Paylaş
Biz şakacı milletizdir!..
Suratımızın asıklığına ve ciddi görünmek için yırtınmamıza bakmayın. Biz aslında şaka sever bir milletizdir. Bu şakacılık, Anadolu'nun binlerce yıllık geleneklerine kadar uzanır. Örneğin, Hitit üretim şenliklerinde deriden kocaman bir yılan dikerlermiş. O zamanlarda da düşman simgesi olan bu yılanı içine şarap doldurup kahkahalar arasında şakacıktan çatlatırlarmış. Oysa, şaka cahili batıdaki düşman öldürme törenlerinde yılanın kafasını büyük bir ciddiyet ve tokmakla ezerlerdi.
Bu gelenekler Anadolu'nun birçok yerinde hálá sürüp gider. İnsanlarımız, açıkça diyemediklerini şakaya vurup söylerler. Karadeniz kıyılarında evlerin bacalarına evde yaşayan bekar kız sayısı kadar şişe dizerler. Delikanlının biri taş atıp o şişelerden birini kırdı mı, kızlardan birine Allah'ın emri, Peygamber'in kavliyle şangır şungur talip olmuş demektir.
Bolu yörelerinde de evlenmek isteyen delikanlı babasına gidip açıkça,
‘‘Baba beni evlendirivee artıkın!..’’ diyemez. Babasının çediklerini birer çiviyle yere çakar. Babası pabuçları ayağına geçirip adım atmaya kalkınca yüzükoyun yere kapaklanır. Burnu yere vurunca da oğlunun evlenme yaşı geldiğini anlar. Kentlerde bile evlenmek isteyen kız, hálá babasının tabağına tuz doldurup yemeğini şap gibi yapar. Bu tuzlu yemekten bir kız babası olarak ben de yıllar önce yedimdi.
*
Sinema, tiyatro, konser, televizyon gibi eğlence olanaklarının kıt olduğu, hatta hiç olmadığı zamanları yaşayan bizim kuşak için şaka yapmak, gırgır geçmek, işletmek, ekmek ve su kadar vazgeçilmezdi.
Lisedeyken Halil adında saf bir arkadaşımız vardı. Ufak tefek olduğu için de dayak yeme korkumuz olmadan her ders parmak kaldırıp,
‘‘Hocam, Halil çok çalışmış derse kalkmak istiyor... Ama mahçup olduğu için size söyleyemiyor,’’ deyip oğlanı zorla derse kaldırtırdık. Önceleri, sayemizde bir sürü kırık not alan Halil, sonunda sınıf birincisi oldu. Her derste başına gelecekleri bildiğinden inekler gibi ders çalışmak zorunda kalmıştı. Yıllar sonra da profesör olduğunu duydum.
*
Ramiz adında çok şakacı bir arkadaşımız vardı. Ramiz matbaa ustasıydı. Hangimizin fotoğrafını eline geçirse klişesini yaptırıp üstüne ARANIYOR, altına da İHBAR EDENE BİN LİRA ÖDÜL VERİLECEKTİR yazısı dizip ilanlar basardı. İlanları basması iyiydi de bu ilanları gittiğimiz kulüplerin ve meyhanelerin duvarlarına asması kötüydü. 1000 lira o zamanlar büyük paraydı. Böylece, bir iki arkadaş Beyoğlu Emniyet Amirliği'nde şakacıktan sabahlamıştı. Bu olaylardan sonra Ramiz acele hastalanır ve birkaç gün ortalıkta görünmezdi.
Artık bizim de Ramiz'e bir iyilikte bulunma sıramız gelmişti. Ramiz'in çok iyi bir huyu vardı. İçkiye dayanıksızdı. Birinci kadehte zurna gibi olur, ikinci kadehte komaya girerdi. Üçüncü kadehi bitirebildiğini gören olmamıştı.
Bir akşam Ramiz'e tam dört kadeh rakı içirdik. Sonra da Suat Yalaz'ın takadan bozma arabasına taşıdık. Yarı giderek, yarı iterek Sirkeci'ye geldik. Biletini alıp Ramiz'i tıklım tıkaç bir kompartımana bindirdik. Kompartımandaki köylü bir delikanlıya da biraz para verip oğlanı emanet ettik.
‘‘Arkadaşımız hastadır, tedaviye gidiyor. Kendine gelince bu ilaçlardan birer tane yuttur’’ deyip delikanlıya benim Mogadon adlı zararsız uyku ilaçlarından verdik.
Ramiz iki yıl sonra Mercedes bir arabayla döndü. Üstelik, o yıllarda kimsede olmayan, görünce iç geçirdiğimiz teyp, cep radyosu, elektrikli traş makinesi gibi cicileri de vardı.
Ramiz Almanya'ya varamamış, pasaportu olmadığı için Viyana'da indirmişler. Türk işçilerinin pasaport, vize gibi dertleri olmadan yeni sanayileşmeye başlayan savaş sonrası Avrupası'nda bando mızıkayla karşılandığı yıllardı. Avusturyalılar Ramiz gibi bir matbaa ustasını havada kapmışlar. Türkiye'ye daha da önce gelecekmiş ama mahkemesi sona ermemişmiş. Çünkü, Ramiz çalıştığı matbaada Amerikan Doları basmış. Allah'tan George Washington'un yerine kendi resmini koymuşmuş da, sadece üç gün hapisle paçayı kurtarmış.
‘‘Şu Avusturyalı hıyarlar şakadan hiç anlamıyorlar be!..’’ deyip bir daha Viyana'ya dönmedi.
*
Bu şakaların bir de eşşek şakası cinsi vardır ki, herkes bayılır. Tabii, şaka yapılanın dışındaki herkes... Örneğin, evlenip balayına çıkan birinin otel odasına gece yarısı çocuklu bir kadın göndermek gibi...
Şaka yapmaya bayılan gazeteci arkadaşımız taze damat Cemil'in zifaf odasına yine şakasever arkadaşımız Bijen'in yanına komşu çocuğunu alıp,
‘‘Cemil, Cemiil!.. Bana bunu da mı yapacaktın?.. Bana acımadınsa yavrumuza acı!.. Babasız büyümesin!..’’ diye feryat figán dalması gibi...
Ya da benim Müjdat Gezen'i 5.000 metre yükseklikten aşağıya atlatmaya çalışmam gibi...
Müjdat'la kurucu üyesi olduğumuz Türk-Yunan Dostluk Derneği'ne Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin'den 3-5 kuruş yardım koparmak için Ankara'ya gidiyorduk. Müjdat, haftanın yarısını kanser, diğer yarısını da tüberküloz, ülser ya da Hepatit B olarak geçirir. Ağzına içki sigara koymaz ama, arada bir mutlaka siroz olacağı tutar. Daha 22 yaşındayken Allah'ın sıcak yaz günlerinde bile bacak boyu kalın varis çoraplarıyla dolaşırdı. Müjdat'ı varis olmadığına o bir iki mavi damarın herkeste on misli fazlasıyla bulunduğuna inandırmamız tam 4 yılımızı almıştı.
Havalandıktan 10 dakika sonra yine şakacılığım tuttu. Müjdat'ın yüzüne dikkatle baktım ve kafamı iki yana sallayıp acıklı bir sesle,
‘‘Neyin var Müjdat?’’ dedim. Sonra, elimi alnına götürdüm. Kafamı yine iki yana salladım ve alnından boşanan terleri mendilimle kuruladım. Tam nabzını da umutsuz bir yüz ifadesiyle saymaya başlamışken Müjdat kemerini çözüp ayağa fırladı ve
‘‘Ben doktora gidiyorum!..’’ diye naralanıp uçağın kapısını içerden açan kola yapıştı. Hatta, kapıyı bir iki parmak araladı bile. İki hostes, üstüne atlayıp yere yatırmasalar Müjdat 5.000 metre yükseklikteki uçaktan inip doktora gidecekti.
*
Simdi, giderayak son masum bir şaka daha yapmak istiyorum. Hani gazetelerin magazin sayfalarında ya da Galaxy ve Şamdan gibi kim kimi ne yapıyor içerikli eklerinde ‘‘YAKALADIIK!..’’ başlıklı bir manken kızımızın bir zampara oğlumuzla Antalya plajlarında çekilmiş sarmaşık dolaşık fotoğrafları var ya... İşte, o fotoğraflardaki kafaları foto-montaj yaparak Demirel ve Ecevit'in kafalarıyla değiştirmek ve de bu foto-montajlı resmi Hürriyet'in birinci sayfasında yayınlatmak istiyorum. Foto-montaj kısmını tamamladım da, bütün iş bizim makinelerin baskı sorumlusu Raif Usta'yı razı etmeye kaldı. Tehdit veya şantajla nasıl olsa onu da beceririm. Bu fotoğraf yayınlandıktan sonra patronumuzun, yayın yönetmenimizin ve hele hele sayın müdürüm Fikret Ercan'ın yüzlerini görmek için neler vermezdim!..
Hürriyet o gün karaborsaya düşerdi. Fakat şakadan anlamadıkları için beni de hemen gazeteden atarlardı. Ama siz söyleyin, böyle zarif bir eşşek şakası gazeteden kovulmaya değmez mi?..
Haydi aslanım Raif Usta, bütün umudum sende!..
Paylaş