Huysuz İhtiyar

Haberin Devamı

Keyfime dokunma!..

Diş ağrılı, berbat bir gece geçirmiştim. İşin komik yanı, yıllar önce yitirdiğim için olmayan bazı dişlerim de ağrıyordu. Zar zor daldığımda bir sürü de karabasan görmüştüm. Sabah kalkıp vasiyetimi yazmak üzere inileye tıksıra çalışma masama giderken karşımda pırıl pırıl bir güneş buldum. İçim ışıdı. Hala yaşama umudu olabileceğini ve insanın diş ağrısı ve de kötü rüyadan ölmeyebileceğini bile düşündüm. Zaten çalışma evim apartman dairesinden çok, bir sebze serasına benziyordu. Duvardan kazanmak için dört bir yanı boydan boya pencere yapmışlardı. Akşama kadar evde güneş batmıyordu. Yakında yapraklanıp salatalık veya domates verme ihtimalim çok yüksekti.

O, müşfik güneşin üstüne sabah sabah bir de Ertuğrul Özkök'ün yazısını okuyunca bende ne diş ne de baş ağrısı kaldı. Hatta, ufaktan bir türkü tutturduğumu bile anımsıyorum. Özkök, yine Polibaba yazılarından birini döktürmüştü. (Polibaba, Poliana'nın erkeğine denir.)

Bu hafta içindeki üçüncü iyimser yazısıydı. İyimser de ne kelime, yazı biz faniler için müjdeler doluydu!..

Türkiye'nin politik, ekonomik ve sosyal konularda dünyadaki saygınlığını örnekli belgeli olarak açıklıyor, sabah sabah milli duygularımı ayağa dikip göğsümü gururla dolduruyordu. Raporlara dayanarak anlattığı çeyrek asır sonrasının Türkiyesi'nde ömrüm vefa edip yaşayamayacağımı hesap edince bile seviniyordum. Çocuklarım ve torunlarım, Özkök'ün anlattığı o refah ve mutluluk dolu uygar günlerde yaşayacaklardı. Bunun keyfi bana yeterdi!..

Demirel'in 35 yıldır kelimesini bile değiştirmeden tekrarladığı sözlerden müjdeli hikmetler çıkarabildiği için Ertuğrul Özkök'ün ne kadar yaratıcı bir yazar olduğunu düşünürken kapı çalındı. Kapıcı Yusuf, bir gece önceden sipariş ettiğim nevaleyi getirmişti. Keyifle ıslık çaldığım için şaşkın gözlerle bana baktı. Marketin verdiği hesap fişini incelerken gülümsediğimi görünce, şaşkınlığı ürkekliğe dönüştü. Etin kilosu 3 milyon, kaşar 4 milyon, 1 şişe Sırmakeş suyu 150 bin liraydı. (Oysa aynı suyu Levent'teki evin kapısına kadar 75 bin liraya getiriyorlardı.)

‘‘Olsun be Yusuf, geldik gidiyoruz. Paranın ne önemi var? Varsa alırsın, yoksa almazsın!..’’

deyip başka bir şey söylemeden yüklüce bir de bahşiş verince Yusuf, korkuyla yüzüme baktı ve parayı kapıp düşer gibi merdivenlerden inip gitti. (Meraklısına not: Her apartman moruğu, bakkal çakkal kazığının acısını bağıra çağıra kapıcısından çıkarır!..)

*

Hava güneşliydi, ama soğuktu. Kaçak kömür kullandıkları için kıçkıça yapıştırılmış apartmanların bacalarından tüten zifir gibi dumanları keyifle seyrettim. Rüzgar arkadan estiği için dumanlar bana gelmiyor, daha çukurda olan apartmanların üstünde birikiyordu. Hava kirlenmesi palavralarını boşverip insanlarımızın ısındığını bilmek benim de içimi ısıttı. Keyifle radyoyu açtım. Ölümle biten yine bir hayli trafik kazası olmuştu. Hey gidi günler diye düşündüm. Ülkemizdeki şu gelişmeye bak!.. Eskiden insanlar attan, eşekten düşer ya da atlı arabaların altında ezilip can verirlerdi. Tramvay altında kalıp ölene bile gıptayla bakardık. Şimdi 30 milyarlık Bemeve arabaların, son model lüks Mersedes otobüslerin içinde can veriyorlar.

*

Mecidiyeköy'ün cinnetimsel trafiğini düzenlemek için polis arabalarının içinden yükselen bağırtıları, batatis suvancıların hoparlöründen gelen haykırışları, Şişli Belediyesi'nin Cumhuriyet'in 75'inci yılı onuruna Ali Sami Yen Stadı'nda düzenlediği arabesk-pop şarkıcılı kutlama gecesine halkı davet etmek için sokaklara saldığı elektronik çığırtkanların çığlıklarını ve karşımdaki 30 metrekarelik çatı dairesini disko sanan delikanlının favorisi Mahsun Kırmızıgül'ün soprano sesiyle mahalleyi inletmesini gururla dinledim. Hele, Filorans Naytingeyl Hastanesi'nin üçer beşer geçen cankurtaranlarının sirenleri, kulağıma Ercüment Batanay'ın yaylı tamburla yaptığı Nihavend taksim gibi geldi. Çünkü, bu sesler gürültü değil, çağdaş Türkiye'nin dinamizminin sesleriydi.

‘‘Hoop, PETE 42 arabanı kaldırımdan çeek!.. Bedford kamyon, ordan dönülmez kardişim! Ulan, sana söylüyorum kırmızı Bedford!..’’

diye bağrışan polisler devletimizin otoritesinin, batatisçi özgür ve özel girişimciliğimizin gücünü, belediye çığırtkanı laik cumhuriyete bağlılığımızın, diskocu delikanlı halkımızın sanat konusunda gösterdiği sidili aşamanın simgesiydi. Hele, Filorans Naytingeyl gibi Amerika'yla aşık atan hastanelerimiz, benim gibi enfarktüse çeyrek kalmış ihtiyarların yüreğine sular seller serpiyordu. Doktor, ilaç, ameliyat masrafı dışında sadece bir gecelik oda kirasının Hilton Oteli'nden daha pahalı olması beni ırgalamıyordu. İnsan canının yanında paranın ne kıymeti harbiyesi vardı.

*

Dişçiye giderken arabama değil, bu umut ve sevinç dolu günümü halkımla paylaşmak için otobüse bindim. Yüreğimi saran coşkuyla basın kartımla bedava gitmek yerine, kuyruğa girip aldığım bileti otobüsün kutusuna attım. O günün şerefine otobüs bile tenhaydı. Karşımda elele tutuşmuş genç bir çift oturuyordu. Kız makyajsız, pembe yanaklı, Hilkat'ten sürmeli gözlü, başörtülü bir halk güzeliydi. Hafif bıngıl olmasına rağmen, gagidiği çıkmış bütün televizyon mankenlerinden daha güzel bir vücudu vardı. Delikanlı da bıyıklarına ve saç modeline düşkün bir babayiğitti. Havanın serin olmasına aldırmayıp gömleğinin en az 3-4 düğmesini açmış, heybetli göğüs kıllarını ortalığa salmıştı. İçimden,

‘‘Allah birbirinize bağışlasın, ne de yakışmışlar... Gençliğin, bu tomurcuk gül gibi umutlu tazeliğini unutmuşum. Genç insanlara bakıp sevinmeyi unutmuşum!..’’

diye coşkuyla mırıldanırken,

‘‘Karıma bakıp ne gülüyon lan kart zampara!.. Bi de mır mır diye laf mı atıyon!..’’

diyerek delikanlı yakama yapıştı. Ben, bre aman dur-tut diye meram anlatmaya çalışırken,

‘‘Ulan, şimdi de bana bakıp manyak manyak gülüyor... Bi çakıcam gebericek!.. Sonra da adamdan sayacaklar!..’’

diye benimle güreş tutmaya kalkınca araya girip bizi ayırdılar. Daha doğrusu beni delikanlının elinden aldılar. Ama saçı ve kılı bol çocuğun öfkesi bir türlü dinmediğinden, ilk durakta beni indirdiler. Yolun gerisini yürürken birkaç kişi daha,

‘‘Ne gülüyorsun lan, karşında maymun mu oynuyor!..’’

‘‘Moruğa bak, sübyan çocuklara bakıp gülüyor... Sapık mı ne!..’’

gibisinden sataştı. Ama bu güzel ve sevinç dolu günün tadını kaçırmamak için hiçbirine aldırmadan vitrinlere baka baka gülümseyerek yürüdüm. Birkaç yıldır Beyoğlu'na çıkmadığım için halkımızın ne denli zenginleştiğinin farkına varamamıştım. Elbiseler 100 milyondan, kazaklar 40 milyondan başlıyordu. Burböri pardösüler, Gucci pabuçlar, pırlantalı Rolex saatler neredeyse işportada satılıyordu.

Dişçim Mehmet Şeyda Bey'in bulunduğu sokağa saptığım sırada dev gibi bir yaratık, ‘‘Ulan Oğuuz!..’’ diye naralanarak üstüme atladı. Sonra da,

‘‘Ölsem, iki kadeh atıp hasret gidermeden seni bırakmam!..’’

diye beni Pasaj'a sürükledi. Ayı Hilmi'yle yıllarca aynı gazetede çalışmıştık. Simitlerimizi, sigaralarımızı, yol paralarımızı paylaşmıştık. Yıllardır gördüğüm yoktu herifi... Hilmi'yi kıracağıma dişimi kırardım daha iyi!.. Hem, içimde tekrar baharlar açtıran, kuşlar öttüren bu keyifli günü birkaç kadehle süslemek daha da güzel olacaktı. Hilmi, her zamanki gibi ikinci kadehte,

‘‘Ne olacak bu ülkenin hali?’’

yakınmalarına başladı. Zaten bir adı da Hüngür Hilmi'ydi. İçkinin tadını ağlaya zırlaya çıkarırdı. Gecenin sonunda da gözyaşları içinde en dokunaklı ve acıklı alaturka şarkıları söylerdi.

‘‘Ne olmuş memleketin haline? Akşam 8'den sonra gazeteden üçbuçuk atarak çıktığımızı unuttun mu? Artık millet terörü unuttu. Sabaha kadar sokaklarda eğleniyor.’’

‘‘Ya PKK terörü?..’’

‘‘Apo, gerisine neft sürülmüş gibi o ülke senin, bu ülke benim koşuşturuyor. PKK'nın da eli kulağındadır!..’’

‘‘Ne diyorsun be!.. Halen hapiste bir tabur gazeteci var!..’’

‘‘Onlar, hiç olmazsa mahkemeye çıkıp savunma yapıyorlar. İşin Yargıtay'ı bile var. Selimiye'de sorgusuz sualsiz 4 ay yattığını unuttun mu?’’

Yakınıp, zırlayıp rakısının keyfini çıkarsın diye Hilmi'nin bu mutlu günümün içine etmesine izin vermeyecektim.

‘‘Oğuz'cuğum, canım kardeşim... Sana bir haller olmuş. Yoksa, sen de mi döneklik ettin? Sen şimdi enflasyonunu yıllardır yüzde 80'in altına düşüremeyen ülkenin haline iyi mi diyorsun?’’

‘‘Cahil herif!.. İsteseler enflasyonu bir ayda düşürürler. Ama hangimiz istiyoruz bakalım? Hepimiz enflasyondan para kazanıyoruz. 15 yıl önce mi daha zengindin, bugün mü?.. Sen Beymen'den ceket giyecek adam mıydın lan?..’’

‘‘Ağzıma şaapayım, ben de sonunda Beymen'den ceket aldım. Ama millet çöplükte yiyecek arıyor!..’’

‘‘Tabii arar... Çöplüklerimiz bile bir servet haline geldi. Senin çöplüklere neler atıldığından haberin var mı? Bizim çöplükler artık Afrika'yı doyurur, salon salomanje ev döşer... Eskiden çöplüklerimize kargalar bile burun kıvırıp konmazdı hıyar!..’’

Hilmi, çaresizce hem içiyor hem aklına ne gelirse hıçkırarak sıralıyordu.

‘‘Milli Takım Finlilerden, Gassaray Norveç'ten 3'er tane...’’

‘‘Polonya'dan 8 tane yediğimizi ne çabuk unuttun!..’’

‘‘İşsizlik....’’

‘‘Ne işsizliği be!.. Sen bile bu dangalaklığınla yıllardır iş bulduğuna göre ülkede işsizlik mişsizlik yok!..’’

*

Kendime geldiğimde Hilmi hesabı ödeyip gitmişti. Hatta, bu keyifli günümü dişçim Mehmet Şeyda Bey'in kerpeteninden beni azat etmişti. Attığı yumrukla ahı gitmiş ama ağrılı bir vahı kalmış dişimden beni kurtarmıştı. Bir yolluk daha içtim. Beyoğlu'nun kadife gibi gürültüsünü ve yanık bez kokan mis gibi kokusunu içime çekip bir şarkı tutturarak neşeyle evin yolunu tuttum.

‘‘Dertleri zevk edindim, bende neş'e ne arar....’’

Yazarın Tüm Yazıları