Küçük ve salaş meyhanenin her zamanki akşamcıları, kadehlerinin başına çökmüş biraz meze biraz muhabbet eşliğinde demleniyorlardı. Birden kapıda nefes nefese komi Salih göründü.
‘‘Geliyor abiler. Sokağın köşesini döndü!’’
Salih'i kapıya erkete dikmişlerdi.
Meyhanede bir hareket başladı. Masalar düzeltiliyor, tabaklar bardaklar değiştiriliyordu. Akşamcılar kendilerine çeki düzen veriyor, kimi göbeğe kadar açık düğmelerini ilikliyor, kimi saçını tarıyordu.
‘‘Remzi oğlum, şu lahmacunla çiğköfte tabağını kaldır. Yerine beyaz peynirle kavun getir çabuk.’’
‘‘Remzii, ne cehennemde kaldın? Benim Arnavut ciğerini yetiştir. Moruk neredeyse damlayacak.’’
‘‘Nasıl saçın başım düzeldi mi abi?’’
‘‘Saçların iyi de, sakalların su koyveriyor Oktay.’’
Az sonra meyhanenin kapısında yaşlı bir adam göründü. Bastonuna dayanıp miyop gözlerini kısarak meyhane milletini süzdü. Sonra bastonunu tıngırdatıp hafif sarsak adımlarla en yakın masaya doğru yürüdü.
‘‘Afiyet olsun arkadaşlar.’’
‘‘Buyur beybaba.’’
Beybaba, buyuru beklemeden masaya çökmüştü bile. Yine kısık ve dikkatli bakışlarla masaya bir göz attı.
‘‘Sana bunu yakıştıramadım Turhan.’’
‘‘Neyi beybaba?’’
‘‘Rus salatasını.’’
‘‘Rus salatasının neyi var ki?’’
‘‘Gayet büyük hatası var. Hayır salatanın değil, senin hatan var.’’
‘‘Neymiş hatam?’’
‘‘Hatta hatan değil, ayıbın var. Rus salatasıyla rakı içilir mi evladım? Salatanın adı üstünde... Ruslar ne içer? Votka içer. Demek ki Rus salatası votka mezesiymiş. Votka mezesiyle rakı içmek, rakı ehline yakışır mı?’’
‘‘Tuu, boyun devrilsin Remzi! Sana kaç kere bizim masaya Rus salatası koyma demedim mi? Çabuk şunu al da, yerine münasip bir meze getir.’’
Garson Remzi, elinde cacık kasesiyle koşturdu. İhtiyar cacığa da dik dik baktı.
‘‘Nerede bunun zeytinyağıyla maydanozu oğlum? Götür, üstüne koy da getir. Zeytinyağı sızma olacak haa!’’
İhtiyar masadaki diğer akşamcıya döndü:
‘‘Bu kaçıncı duble Rıfat?’’
‘‘İkinci beybaba.’’
‘‘Ama seni sarkmış gördüm. Daha ikinci kadehte sarkarsan, üçüncüde sızarsın. Beş kadehten az içilen rakıya ben rakı demem. Rakıyı küstürürsün. Ama sizde beş kadehlik metanet ne gezer? Çünkü yol-yöntem bilmiyorsunuz. Rakıya oturmadan önce ekmeğin üzerine bir parmak kalınlığında tereyağı süreceksiniz. Tereyağı bulamazsanız, ekmeğin yünlü tarafını zeytinyağına banıp yiyeceksin. Yağ mideyi sıvazlar. Ondan sonra içtiğin rakı, domdom kurşunu olsa midene işlemez. Bir de beyaz leblebi yiyeceksin ki, leblebi onu mide cidarına yapışıp sıvasın. Rahmet olsun Atatürk'ümüz, rakıya oturunca sabahlara dek okkayla rakıyı götürüp de cin zekásıyla en zorlu memleket meselelerini nasıl çözebilirdi bakalım? Hep beyaz leblebi sayesinde.’’
İhtiyar cebinden bir torba leblebi çıkarıp masaya koydu. Sonra da masaya dayanıp ıhlayarak kalktı ve bitişik masaya geçti.
‘‘Muhabbetiniz bal, şeker olsun.’’
‘‘Sağol beybaba. Sen de bir kadeh almaz mısın?’’
İhtiyar, ikram sahibine gayet kötü baktı.
‘‘Bu hararetli muhabbetiniz ne üstüneydi?’’
‘‘Bugünlerde başka ne muhabbeti olabilir? Futbol üstüne laflıyorduk.’’
‘‘Vah vah, içtiğiniz rakıya ayıp etmişsiniz.’’
‘‘Futbolun rakıya ne zararı var?’’
‘‘Şu zararı var ki, futbol muhabbetinin sonunda mutlaka kalp kırılır. Hatta kalple kalmayıp kafa bile kırılır. Çünkü Milli Takım'ı bile konuşuyor olsanız, laf dönüp dolaşıp Fener-Galatasaray şamatasına dayanır. Biriniz kalkıp 'Milli Takım dediğin silme Galatasaray takımı... Bülent'inden Hasan Şaş'ına, Ümit'inden Hakan'ına kadar Galatasaray ter döküyor, Fenerliler bedavaya kostaklanıp böbürleniyor' deyiverir.’’
‘‘Hay ağzını öpeyim beybaba. Deminden beri şu Fenerli Naci'nin got kafasına bu gerçeği sokamadım.’’
‘‘Ulan Gassaray dönmesi, bizim Rüştü olmasa Milli Takım'da on değil, elli Gassaraylı olsa yine de bizi çiğnerlerdi. Senin adamın bir gol atıyor, bizim Rüştü her maçta beş gol kurtarıyor. Asıl siz sayemizde hindi gibi guduklayıp kabarmaktasınız. 15 yıldır kendinize bir kaleci bulamadınız be! İthal gavurlara el açmaktan Yenicami dilencilerine döndünüz. Gelsin Simoviç, gitsin Taffarel... Şimdi de kaçmasın diye Mondragon'un mabadını yalıyorsunuz.’’
‘‘Naci, terbiyeli konuş yoksa....’’
‘‘Yoksa ne olurmuş be! Dediklerim yalan mı?’’
İhtiyar,
‘‘Ben size futbol rakıya dokunur, sonra rakı da size dokunur demedim mi? Rakıyı adabıyla içmeyen sirke içmeli!’’ deyip sırıtarak kalktı. Etrafı süzüp çökecek münasip bir masa arandı. Akşamcılar hiç kımılmadan masalarına sinmişler, ihtiyardan yana bakmamaya çalışıyorlardı. İhtiyar meyhanenin sessizliği içinde köşedeki masaya yürüdü.
‘‘Afiyet olsun Mustafa oğlum. Maaşallah seni bugün gayet keyifli gördüm.’’
‘‘Rakı dediğin gam-kasavet dağıtmak için değil mi beybaba.’’
‘‘Haklısın, rakı en onulmaz dertlere derman, en gamlı yüreklere zemzem ilacıdır. Seni böyle şen-şakrak görünce yüreğim yağ bağladı. Eee, işler nasıl bakalım?’’
‘‘Biliyorsun, iki aydır işsizim.’’
‘‘Tüh, unutmuşum. İşsizlik çok zordur ve onur kırıcıdır. Çok çektim bilirim. Parasızlık bir yana, insan kendini hiçbir işe yaramayan, çöpe atılmış partal pabuç gibi hisseder. Eve dönüp karısının yüzüne bakmaktan utanır. Haa, ev dedim de aklıma geldi. Oturduğun ev senindi değil mi?’’
‘‘Ne gezer. O gecekondu bozmasına her ay 150 milyon kira veriyoruz.’’
‘‘Vah vah, bir süre sonra onu da veremeyeceksin. Herif seni çoluk çocuk demeden kapının önüne koymaya kalkacak. Ev sahipleri gaddardır.’’
‘‘Of off, haklısın beybaba. Bu ay kira gecikti diye adam şimdiden mızırdanmaya başladı bile.’’
‘‘Aman sıkma canını, çoluk çocuk dedim de aklıma geldi. Senin oğlan hálá yürüyemiyor değil mi? Kaç yaşına geldiydi?’’
‘‘3 yaşını geçen ay bitirdi. Sadece emekliyor.’’
‘‘Aman Mustafa, hiç ihmale gelmez. Çocuğu mutlaka bir doktora göster.’’
‘‘Hangi parayla?’’
‘‘Bul buluştur yahu. İleride okula gidemez, iş güç sahibi olamaz, evlenemez bile başına kalır.’’
‘‘Ne yapalım yüce Mevla'nın takdiriyse katlanırız. Of be...’’
‘‘Sen yine de dert etme ve moralini bozma Mustafa oğlum. Hanımın sık sık hastalanmasını da boşver. Remzii, Mustafa abine benden yarım ufak getir.’’
‘‘İstemez. İçesim kalmadı beybaba.’’
‘‘İçmemek olur mu be? Asıl şimdi içme zamanı. Rakı efkárını dağıtır, içini serinletir. Ekşitme suratını Mustafa oğlum. Gel senin memleketten bir türkü okuyalım da keyfin yerine gelsin.’’
İhtiyar hicranlı bir sesle, ‘‘Felek beni taşa çaldı neyleyim’’ türküsüne başladı. Mustafa da türküye katıldı. İhtiyar az sonra hıçkırıp gözlerinden sel gibi yaş döken Mustafa'yı bırakıp bitişik masadaki delikanlının tepesine dikildi.
‘‘Oktay, suratının bu hali ne?’’
‘‘Suratımda ne varmış?’’
‘‘Bir karış sakal var. Tıraş olmadan masaya oturmak, rakıya saygısızlıktır. Rakı bize Mevla'mızın verdiği en büyük nimetlerden biridir. Ekmeği yerde bulunca nasıl öpüp başına koyuyorsun, rakıya da öyle saygı göstermek gerekir. Rakının kadrini bilmeden içersen boğazını yakar, ciğerini dağlar. Atalarımız, 'Ana kadrini, baba kadrini, hele hele rakı kadrini bil!' lafını boşuna mı etmişler.’’
İhtiyar bir yandan söylenip bir yandan iç cebinden çıkardığı tıraş takımıyla Oktay'ı tıraş etmeye başladı. Delikanlının 'Amanın kulağım, amanın burnum!' avazlarına aldırmadan tıraşını bitirdi ve bastonunu tıngırdatıp meyhaneden çıktı gitti.
* * *
Meyhaneden çıkınca keyifle sırıttım. Alçaklar, doktorun bana yasak ettiğini bilmezlermiş gibi her akşam bana inat zıkkımlanıp duruyorlar. Şu garip ihtiyara günahtır demiyorlar. Ben de adamın içtiğini böyle gırtlağına dizerim işte. Bir araba çevirip ‘‘Çiçek Pasajı'na çek’’ dedim. Çünkü şu anda bizim ihtiyar boksörler takımı da Seviç meyhanesine kurulup benden gizli demleniyorlardır. Ama şimdi sıra onlarda. İçtiğiniz zehir zıkkım olsun e mi!