Paylaş
Türkiye’deki köşe yazarlarının başına duayen olarak geçmeden önce fiili gazetecilik yapardım. Haber takip ederdim. Fotoğraf çekerdim. Röportaj yapardım. Uzun lafın kısası taş gibi bir muhabirdim.
Normal muhabirlikten savaş muhabirliğine geçişim tesadüfen oldu. İran ile Irak arasında savaş çıkmıştı. Savaşı kim başlattı, neden çıktı tam hatırlamıyorum ama sanırsam “karı meselesi” yüzündendi.
Ben de o günlerde Amerika’da yayınlanan Washington Post’un Ankara temsilcisiydim. Bekir Coşkun Günaydın’ın, Hasan Cemal Cumhuriyet’in Ertuğrul Özkök de Hürriyet’in temsilcileriydi.
O zaman yerli cinsten gazeteler temsilcilerine çok para vermezlerdi. Üç otuz maaşa talim ederler, Sümerbank’tan giyinir, ocak başından beslenirlerdi.
Bazı uyanık gazeteciler Ankara baskıları için gönderilen gazete kâğıdını çalarlar, öyle yolunu bulurlardı. Lakin ne Bekir Coşkun’da ne Ertuğrul Özkök’te ne de Hasan Cemal’de öyle bir kabiliyet vardı.
O yüzden bunlara hep göz kulak olurdum. Seçim gezilerinde filan dibimden ayrılmazlardı ki yemek yendiğinde bunlara da ısmarlayayım. Ben Amerikan gazetecinin temsilcisi olduğumdan bende para çok..
Hem de dolar cinsinden..
Hatırlar mısınız bir tarihte Başbakan Süleyman Demirel memleketimiz için “Yetmiş sente muhtacız..” demişti de herkes üzüntüden ne yapacağını bilememişti. Beni de etkiledi bu laflar.
Ertesi gün Meclis’te Maliye Bakanı Sümer Oral’ı gördüm. “Sayın Bakan, bir dakka!” deyip kenara çektim. Hiç unutmuyorum. Cebine üç yüz kırk dolar koydum. Bu nasıl utandı..
“Almam da almam” deyip kıvranıyor.. “Ölümü gör” diye ısrar ettim. “TC’nin ne zaman parası olursa o zaman ödersiniz” dedim. Ayrıca 70 sent için ona buna el açmamalarını, bana gelmelerini tembih ettim. Uzatmadı aldı parayı.
***
Güney’deki savaş da kızıştıkça kızışıyor. Bu Amerikalılar meraklı millet. Her şeyi merak eder, ille yakından bakmak isterler.
Amerika’daki yazı müdürümüz Richard Burton telefonla aradı. “İki arkadaş gönderiyorum, savaş alanına gittiğinizde sana yardımcı olacaklar” dedi.
Gönderdikleri arkadaşlar ertesi gün beni buldu. Biri Coşkun Aral adında tıfıl bir oğlan. Saç sakal birbirine karışmış, pasaklı bir genç. Öbürünün adı da Arnold Schwarzenegger idi.
O da ha babam vücut çalışmış. Kendini bir kas yığınına döndürmüş ama beyin dersen hiç arama. İki de bir ofisteki kızlara pazularını şişiriyor. Dayanamayıp ensesine bir tokat vurdum. Şaşkın şaşkın bakarken sebebini açıkladım.
“Sen bu kafayla gidersen sefere. Babandan alırsın tezkere.” dedim. Tabii Oxford İngilizcesiyle.
Demek ki olacakları daha ofisin dışına çıkmadan hissetmişim. İçime doğmuş.
Nitekim bu budala orada Irak askerlerine esir düştü. Bunu kurtarana kadar anam ağladı.
Böylece Türkiye’nin ilk gerçek savaş muhabiri olarak Irak-İran savaşının içine daldık.
YARIN
Arnold Schwarzenegger’i esaretten nasıl kurtardım? Irak’tan nasıl çıkardım? Ne kazancım oldu?
Paylaş