Paylaş
Gerçeğinizle yüzleşin
Markete giderken Remzi'ye bir merhaba diyeyim dedim. Çocuğa epeydir uğramamıştım. Herhalde ayıp olmuştu ve beni mutlaka çok özlemişti. Remzi, tablasındaki son kalan balıkları ıslatıyordu.
‘‘İşler iyi anlaşılan.’’
‘‘Ne iyisi be ağabey, millet balık yememeye tövbeli sanki!..’’
‘‘Ama tablada az balık kalmış.’’
‘‘Bu fiyatlarla daha fazlasını almaya gücüm yetmiyor. Birkaç kilo istavrit, birkaç palamut, biraz da hamsi... Zaten yarısı da elimde kalıyor’’
‘‘Ama sen de balıkhaneden balık seçmesini pek bilmiyorsun be Remzi'ciğim. Bak bu palamutların gözlerinin feri sönmüş. Kulaklarının arkası da kahverengiye dönmüş. Halbuki, kan gibi kırmızı olmalı... İstavritlerin hali daha da beter. Pelte gibi olmuşlar. Balık dediğin kuyruğundan tutunca eğilip bükülmemeli... Elinde kazık gibi durmalı. Malın taze olmayınca satamıyorum diye şikáyet etmeye de hakkın yok.’’
Soğuktan olacak, Remzi'nin yanakları kızardı. Gözlerini oraya buraya devirdi. Sonra bakışları duvarına astığı Fenerbahçe takımının resminde sabit kaldı.
‘‘Bu yıl da şampiyonluk filan bekleme sakın. Yoksa düş kırıklığına uğrarsın. Seni üzgün görünce, benim de yüreğim parçalanıyor.’’
‘‘Niye şampiyon olamazmışız? Türkiye'nin en iyi antrenörü Denizli bizde!.. En iyi oyuncular da bizde!.. Hepsi dünya çapında birer yıldız!..’’
‘‘Yıldız ama, bunlar gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar Remzi'ciğim. Hepsi sahaya birer sandalye atıp topun ayaklarına gelmesini bekliyorlar. Orta sahada Conson'dan başka mücadele eden yok. Savunma dersen, kevgir gibi... Uçe ağır, Ogün geri dönemiyor, Mustafa Doğan hababam çalım yiyor. Rüştü olmasaydı, şu anda sekizinci sırada filan olurdunuz. Gençlerbirliği maçını bir hatırlasana!..’’
Aslında hava pek soğuk değildi ama, Remzi'nin yanakları biraz daha kızardı.
‘‘Bizim forvet yediğimizden fazlasını atar be!..’’
‘‘Hangi forvet yahu? Anderson sakat, kendini toparlayana kadar sezon biter. Baliç de sakat mı değil mi belli değil. İspanya'daki ameliyatını yanlış yapmışlar diye okudumdu. Fener'in golleri biraz Rapayiç'in frikiklerine, biraz da Allah'a kaldı gibime geliyor. İnsan takımını ne kadar severse sevsin, gerçekleri görmeli Remzi'ciğim. Gerçekleri kabul etmeli ki, sonradan üzülmesin!..’’
Remzi,
‘‘Kusura bakma, ben cuma namazına gidiyorum. Sen de gidip alışverişini yap.’’ deyip bir hışım dükkándan fırladı. Arkasından, ‘‘Ama günlerden bugün perşembe!..’’ diye bağırdımsa da herhalde duyuramadım. Caddenin köşesinden hızla kayboldu.
*
Mecidiyeköy Karakolu'nun önünden geçerken kapıda nöbet tutan polise, koltuğunun altındaki silahın namlusunu yere doğru tutmasını, yoksa bir kaza olabileceğini, atalarımızın boşuna ‘‘Bunları şeytan doldurur’’ demediğini anlatmaya çalıştım. Ama o, ‘‘Bunlar zaten dolu’’ diye cevap verdi. Sonra da Emniyet Amiri Salih Bey'in karakolda olup olmadığını sordum. Polis içeriye,
‘‘Amirim içerde mi?’’ diye seslendi. İçerden de,
‘‘Kim soruyor?’’ diye biri bağırdı.
‘‘Hani haftada üç kere gelen bir ihtiyar var ya, yine o geldi.’’ Az sonra içeriden,
‘‘Amirim yokmuş, Erzurum'a tayini çıkmış.’’ diye cevap geldi. Ben de kapıdaki polise terörle yaşamalarını öğrenmelerini, her zaman evlerine ayrı yollardan gitmelerini, ilk silah sesinden sonra mutlaka komando taklası atmalarını ve emniyeti kapalı bile olsa böyle otomatik silahın tetiğiyle sinirli sinirli oynamamaları gerektiğini uzun uzun anlattım.
Ayakta dikilip onca lafı etmekten biraz yorulmuştum ama, polis bile olsa insanların artık gerçekleri görmesi gerekti. Allah göstermesin, her an Gaffar müdür gibi alçakça bir pusuya düşebilirlerdi.
*
Giyimi, kuşamı ve kendi de hoş orta yaşlı bir hanım, önce yüzüme dikkatlice baktı. Sonra tahminime göre güvenebileceğine kanaat getirip yolumu kesti.
‘‘Afedersiniz beyefendi, buradan Levent'e nasıl gidebilirim?’’
‘‘Levent'e niye gitmek istiyorsunuz? Levent, mahvoldu!.. Ucube gökdelenleri, karapara kazananların barları, diskoları, meyhaneleri ve yola park ettikleri arabalarıyla bir köy helasının kuburuna döndü. Aklınız varsa Levent'e gitmeyin!..’’
‘‘Ama Cahide de Levent'te oturuyor. Ona bugün geleceğim diye söz verdim.’’
‘‘Cahide de kim?’’
‘‘Benim liseden arkadaşım, yıllar sonra bir galada buluştuktu.’’
‘‘Cahide Hanım'a benden selam söyleyin, aklı varsa hemen evini satıp Levent'i terk etsin. Çünkü bir gün evinden çıkamayacak hale gelecek. Çıkarsa da, evine giremeyecek. Evlerin fiyatları düşmeden satarsa, akıllılık eder. Ona bu gerçeği Levent'e gitmeden telefonda da söyleyebilirsiniz. İnsanların gerçekle yüzleşmesi gerek!..’’ deyip önümüzden geçen bir taksiyi durdurdum ve şoföre 2 milyon verip hanımı Beşiktaş'a götürmesini söyledim. Arabaya zorla soktuğum hoş hanımın itirazlarına ve bağırıp çağırmalarına karşı,
‘‘Beşiktaş'ta hiç olmazsa biraz deniz havası alıp ülkenin bu gerçeğini biraz daha düşünürsünüz.’’ deyip arabanın kapısını kapadım.
*
Markette kalın kabuklu Vaşhington portakalı niyetiyle satılan suyu kıçına kaçmış portakallardan almaya çalışan bir sürü müşteriye engel oldum. Çünkü sıkılmalık diye satılan ince kabuklu portakallar, hem daha sulu hem daha tatlıydı. Üstelik de ithal olmayıp daha ucuzdu. Hormonlu maydanozlardan almalarına da engel oldum. Elimin ayası kadar hormonlu maydanozların ne kokusu vardı, ne de tadı!..
Onca poşeti hafif eğrilmiş belim ve titreyen bacaklarımla taşıyamayacağım için marketten çıkınca bir taksiye bindim. Şoför şen şakrak ve keyifli biriydi. Ama arabasını yanlış kullanıyordu.
‘‘Kaç yıllık şoförsün?’’
‘‘Eh, şöyle böyle 20 yıl oldu abi.’’
‘‘20 yılda kimseyi sağından geçmemeyi öğrenemedin mi?’’
‘‘Ama yola baksana abicim.’’
‘‘Arabaların kıçına da bu kadar sokulma. Öndeki herif acemidir, arabayı kaydırır, sana vurur. Üstelik böyle yağmurlu havada arabayı yüksek vitesle kullanacaksın ki, ayağını frenden çekince kaymasın.’’
Şoför bir şey demedi ama, hareketleri hızlandı. Vitesi daha hızlı geçirmeye ve dur-kalkları daha sert yapmaya başladı.
‘‘Şu sokağa gir ama, virajı açıktan al. Her an soldan biri fırlayabilir. Şimdi hafif sol yapıp öndeki Mersedes'in arkasına gir. Böyle asabi araba kullanmaktan da vazgeç. Bunca kaza neden oluyor sanıyorsun? Yarısı öfkeden, yarısı da alkolden... İşe çıkarken bir iki kadeh atmadın değil mi? Artık bu gerçekleri kendimize itiraf etmeliyiz!..’’
Bindiğim araba öndeki Mersedes'in kıçına dank diye vurup durdu. Ama tam benim apartmanın önünde durduğu için ben de marketten aldığım öteberi poşetlerini aldım ve taksimetrede yazan 800 bin lirayı şoförün koltuğuna bıraktım. Şoföre veremedim çünkü o, vurduğu Mersedes'in şoförüyle dövüşüyordu.
*
Asansörü beklerken alt katımda oturan Kaya Bey'e rastladım. Merhabalaştıktan sonra,
‘‘Afedersiniz Oğuz Bey, kazağınızı ters giymişsiniz’’ dedi. Kaya Bey, benden bir hayli moruktu. Kibarlığımdan ötürü ses etmedim.
‘‘Cebinizde de bir palamut var. Onu şu naylon poşete koysak daha iyi olmaz mı?’’ deyince herifi bir an duvara çarpasım geldi.
‘‘Pantolonunuzun fermuarı da açık. Üstelik külot da giymemişsiniz. Lütfen bu yaşta kendinize dikkat edin, üşütüp hastalanacaksınız!..’’
*
O bunak Kaya'yla bir haftadır selamlaşmıyoruz. Apartmanda dolaşıp bir sürü dedikodu yapmış. Güya, asansör kapısında ben onun gırtlağını sıkmışım. Bunak herif ne olacak!..
İnsan kendi gerçeğiyle yüzleşmeli ve bunadığını kabul etmeli. Oysa, ben onun gırtlağına dokunmamış, sadece midesine bir aparkat vurmuştum.
Faks: 273 01 92
Paylaş