‘‘Yine ne oldu, ne homurdanıp duruyorsun Barış'çığım?’’
‘‘Aykut'a fena bozuluyorum, bir gün elimden bir kaza çıkacak abicim!’’
‘‘Aykut sana ne yaptı ki?’’
‘‘Aykut bana ne yapabilir, haddine mi düşmüş? Ben onu paspas gibi çiğnerim!’’
‘‘Siz okul arkadaşı değil miydiniz?’’
‘‘Evet, aynı okulda, hatta aynı sınıfta okuduk.’’
‘‘Yanlış anımsamıyorsam onun sayesinde mezun olduğunu söylemiştin bir gün.’’
‘‘Evet, lise bitirme sınavında bana kopya vermişti.’’
‘‘Üstelik seni çok sever, yardım edebilmek için çırpınır.’’
‘‘Evet, birkaç kez borç vermişti de dükkánımı kapatmaktan kurtulmuştum.’’
‘‘Zaten dünya tatlısı bir çocuktur. Kimseye kötülüğü dokunduğunu görmedim. Karıncayı bile incitmez.’’
‘‘Evet incitmez.’’
‘‘Kültürlüdür.’’
‘‘Evet, hababam okur.’’
‘‘Saygılıdır, küçüğüne bile saygı gösterir lütfensiz konuşmaz.’’
‘‘Allah için efendi heriftir.’’
‘‘Öyleyse, ne halt etmeye bozuluyorsun?’’
‘‘Bozulurum tabii, hıyar herif Cimbom'lu be abicim!’’
* * *
Barış, rahmetli Necdet'in biricik oğluydu.
Necdet, çok sevdiğimiz bir arkadaşımızdı. Zamansız ölümünden sonra becerebildiğimiz kadar oğluyla ilgilenmiş, yardım etmeye çalışmıştık. Barış aslında iyi bir çocuktu ama giderek asık yüzlü ve içine kapanık bir adam olmuştu. Sanıyorum mutsuzdu.
Bir gün onu şen şakrak ıslık çalarken ve yüzünde güller açarken görünce önce şaşırdım, sonra da sevindim.
‘‘Onlar kaç para eder abicim? En büyük ikramiye bana çıktı!’’
‘‘Ne çıktı?’’
‘‘Aliye çıktı... Ah be abicim Aliye onca zengin, yakışıklı, okumuş adam arasından beni nasıl seçti, hálá anlayamıyorum. Yüce Mevla'mın bir mucizesi işte!..’’
‘‘Yani aşık oldun.’’
‘‘Görüp de Aliye'ye vurulmayan var mı? Sen bile görsen yaşına başına bakmadan niyeti bozarsın...’’
‘‘Demek çok güzel.’’
‘‘Bir kerecik çok yetmez, elli kere çok güzel. Ama ruhu yüzünden de güzel. Geçen gün grip olacağım tuttu. Biraz ateşim çıktı, eve gidip yattım. Kızın hüngür hüngür ağlamasını bir görsen yüreğin yarılır. Ağlaya ağlaya bana çorbalar pişirdi, terletip çamaşırlar değiştirdi, bebekler gibi baktı. İyileştiğim halde çaktırmayıp yataktan çıkmadım. Nazlanıp iki gün hastalığın keyfini çıkardım.’’
‘‘Anlaşılan kız da sana aşık olmuş.’’
‘‘Aşık ne demek, deli divane olmuş. Bir saat beni görmese beş kere telefon ediyor. Sırf sesimi duymak içinmiş.’’
‘‘Sende de ne ses vardır ama!..’’
‘‘Demek ki benim karga sesim ona bülbül sesi gibi geliyor.’’
‘‘Düğün ne zaman?’’
‘‘Sana niye geldim sanıyorsun abicim? Yarın akşam Aliye'yi istemeye gidiyoruz. Ama çok korkuyorum.’’
‘‘Neden korkuyorsun?’’
‘‘Kızın babası çok zengin, hatta Aliye'nin bile otomobili var. Hem de Bemeve... Razı gelmezler diye ödüm patlıyor.’’
‘‘Sen de çulsuzun biri değilsin ya, evini barkını gül gibi geçindirecek kadar kazanıyorsun be oğlum.’’
Çiçeğimizi, çikolatamızı yüklenip Hüseyin Bey'in sarayına dayandık. Ev gerçekten çok güzeldi. Boğaz'a nazır geniş ve bakımlı bir bahçe içinde bir villaydı. Fakat Aliye, evden de güzeldi. Güzellerin ne hikmetse çoğu kaşıntı olur. Ama kız hem güzel, hem şen şakraktı. Bizim Barış, turnayı göz bebeğinden vurmuştu.
Hüseyin Bey, babacan biriydi. Biraz mırın kırın eder gibi oldu ama benim dilbazlığım tutmuştu. Barış'ı öyle bir cilaladım ki Mersedes niyetine elimi öpene satabilirdim. Anlaşılan kız da bastırmış olmalı ki adamcağız adetten olan ‘‘Biraz düşünelim’’ lafını bile edemeden oturup düğün programını yapmaya başladık.
Bir hafta sonra düğün hediyesi ne ister diye sormak için Barış'ın giyim mağazasına uğradım. Eski asık suratlı herif, kasada yine sümsük sümsük oturuyordu.
‘‘Hediye filan istemez!’’ dedi.
‘‘Niye oğlum?’’
‘‘Evlenmiyoruz da ondan.’’
‘‘Babası vaz mı geçti?’’
‘‘Hayır, ben vazgeçtim.’’
‘‘Neden?’’
‘‘‘‘Kız Aleviymiş! Aleviler din düşmanıdır!’’
* * *
Bir gece vakti karakoldan telefon ettiler. Gelip Barış'a kefil olursam nezarethaneye atmayıp bırakacaklarmış. Yarın suçüstü mahkemesi varmış. Bir telaş giyinip gittim, herifi alıp eve getirdim. Meyhanede bir adamı dövmüş.
‘‘Adamı tanıyor musun?’’
‘‘Yoo, ama namussuz herif Cillo Aşireti'ndenmiş. Konuşurken laf arasında söyledi.’’
‘‘Sana ne be, sen İstanbul çocuğusun! Aşiretle maşiretle ne alıp veremediğin var?’’
‘‘Ben İstanbul doğumluyum ama biz aslında Derran'lıyız. Dedem anlatmıştı; sülalemiz Davro Aşireti'ndenmiş. Yani ben bir Davro'yum!’’
‘‘Davro olmuşsun da ne olmuş yani?’’
‘‘Ne olmuşu var mı abi, Cillo bizim yedi göbek kanlımızmış. Benim dedemin dayısını filan hep bunlar vurmuş. Herif 'Ben Cillo'lardanım' deyince tepem attı, birkaç tane patlattım.’’
‘‘Ne birkaçı be, adamcağızı hastanelik etmişsin. Üstelik tanımadığın ve baban yaşında bir garip. Sende hiç merhamet yok mu?’’
‘‘Onlar bizim düşmanımız. Düşmana merhamet olmaz!’’
‘‘Cillo'lar düşman, Aleviler düşman, Galatasaraylılar düşman!.. Yunanlılar, Ruslar düşman!.. Düşmansız yaşamayı beceremiyorsun değil mi?.. Beceriksizliğinin, başarısızlığının, mutsuzluğunun nedenini düşmana bağlayınca için rahat ediyor. Ben de mi düşmanım be?’’
‘‘Sen de solcusun.’’
‘‘Sen sağcı mısın, Halk Partisi'ne oy verdim demedin mi?’’
Barış, bir an durakladı. Öfkeyle bir sigara çıkarıp yaktı. Dumanı hırsla içine çekip düşündü: