirvesi sonrası Avrupa temasları

17 Temmuz 2018
NATO Brüksel Zirvesi beklendiği gibi olaylı geçti. Başkan Trump Zirveye “damgasını” vurdu. Brüksel Zirvesi sonrası Transatlantik arası ilişkiler çok daha karmaşık ve bölünmüş bir görüntü veriyor. Başkan Trump ile Başbakan Merkel arasındaki ilişkiler daha da gerilmiş, ABD ile Almanya arasındaki görüş ayrılıkları artık kamuoyu önünde tartışılır hale gelmiş durumda.

Başkan Trump’ın kendine özgü (sert ve diplomatik olmayan) üslubu NATO Zirvesi’nde bir kez daha kendini gösterdi. Başkan Trump’ın Amerikan iç politikasında gayet iyi bilinen bu sert tarzını uluslararası ilişkilerde de kullanması sıklıkla eleştirilen bir husus. Trump rakamları istediği gibi kullanıyor, bir gün önce söyledikleriyle ters düşen ifadeleri ertesi gün rahatlıkla sarf edebiliyor.   Brüksel NATO Zirvesinin “kaotik” bir durumda geçmesinde (Trump’ın tepki toplayan) bu üslubunun bir rolü olduğu muhakkak.

Ama “olaylı” Kanada G-7 ve “kaotik” Brüksel NATO Zirvelerinden sonra ABD ile Avrupalı “müttefikleri” arasında (üslup meselesinin çok ötesinde) ciddi görüş ayrılıklarının bulunduğu artık çok açık bir şekilde izleniyor. Esasen Başkan Trump’ın bu sorunları seçim kampanyasından beri devamlı olarak gündeme getirdiğini biliyoruz. Başkan Trump, ABD ile Avrupa arasındaki (Avrupa lehine giderek büyüyen) dış ticaret açığından ve Avrupa’nın savunmasının mali yükünün ABD’nin üzerine yüklenmesinden şikâyetçi. Başta Almanya olmak üzere AB’nin ABD ile dış ticaret açığını kapatması için hemen harekete geçmesini, Avrupa’nın kendi savunması için daha fazla (mali) sorumluluk almasını istiyor.

Trump’ı destekleyenler ABD’nin AB ülkeleriyle ticaretinin 150 milyar dolar kadar açık verdiğine, ABD’nin Almanya ile dış ticaret açığının bu rakamın nerede ise yarısını oluşturduğuna, NATO ittifakının mali yükünün %70’lere varan bölümünün hala ABD tarafından karşılandığına işaret ediyorlar; bu durumun böyle sürdürülemeyeceğini savunuyorlar. Trump’ın (hem Çin hem de AB ile dış ticaretinde “savaşlara” yol açan) “korumacı” uygulamaları ABD kamuoyunun geniş bir bölümünde destek buluyor.

Daha NATO Zirvesinin ilk saatlerinde Başkan Trump’ın Almanya’ya yönettiği  (Almanya’nın doğal gaz ihtiyacının büyük bölümünü Rusya’dan aldığı ve bu nedenle Rusya’ya bağımlı olduğu) eleştirilerin arkasında da yine ekonomik konuların bulunduğu anlaşılıyor. Başkan Trump’ın Almanya’nın ABD’den sıvılaştırılmış doğal gaz almak yerine, Rusya’dan Baltık Denizi üzerinden  (Kuzey Akım doğal gaz boru hattının kapasitesini arttırarak) gelen boru hattından daha fazla gaz almaya yönelmesine kızdığına işaret ediliyor.

Ancak, Trump Yönetimi’nin AB ile ters düştüğü konular bunlarla (büyüyen dış ticaret açığı, NATO’nun mali yükünün karşılanmasıyla) sınırlı değil. Rusya ve İran’la ilişkilerin nasıl olması gerektiği, Filistin Sorununa yaklaşım, mülteciler konusundaki uygulamalar gibi önemli dış politika konularında da ABD ile AB arasında görüş ayrılıkları (zaman zaman) ön plana çıkıyor. Başkan Trump bu sorunlarda AB’nin kendisini izlemesi yerine “bağımsız” ve “farklı” tutumlar ortaya koymasından oldukça rahatsız gibi görünüyor.

İşaretler Başkan Trump’ın Avrupa’nın Almanya çevresinde ekonomik ve siyasi birleşmesinden ve bütünleşmesinden rahatsız olduğunu gösteriyor. Trump Yönetiminin Almanya’nın uluslararası ilişkilerde artan rolünden ve ağırlığından tedirginlik duyduğu anlaşılıyor. Bu çerçevede Trump’ın Rusya ile ilişkilere bile Almanya’nın Avrupa’da artan ağırlığının dengelenmesi açısından baktığını tahmin etmek mümkündür. Trump’ın NATO Zirvesinden (ve İngiltere ziyaretinden) hemen sonra dün Helsinki’de Rusya Devlet Başkanı Putin’le görüşmesinin öneminin Berlin başta olmak üzere AB üyesi ülkelerin başkentlerinde dikkatlerden kaçmadığı muhakkaktır. Bu çerçevede Almanya Dışişleri Bakanının artık ABD’ye tümüyle güvenemeyiz ifadeleri ilgi çekicidir.  

Trump’ın (Brüksel NATO Zirvesi’nden hemen sonra) İngiltere’ye yaptığı ziyaret de büyük bir ilgi toplamıştır. Her ne kadar İngiltere ziyaretinin sonraki bölümlerinde farklı ifadeler kullansa da, Trump’ın ziyaret başlamadan önce bir İngiliz gazetesinde yayınlanan mülakatının yankıları geniş olmuştur. Trump’ın geçmişte İngiltere’nin AB’den ayrılmasını (Brexit) desteklediği bilinmektedir.  İngiltere ziyareti sırasında belirttiği bütün hususlar Başkan Trump’ın “yumuşak” bir Brexit’i tercih eden Başbakan Thereca May’ı değil (AB’ye fazla taviz verilmemesini ve gerekirse) “sert” bir Brexit’i savunan (ve Thereca May’le bu konudaki anlaşmazlıkları nedeniyle Dışişleri Bakanlığından yeni istifa eden) Boris Johnson’u tercih ettiğini ortaya koymaktadır. Trump İngiltere ziyareti sırasında Başbakan Thereca May ile ilişkilerini güçlendirmeye çalıştıysa da mülakatın etkilerini (tamamen) kaldırması mümkün olmamıştır.

Trump’ın mülakatında Başbakan May’e (AB’ye Brexit için verdiği tavizler çerçevesinde) ABD’nin İngiltere ile Serbest Ticaret Anlaşması yapmayacağını söylediğini belirtmesi özellikle ABD-İngiltere ilişkilerinin geleceği açısından da soru işaretleri doğurmuştur. Başkan Trump daha sonra bu ifadelerini de değiştirdiyse de Brexit sonrası ABD-İngiltere ilişkilerinin nasıl bir şekil alacağı konusundaki soruları tam olarak ortadan kalktığını söylemek zordur. Trump’in (mülakatın yaratacağı tepkileri tahmin etmemesi imkanı olmadığına göre) İngiltere iç politikasına bu yönde açıkça görünür bir şekilde müdahale etmesinin arkasında AB’ne duyduğu husumetin olduğunu düşünmek gerekmektedir.

Yazının Devamını Oku

Türkiye ve NATO ittifakı

12 Temmuz 2018
Brüksel’de dün başlayan NATO Zirvesi bugün tamamlanacak.

Aralarında Başkan Trump’ın da bulunduğu çok sayıda devlet ve hükümet başkanı bu Zirve için Brüksel’de. NATO Zirvesinde Türkiye’yi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan başkanlığında bir heyet temsil ediyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan yeniden seçilmesinden ve Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişinden sonra yurt dışına (Azerbaycan ve KKTC’ye) yaptığı ilk (geleneksel ikili) ziyaretlerden sonra NATO Zirvesine katılmak için Brüksel’e geldi.

Türkiye 66 yıldan bu yana NATO üyesidir. NATO 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra 1949 yılında (o dönemde) Sovyetler Birliğinin Avrupa’da doğurduğu güvenlik tehdidine karşı 12 Transatlantik ülkesi tarafından kurulmuştur. Türkiye’de (yine aynı sebeple, kuruluşundan sadece 4 yıl kadar sonra, Yunanistan’la beraber) 1952 yılında NATO İttifakına üye olmuştur.

Ankara’nın NATO üyesi olmak için 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gösterdiği yoğun çabanın temelinde Sovyetler Birliği’nin (o dönemde) Türkiye için yarattığı açık tehdidin bulunduğu görülmektedir. Savaştan sonra (Bulgaristan dahil) Doğu Avrupa ülkelerinin komünist güçlerin kontrolüne (ve Sovyetler Birliği işgali altına) girmesi, Moskova’nın Yunan iç savaşında oynadığı rol ve (her şeyden önemlisi) Sovyetler Birliği’nin Türk Boğazları konusundaki istekleri ve Türkiye’ye yönelttiği (açık ve kapalı) toprak talepleri Ankara’da ciddi endişe yaratmıştır.

Türkiye de bu dönemde (Batı Avrupa ülkeleri gibi Sovyetler Birliği’nin yarattığı tehdide karşı)  güvenlik arayışında (ABD ile artan ilişkileri ve) NATO’yu odak noktası olarak görmüş, Türkiye’nin tam üyeliğine karşı NATO’nun Avrupalı bazı üyelerinden gelen başlangıçtaki bazı itirazların aşılmasından sonra (Yunanistan ile birlikte) NATO ittifakına alınmıştır.

Türkiye (ve Yunanistan’ın) NATO üyeliğine kabulü NATO’nun Avrupa’daki ilk genişlemesidir. NATO üye sayısı 12’den 14’de çıkmış, bundan sonraki genişleme 1955 yılında Batı Almanya’nın NATO’ya alınmasıyla gerçekleşmiştir. Sovyetler Birliğinin (ve Varşova paktının) dağılmasından sonra NATO ittifakının genişlemesi hızlanmış, NATO üye sayısı (bugün) 29’a yükselmiştir.

NATO’nun Doğu Avrupa’da (hemen sınırlarında) genişlemesinin Moskova’da ciddi bir rahatsızlık yarattığı, bu rahatsızlığın özellikle Ukrayna ve Gürcistan konusunda giderek arttığı ve Moskova’nın bu iki ülkeye yaptığı müdahalelerin arkasında Batı’nın (NATO ve AB olarak Rusya’ya doğru) genişlemesinin yattığı açıkça görülmektedir. Bugün Batı ile Rusya arasındaki yeni çatışmadan en fazla etkilenen ülkeler de Ukrayna ve Gürcistan olarak ön plana çıkmaktadır.

NATO 66 yıldan bu yana Türkiye ile Batı Dünyasını bağlayan en önemli kurum olmuştur. Türkiye “Soğuk Savaş” döneminde NATO’nun ön planda rol oynayan ülkelerinden biri durumuna gelmiş, Batı Dünyasındaki rolü giderek artmıştır. Ancak Soğuk Savaşın bitmesinden sonra Türkiye Batı ilişkilerinde “sorunlar” kamuoyunun önüne çıkmaya ve Türkiye ile Batı arasında “bir şeylerin iyi gitmediği” daha fazla görülmeye başlanmıştır.

Yazının Devamını Oku

NATO zirvesinin düşündürdükler….

10 Temmuz 2018
Brüksel’de NATO Zirvesi yarın başlıyor. Zirve 2 gün devam edecek. NATO Zirveleri hem İttifak sorunlarının en üst düzeyde ele alınması, hem de üye ülkelerin liderlerinin ikili temaslar yapmasına olanak tanıması bakımından önemli.

NATO Zirveleri düzenli değil. Gerek görüldüğü zaman yapılıyor. NATO kurulduğundan (1949 yılından) bu yana 27 Zirve gerçekleştirilmiş. Brüksel’deki son toplantı 28. Zirve oluyor. Zirveler ya üye ülkelerde ya da NATO Merkezinin bulunduğu Brüksel’de (Belçika’da) yapılıyor. Zirvelere NATO Genel Sekreteri başkanlık ediyor. Üye ülkelerde yapılan son toplantı 2016 yılı Temmuz ayında Varşova’da (Polonya’da) toplanmış. Bir NATO Zirvesinin de 2004 yılında Türkiye’de İstanbul’da yapıldığını hatırlıyoruz.

Son dönemlerde NATO Zirvelerinin daha sıklıkla yapıldığı izlenmektedir. NATO’nun ilk 40 yılında sadece 10 Zirve yapılmışken, daha sonraki dönemde (1990’lı yıllardan bu yana son 18 yıl içinde) yapılan Zirve sayısı (son Brüksel Zirvesiyle) 18’e yükselmiştir. 1990 yılının önemi, uluslararası alanda bir dönüm noktası olmasıdır. 1990 yılında Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı dağılmıştır. İki kutuplu Dünya düzeni de bu iki önemli gelişme ile bitmiştir. Yani Batı (NATO) ile Doğu (Varşova Paktı) arasındaki “Soğuk Savaşı” NATO kazanmıştır. “Soğuk Savaşı” takip eden bir dönem Dünya’da ABD hakimiyetinde “Tek Kutuplu” bir Dünya düzeni kurulduğu görüntüsü oluşmuştur.

Ancak bu görüntü kısa dönemde değişmiştir. Uluslararası alanda Vaşington yanında yeni (askeri ve ekonomik) güç merkezleri ortaya çıkmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti ekonomik ve askeri bir güç merkezi haline gelmiştir. Avrupa Birliği (ve Almanya) ABD’nin Dünya’daki ekonomik üstünlüğü için önemli bir rakip olarak görünmektedir. Putin’in iktidara gelmesinden sonra Rusya (askeri gücünü kullanarak) tekrar (dikkate alınması gereken) siyasi bir güç merkezi oluşturmuştur. Bugün Uluslararası sistemin tekrar (2. Savaşı’ndan önce olduğu gibi) çok güç merkezli bir yapıya döndüğüne işaret edilmektedir.

NATO’nun Zirve toplantıları daima uluslararası kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekmiştir. Ancak yarın Brüksel’de başlayacak Zirveye olan ilgi daha da artmış görülmektedir. Bunun bir sebebi NATO Brüksel Zirvesinin “olaylı” G-7 Zirvesinden sadece bir ay kadar sonra yapılması ve ABD Başkanı Trump’ı (G-7 Zirvesi sırasında kamuoyu önünde sert sözlerle atıştığı) Transatlantik ülkeleri liderleri ile (sadece bir ay kadar sonra tekrar) bir araya getirmesidir.

G-7 Zirvesi ABD ile Transatlantik “müttefikleri” arasındaki sorunları çok açık bir şekilde ortaya çıkartmıştır. Başkan Trump’ın Kanada’da yapılan G-7 Zirvesine Kanada ve AB ülkelerinden yapılan çelik ve alüminyum ithalatına (%25 ve %10 oranında) gümrük vergileri getirdikten sonra gitmesi G-7 Zirvesine katılan liderler arasında ciddi görüş ayrılıklarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

ABD’nin en yakın müttefikleri arasında bulunan Kanada’nın Başbakanı Justin Trudeau ile Başkan Trump arasında teati edilen karşılıklı sert sözler Dünya kamuoyunun ilgisini toplamış, Trump ile Almanya Başbakanı Merkel arasındaki açık (kamuoyuna yansıtılan) gerginlik (diplomasinin magazinini yapanlar kadar) uluslararası ilişkiler gözlemcilerini de şaşırtmıştır.

Basında Başkan Trump’ın elindeki şekerleri Başbakan Angela Merkel’e doğru fırlatarak “hey Angela artık sana bir şey vermiyorum deme” dediği iddia edilirken, yine basında Merkel’in sıkıntılı bir şekilde oturan Trump’a (diğer G-7 ülkeleri liderleriyle birlikte) yüksekten sert şekilde bakan fotoğraflarının (basına) Alman Başbakanının ofisi tarafından “sağlandığı” bilgisi yer almıştır.

Sonuçta ABD, G-7 Zirveleri sonucunda (geleneksel olarak) yayınlanan ortak bildiriye katılmayacağını açıklamıştır. Bir üye ülkenin G-7 ortak bildirisine katılmaması G-7 geçmişinde ilk kez olması sebebiyle geniş ilgi toplamıştır. Dünyanın (serbest piyasa ekonomisine sahip) en gelişmiş 7 ülkesini bir araya getiren G-7 grubunun (Japonya hariç) tüm üyeleri (ABD, Kanada, İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya)  aynı zamanda NATO ittifakının da üyesidir. Bu bakımdan Brüksel NATO Zirvesi’nin nasıl geçeceği ve (özellikle) Trump ile Kanada ve Almanya Başbakanları arasındaki temaslar  (Başkan Trump’ın önceden kestirilemeyen davranışları da dikkate alındığında) Dünya kamuoyunun bütün dikkatini üzerine toplamış gözükmektedir.

Yazının Devamını Oku