Paylaş
Şarkılarınıza sahip çıkın
Rumeli Kavağı'nda deniz kıyısında tek başına oturan yaşlı adamın görüntüsü hoşuma gitmişti. Denizle çakılların birleştiği yere koyduğu küçük tabureye oturmuş, yanındaki meyve sandığının üstüne de bir çilingir sofrası kurmuştu. Yeni atmaya başlayan şafağın alaca aydınlığında iki yana hafifçe sallanıyor, sonra çay bardağındaki rakısından bir yudum alıyordu.
‘‘Günaydın.’’ dedim. İşaret parmağını dudaklarına götürüp,
‘‘Şışşt, müzik dinliyorum.’’ dedi.
Çevre ıssızdı, ne ev ne de insan vardı.
‘‘Afedersiniz ama, ben bir şey duymuyorum.’’
‘‘Dinlemeyi unutmuşsunuzdur.’’
‘‘Sizi duyuyorum ama, müzik sesini duymuyorum.’’
‘‘Denize doğru dönün, gözlerinizi kapatın... Şimdi duyacaksınız!’’
‘‘Dediklerinizi yaptım ama yine bir şey duymadım.’’
‘‘Şarkı sesini de duymadınız mı?’’
‘‘Ne şarkısı, kim söylüyor?’’
‘‘Balıklar!..’’
‘‘Balıklar mı?’’
‘‘Tabii, balıklar bu saatte şarkı söylerler.’’
Dönüp adamın yüzüne dikkatle baktım. Hayır, dalga geçmiyordu. Gözlerini kapatmış keyifle sallanarak, benim duymadığım şarkıyı dinliyordu.
‘‘Bakın şimdi isravrit ince sesiyle, şarkının meyanını söylüyor. Arkadan çinekop ve uskumrular nakarat kısmını söyleyecekler. Sanırım Hicazkár makamında bir şarkı bu...’’
‘‘Peki, midyeler hangi şarkıyı söylüyorlar?’’
‘‘Ağızları kapalı olduğu için onlar şarkı söylemez, sadece dinleyip alkışlarlar.’’
İhtiyarı balıkların şarkısıyla başbaşa bırakıp yürüdüm gittim.
*
Çocuk parkında ellerini öne uzatmış, koşuşturup duran küçük çocuğun yanından geçerken oğlan ağlamaya başladı.
‘‘Ne oldu yavrum, bir yerin mi ağrıyor?’’
‘‘Arabama çarptın kör adam!.. Bak ön farlarım kırıldı.’’
‘‘Ben sana çarpmadım ki...’’
‘‘Bana mı dedik, arabama çarptın!..’’
‘‘Ben ortalıkta araba filan görmüyorum.’’
‘‘Sen, şimdi kullandığım bu koca Bemeve'yi görmüyor musun yani? Körsün dedik ya!..’’
Doğrusu körlük ağırıma gitmişti. Veledin gönlü olsun diye,
‘‘Tamam, şimdi gördüm!.. Farın da kırılmamış sadece çatlamış, tamir ettiririz olur biter.’’
Oğlan güvenmeyen gözlerle yüzüme baktı,
‘‘Madem ki görüyorsun, söyle bakalım benim arabam ne renk?’’
‘‘Kırmızı.’’
‘‘Demek ki bir şey gördüğün yok. Arabam gümüş rengidir. Peki, Sinan'ın arabası ne renk?’’
Biraz ilerde hoplayıp duran başka bir çocuğu gösterdi.
‘‘Hımm, siyah galiba...’’
‘‘Peki, ne marka?’’
‘‘Opel marka.’’
‘‘Bir kere o arabaya değil, ata biniyor. Sen doktora git de gözlerine baktır!..’’ deyip ağzıyla,
‘‘Vırınn.. Vırınn...’’ diye bir ses çıkarttı ve gazlayıp gitti.
Ben kızgınlıkla,
‘‘Vitesi 1'e almadan kalkış yapamazsın. Sen araba kullanmayı bilmiyorsun!..’’ diye seslendim.
‘‘Kör adam, benim araba otomatik vites!..’’
*
Eve gelirken yolda Kanat'a rastladım. O da bizim tarafta oturur.
‘‘Bu akşam barda arkadaşlarla hep seni konuştuk ağabey... Bir zamanlar gazetenin barına gelirdin, iki kadeh içip sohbeti yolluk yapardık. Sayende iki satır gülüp yorgunluk atardık. Aylardır uğramıyorsun, bir derdin mi var?’’
‘‘Bir haltım yok Kanat'çığım... Herhalde aklıma gelmiyor.’’
Kanat ayaklarıma bakıp gülümsedi. Ben de baktım ama gülünecek bir şey göremedim.
‘‘Ne oldu, neye güldün?’’
‘‘Afedersin Oğuz Abi, seni lacivert pantolonun altına kahverengi ayakkabı giymiş olarak ilk kez görüyorum. Üstelik çoraplarının da biri beyaz biri siyah!..’’
*
Eve yaklaşırken biri seslendi. Döndüm, manav Raif'ti.
‘‘Kusura bakma ama, bir şey sormak istiyorum Oğuz Bey.’’
‘‘Buyur...’’
‘‘Sana karşı bir saygısızlığımız filan mı oldu?’’
‘‘Yoo, bunu da nereden çıkardın Raif?’’
‘‘Eskiden dükkánın önünden 'Günaydın, hayırlı işler, iyi akşamlar...' demeden geçmezdin. Artık yüzümüze bile bakmadan geçiyorsun.’’
‘‘Kusura bakma, farkında değilim Raif.’’
*
Kapıyı Elif açtı. ‘‘Müjde ağabey, koltukların altını süpürürken kaybettiğin parayı buldum’’ dedi.
‘‘Hangi parayı?’’
‘‘Gazeteden zarf içinde gönderdikleri parayı... Hani, aybaşında maaşını almayı unutmuştun da, gazeteden göndermişlerdi.’’
‘‘İyi ama ben onu kaybetmemiştim ki...’’
‘‘Madem kaybetmedindi de, bana bu aylık ücretimi neden vermedindi?’’
‘‘Ayy, ben senin aylığını hálá vermedim mi? Çok afedersin, o zarfın içinden alıver.’’
‘‘Tabloların tozlarını almak için seni bekledimdi ağabey.’’
‘‘Hangi tabloların?’’
‘‘Hani bir zamanlar yapıp duvara astığın tabloların... Sabunlu suyla silsem boyaları çıkar mı?’’
Salona yürüyüp duvardaki tablolara şaşkınlıkla baktım. Demek bunları ben yapmıştım. Ama ne zaman yapmıştım?
‘‘Bunlar akrilik ve yağlı boya... İstediğin gibi sil, bir şey olmaz.’’
Yemeğimi bitirdikten sonra,
‘‘Eline sağlık Elif, karnıyarık çok güzel olmuş.’’ dedim.
‘‘Ama ben karnıyarık yapmadım ki ağabey.’’
‘‘Eee, demin ben ne yedim?’’
‘‘Salçalı köfte pişirmiştim. Bu rakıyı da dökeyim mi?’’
‘‘Hangi rakıyı, ben onu içtimdi.’’
‘‘Yok, yanındaki bardaktaki suyu içmişsin, rakı kalmış.’’
*
Genel Yayın Yönetmeni'me, ‘‘Sizden çok önemli bir ricam var Ertuğrul Bey’’ dedim.
‘‘Buyrun Oğuz Bey.’’
‘‘Lütfen beni kovar mısınız?’’
Ertuğrul Bey'den bir ‘‘trınk!..’’ sesi çıktı. Sanıyorum durmuştu!..
O kadar hızlı düşünür, konuşur ve hareket eder ki, saat olsa bir dakikada 3 kere tıklardı. Durması da saniyenin üçte biri kadar sürdü.
‘‘Çocukluğumuzdan beri yazılarınıza, çizgilerinize bayılıyoruz... İşinizi de aksatmadan yapıyorsunuz. Üstelik sizin gibi eski bir gazeteciyle de aynı gazetede çalışıyor olmaktan mutluluk duyuyoruz. Sizi niye kovalım?’’
‘‘İşte bütün sorun burada!.. Çok eskiden olduğu gibi bir skandal yaratsam... Mesela, sevgili Yazı İşleri Müdürüm Fikret Ercan'ın gırtlağını sıksam da kovmaz mısınız?’’
‘‘Hiç tavsiye etmem, ufak tefekliğine kanmayın... Her gün saatlerce antrenman yapıyor. Tenis raketi savurmaktan kolları Arnold Schwarzenegger'in kollarına döndü. Allah göstermesin bu yaşta elinde kalabilirsiniz. Fikret de çok üzülür.’’
‘‘Ya ilk kadın Yazı İşleri Müdürümüz Nurcan Hanım'a ayıpçı laflarla tacizde bulunsam?’’
‘‘Kovulmayı niye istiyorsunuz?’’
‘‘İstifa edecek sebep bulamadığım için!..’’
‘‘Niye istifa etmek istiyorsunuz?’’
‘‘Balıkların şarkılarını duyabilmek için!.. Aynı yollarda gide gele, aynı adamları, aynı konuları, ıstampa gibi çizmekten ve aynı saatte uyanıp aynı obur baskı makinesine aynı alfabe harfleriyle, aynı lafları yazmaktan ruhum çinkoyla kaplandı. Artık, çocukların hayallerini göremiyorum, arkadaşlarımı ne kadar sevdiğimi unutuyorum, gözlerim ve dilim bile nasır bağladı!.. Griyle kırmızı arasında bir fark kalmadı.’’
Ertuğrul Özkök,
‘‘Peki, sizi azıcık ve hafifçe kovuyorum Oğuz Ağabey.’’ dedi.
Oturduğu masa sandalyesinin yanındaki vites kolunu 1'e geçirdi. Ağzıyla da 'Vırınn!.. Vırınn!..' yapıp elleriyle tuttuğu görünmez direksiyonu çevirip gazladı gitti.
*
Rumeli Kavağı'nın deniz kıyısındaki ihtiyar,
‘‘Dede Efendi'nin Karcığar köçekçelerini duyuyor musunuz?’’ diye sordu.
‘‘Evet palamutlar ve levrekler, 'Benliyi aldım kaçaktan'ı söylüyorlar. Ama artık bana müsaade... Bir çocukla randevum var. Onun gümüş rengi Bemeve'siyle benim kırmızı Honda'yı yarıştıracağız.’’ dedim.
Paylaş