Şakir, bizim sınıfın en salağıydı. Hatta okulun en salağıydı. Tarih dersinde kopya istesek hazırladığı kopyaları karıştırıp coğrafya kopyası verirdi.
Düz yolda yürürken düşmeyi becerir, kafasını geçtiği her kapının pervazına vurur, okul çıkışında caddeyi geçerken sık sık ezilme tehlikesi geçirir, ikide bir rapor alıp okula gelemezdi.
Yaşar Doğu, Celal Atik, Nasuh Akar'ların Olimpiyat zaferlerinden olsa gerek hepimizi bir güreş merakı basmıştı. Teneffüslerde itişe kakışa güreşip dururduk. Şakir de güreşmeye pek meraklıydı. Ama birini yenebildiğine hiç rastlamadım. İlkokula 3. sınıftan başladığım için sınıfın en küçüğüydüm. Üstelik bir hayli sıskaydım da... Benim ikim gibi olmasına rağmen Lapacı Şakir'i yatırıp dururdum.
Heyecanlanınca Şakir'in dili de tutulurdu. Konuşamaz, ‘‘hıgık, mıgık’’ bir şeyler kekelerdi. Bu arada gözleri börtler, suratını al basar, tepinmeye benzeyen garip hareketler yapardı. Okul numaralarımız peşpeşe olduğu için öğretmenler ikimizi beraber tahtaya kaldırırlardı. Şakir sorulan soruya inileyerek ‘‘humpuf!.. Mırg!..’’ diye yanıt vermek uğruna kıvranırken öğretmen, çektiği azabı durdurmak için aynı soruyu bana sorardı. Ben soruyu yanıtlarken Şakir de kafasını yukarıdan aşağıya doğru sallayarak cevabı onaylar, böylece cevabı bildiğini gösterirdi. Öğretmen ikimize de aynı notu verip sıramıza yollardı. Bazen soruları ben bildiğim halde Şakir'in daha yüksek not aldığı olurdu. Zaten Şakir'in bir adı da Ballı Şakir'di.
Okul bahçesinde top oynarken çok beceriksiz olmasına rağmen nedense acıyıp Şakir'i de oynatırdık. Örneğin Şakir'den daha iyi oynamalarına rağmen Doğan Hızlan'la Konur Ertop'u oynatmazdık. Adam yerine koymadığımız için maçta Şakir'i kimse tutmazdı. O da gidip kale önüne dikilirdi. Ama en çok golü de Ballı Şakir atardı. Top orasına burasına çarpar gol olurdu.
O zamanlar, orta öğretimde kızlar ve erkekler ayrı okullarda okurlardı. Burnumuzun altındaki tüyler, hafiften kıla dönüşmeye başladığı için hepimiz potansiyel birer Kazanova'ydık. Yaşanmamış yaz tatili maceralarımızı bütün öğrenim yılı boyunca birbirimize anlatırdık. Her anlatışta zamparalık öyküsü biraz daha gelişir bakıştığımız kız, konuştuğumuz kız olur, konuştuğumuz kız ise seviştiğimiz kıza dönüşürdü.
Bir tek Şakir'in sevda öyküleri yoktu. Öykü uydurmayı beceremediğinden mi, yoksa inanmayacağımızı bildiğinden mi susup sadece bizi dinlerdi. Gerçi hiçbirimiz, hiçbirimizin öyküsüne inanmazdık ama, anlatmadan da duramazdık.
Ama Meral'i yine salak Şakir tavlamıştı. Meral bizim okulun bahçesine bitişik bir evde otururdu. Keyfinden ya da hainliğinden sık sık cama çıkardı. Okul bahçesinden gelen naraları ve feryatları duymazdan gelir, hülyalı mavi gözlerini gökyüzüne dikip kırıtırdı. Meral'i rüyasında görmeyen öğrenci herhalde yok gibiydi.
Meral, yine bir gün pencere şovu yaparken biz Şakir'i gaza getirdik.
‘‘Kız sana bitik, kız sana yangın!.. Haydi Şakir göster kendini, okulun şerefini kurtar!’’ diye el verdik Şakir'i okul duvarının üstüne çıkardık. Şakir'i yine al bastı, ‘‘Humpf mumpf!’’ diye konuşmaya çalışıp acayip hareketler yapmaya başlayınca duvarın üstünden kayıp Meral'lerin bahçesine düştü. O sırada ders zili çaldı. Şakir'in bu aşk düşüşünün gerisini göremedik. Ama tahmin edebildik. Çünkü Meral'in bütün Cerrahpaşa'ya belasıyla nam salmış asabi bir ağabeyi vardı. Vee 2 gün sonra okula gelen Şakir'in mor sol gözünden ve topallayarak yürümesinden tahminlerimizin doğru çıktığını anladık. Ama Şakir'i Meral'le bir muhallebicide el ele, yanak yanağa muhabbet ederken görebileceğimizi tahmin edememiştik. Okul bitti, hepimiz bir tarafa dağıldık. Konur Ertop yaman bir edebiyat düşünürü oldu. Doğan Hızlan hiç büyümedi. Eskiden de böyle yaşlı başlı bir mütefekkirdi. Şimdi aynı gazetede icrayı lûbiyat ediyoruz. Oktay benimle Akademi'ye girdi. Orhan ordudan emekli oldu. Mustafa hepimizi güreşte yenerdi. Şampiyon bir güreşçi olabildi mi bilmiyorum. Orhan Kemal hayranı Erol ne oldu? İlhami, bir gün gazeteye beni ziyarete gelmişti. Ben bunak, can arkadaşımı anımsayamamıştım. Kırık bir tebessümle hoşçakal deyip gitmişti. Bir gece yarısı İlhami'nin kim olduğunu bulup yataktan fırlamıştım. Camı açıp,
‘‘İlhamiii, seninle bağ bahçe dolaşırdık... Subay kumaşından bozma bir ceketin vardı... Ne olur bir daha gel!’’ diye gece karanlığına doğru haykırmıştım.
Şakir'i gazetelerde ve televizyonlarda hep önemli bir adamın yanında aptal aptal sırıtırken gördüm. Yıllar sonra, bir gün bir tiyatro galasında canlısına rastladım. Sarılıp sarmaştık. Konuşurken bir ara elindeki kanapenin zeytinini nasıl becerdiyse yandaki güzel hanımın açık yakasından içeriye kaçırdı. Tabii, kaçırmakla kalmayıp elini açık yakadan içeriye daldırıp zeytini aramaya da başladı. Ben, güzel kadının gıdıklı kahkahalarını duyunca saklanacak yer aramaktan vazgeçtim.
Şakir, alkolle yüklüydü. ‘‘İllaa bize gideceğiz!’’ diye tutturup beni sürükleyerek bir arabaya bindirdi. Araba dedimse aklınıza öyle Reno, Ford, Honda gibi normal arabalar gelmesin. Camları koyu füme, içi deri ve ağaç kaplı bir salon salomanjeydi. Tahminime göre özel yaptırılmış bir Mersedes'ti.
Şakir'in evi ise Boğaz'a nazır bir saray yavrusuydu. Duvarlarda ünlü ressamların tabloları vardı. Hatta, bir Dali ve bir Miro'ya takıldım kaldım.
‘‘İspanya gezimizin anıları’’ dedi.
‘‘Benim hatırladığım, sen bir memur çocuğuydun. Bunlar nereden?’’
‘‘Aptallıktan.’’
Bu yanıttan hiçbir şey anlamadım, ama yine sordum.
‘‘Bu ev senin mi?’’
‘‘Tabii, ama bir de yazlığımı görmelisin. Bir Yunan adası satın aldım. Oraya bir yazlık yaptırdım. Özel helikopterimle arada bir kaçıyorum.’’
Şakir, adını veremeyeceğim çok ünlü bir holdingin genel müdür yardımcısı olduğunu söyledi. Şaştım kaldım. Farkında olmadan ‘‘Seni nasıl genel müdür yardımcısı yaptılar yahu?’’ diye mırıldanmışım.
‘‘Salak olduğum için enayi... Sen genel müdür olsan yanına zeki birini ister miydin? Ben bir halt edince babam zeki olan ağabeyimi döverdi. Zeki adam tehlikelidir ve beladır. Seni yerinden eder. Zeki olanlar hababam sorun çıkarırlar. Salaklık nimettir. Herkes salakları sever ve gözetir. Çünkü tehlikesizdirler. Ayrıca insanda merhamet uyandırırlar. Salaklara herkes acır. Salaklığım sayesinde üniversiteyi bana bitirttiler. Sonra da bu şirkete memur olarak girdim. Şef yardımcısı, müdür yardımcısı, derken genel müdür yardımcısı oldum. Sen zekiydin de ne oldun? Altmışını geçtin, hálá üç otuz para maaşa talim ediyorsun.’’
Bir ara, altın kakmalı fildişi bir satranç takımına gözüm ilişti. Şakir,
‘‘Oynayalım mı?’’ diye sordu.
‘‘Haydi be, sen tavlayı bile doğru dürüst oynayamazdın!’’
Oynadık, herif beni 18. hamlede mat etti. Hem de benim gibi bir ustayı!.. O sırada salona yeşil gözlü, ceylan sekişli, Şakir'den en az 30 yaş daha genç bir hanım girdi. Şakir'e merhamet ve sevgi dolu bakışlarla bakıp,
‘‘Ruhum, canım, bir tanem. Senin uyku saatin çoktan geçti. Gel seni yatırayım!’’ dedi ve Şakir'i alıp götürdü. Salon kapısından çıkarken Şakir, kafasını kapının pervazına çarptı. Ben de zeki zeki gülümsedim.