İşte, yine Kanlı Perşembe geldi. Perşembe'nin perşembeliğine bir diyeceğim yok. Ama kanlı oluşu benim yazı günüm olmasından ileri geliyor.
Aslında yazmayı seviyorum. Yazmak, 50 yıl derdini sadece çizerek anlatmış biri için leylak kokulu taze bir nefes almak gibi... Dilsiz birinin 60 yaşından sonra birden dilinin çözülüvermesi gibi bir keyif. Ama yazma bir görev haline gelince belli bir günde, belli bir saatte yazı yetiştirmek keyiflikten çıkıyor. Yazı gecikince bizim eklerin esir müdürleri Neyyire ve Sanlı'nın sevimli ve sevecen ifadeli yüzlerinin yavaş yavaş nasıl değişeceği, köpek dişlerinin sivrilerek nasıl uzayacağı ve göz aklarının nasıl kırmızıya dönüşeceği hayalime düşüyor. Kronik kibarlıklarından ötürü takaza bile etmeyeceklerini biliyorum ama, yüreğimi yine çarpıntılar basıyor. Keşke hır çıkarsalar. Aslında bu çarpıntılar daha pazartesinden basıyor. Ama oyalayıp perşembeyi unutturmaya çalışıyorum kendime... Dizen, günleri yanlış dizmiş çarşambadan sonra cuma gelmeliydi ve ayda bir perşembe olmalıydı. O da 24 saat değil, 50-60 saat filan olmalıydı. Ağır yazdığım için zaman yetmiyor çünkü.
Ne yazacağımın ovunmasıyla pofurdayarak masadan kalktım. Koridorda volta atarken koridor sigaralığından bir sigara alıp yaktım. Evin her köşesinde sigaralıklarım ve küllüklerim vardır. Yatak odası dahil bütün odalarda, banyoda, mutfakta, koridorda, hatta tuvalette bile... İnsan, dolaşırken vakit kaybetmeden sigara yakmalı. Rakı yasak olduğu için mutfağa gidip kendime bir cin-tonik koydum. Aslında tonik milleti salak olduğu için,
‘‘Hişt tonik, içine cin koydum, yoksa bana inanmıyor musun?’’ diyorum. O da eviyeye dökülmek korkusuyla,
‘‘Aaa, tabii inanıyorum. Oh, ne güzel bir İngiliz Gordon cini’’ diyor. Böylece ben de cinsiz cin-tonik içmiş oluyorum. Kallavi bir fırt çekip aklıma yazı konularının doluşmasını bekliyorum. Ama gelen giden olmuyor.
Hava da öyle bir günlük güneşlik ki... Temmuzdan rötarlı bir güneş, evin her odasına cinsel tacizde bulunuyor. Ev zaten Vakko'nun vitrini gibi... Her tarafı camekán...
Güneş adamın ahlakını bozuyor, baştan çıkarıyor. Kafamı sallayıp hayalleri ne kadar kovalamaya çalışsam da fikrime Rus kızları düşüyor. Güneşle Rus kızlarının ne ilgisi mi var? Güneşi görünce sizin aklınıza Antalya gelmiyor mu? Kiriş'te ya da Belek'te bir tatil köyünün billur gibi havuzu... Orhan Veli'ye, ‘‘Böyle yatılmaz ki...’’ dedirtecek sere serpe güneşlenen Mevla'nın bize kahır olsun diye yarattığı Rus hurileri... Cennet herhalde böyle bir yer olmalı... Bu komünizme çok bozuluyorum vallahi. Ben morumadan 20 yıl önce niye çökmediniz de bu kızlar niye o zaman Antalya'ya gelip böyle üryan dolaşmadı etrafta?..
Birden aklıma Ayşe geliyor toparlanıyorum. Ayşecik bizim gazetenin dizgicisi. Mutlaka oruçludur ve yazıyı bir an önce bitirip kızı iftara yetiştirmeliyim.
Kafamı toparlamak için koridordan geçerken bir sigara daha otlanıp bilgisayar odasına yollanıyorum. Bilgisayar deyince sakın bu yeni moda programlı, internetli, çetli çütlü işlerden anlıyorum sanmayın. Bilgisayarda sadece iskambil oynuyorum. Bu, fri-sel adında bir iskambil oyunu. Eni konu zeká istiyor. Zeka da bende tümen tümen nasıl olsa... Tam 4500 oyun filan oynamışım. En azından 3500'ünü kazanmışım. Bu fri-selin şampiyonuyum yani. Bu Allah'ın cezası siyah sekizli yine ne cehenneme gitti?.. Kırmızı dokuzlu ortalıkta Çiller gibi kalakaldı. Herhalde dünyada bu kadar küfür yiyen bir makine yoktur.
Bu, zeka oyunları ve bilmece çözmeler filan bana doktor tavsiyesi... Akrabalarımın adını unutup, yolda giderken ‘‘Ben şimdi nereye gidiyordum yahu?’’ diye şaşalayıp ve eve dönüp dolu kül tablalarını buzdolabına koyup iyice bunama alametleri gösterince bir doktor arkadaşım bilmece çözmemi, zeká oyunları filan oynamamı salık vermişti. Zihni taze tutarmış.
Allah kahretsin, bugün yine kırmızı papaz fıkdanı var. Hemen saate baktım, dörde geliyor. Amanın iftara yetişmez bu yazı!.. Çarpıntılarım unuttuğum yerden yine başladı. Derhal bir koşu gidip mutfak saatine baktım. O da 7 buçuk filan. Evde bir alay saat var. Ama hiçbiri doğru zamanı göstermiyor. Kiminin pili zayıflamış, kimi durmuş, kimi de düzeltmeyi unuttuğum için yaz saatine ayarlı... Yaz saati, kış saati diye zamanla oynayıp benim 3 paralık aklımı ikide bir ne halt etmeye karıştırıp duruyorlar yahu?.. Niye bahar saati yok? Adamın isyan edesi geliyor. Telefon edip komşu Rumeli Köftecisi'nden saati öğrendim. Bu sırada kapı tekmelenmeye başladı. Hol sigaralığından bir sigara alıp kapıya gittim. Tekme sesleri kapının dibinden geldiği için kapıcı Yusuf'un iki yaşındaki oğlu Emir'in günlük çikolata istihkakını almaya geldiğini anladım. Emir, yine bir müfettiş afur tafuruyla eve girdi. Elektrik düğmelerini açıp kapatarak kapı anahtarlarını yerinden çıkarıp sonra başka kapılara sokmaya çalışarak günlük çalışmasını yaptı. Sonra da gidip buzdolabının kapısını açtı. Her zamanki yerinden çikolatasını aldı ama yemedi ve bana bir avaza bağırarak,
‘‘Gıyya müy tayaba!’’ deyip çikolata paketini masanın üstüne fırlattı. Babasına, ‘‘Yine ne oldu bu sarı herife?’’ diye sordum.
Yusuf,
‘‘Ablaları okula gidiyor. Ama onu göndermediğimiz için çok bozuk!’’ dedi. Ben de oğlanın çikolatasından iki parça ağzıma atıp ve Emir'e doğru keyifle ağzımı şapırdatarak,
‘‘Acele etme, nasıl olsa yakında okula gideceksin ve dünyanın kaç bucak olduğunu göreceksin!’’ dedim.
Koca Ramazan geldi geçiyor, hiç olmazsa bir sevaba gireyim diye Yusuf'a güllaç yaprağı, süt ve ceviz ısmarladım. Ramazan'da güllaç yenir. Dönüp masama oturunca masanın üstünden Neyyire Özkan, Sanlı Ergin ve dizgi operatörü Ayşe'nin bana kötü kötü bakan gözleriyle karşılaştım ve eski çarpıntılarım 6.7 şiddetine çıktı. Eski bir Şaman olarak pencereyi açıp güneş tanrısına,
‘‘Medet yaa güneş, yine aklıma civelek bir konu gelmedi!’’ diye sızlandım.
‘‘Akıl defterine baksana enayi!’’
‘‘Benim aklım yok ama defterim var. Hem de 4 tane. Hababam kaybettiğim için, 4 tane... Ama yine hiçbirini káğıt, kitap karmaşası içinde bulamıyorum.’’
‘‘Masandaki lakerda tabağını ve altındaki terliklerini kaldırırsan bulursun.’’
‘‘Yaa pirimiz Hazreti Hamzaa, yaa Tekirdağlı Hüseyin Pelvaan!..’’ diye naralanıp akıl defterime hamle edip paça kasnak giriştim. Amanın ne konular varmış da benim bunak ve gri saçlı kafam unutmuş... Hemen yazıp döktürmek üzereyken 10. sayfaya geldiğimi ve yazacak yer kalmadığını fark ettim. Ne yapalım kader utansın. Bir başka kanlı perşembe günü yazarım. Tabii yine akıl defterimi kaybetmezsem!..