REFERANDUMLA gerçekle-şen Anayasa değişiklikleri ve bu çerçevede yapılan HSYK seçimleri ile yeni bir vesayet sistemi kurumlaşma yönünde bir adım daha atmış oldu.
Üstelik, bu çok ciddi bir adım, zira yargıyı yürütme baskısı altına alan bir düzenlemeye geçit verilmiş oldu. Referandum öncesi, bu tehlikeyi görmezden gelenlerin bazıları şimdi veryansın ediyor, kendilerine ‘geçmiş olsun!’ demek isterim. Referandum öncesi tartışmaların ana temalarından biri, eski sistemin de bir vesayet çerçevesi olduğuydu. Doğru ama, eski vesayete karşı yeni vesayet biçimlerini davet etmek Türkiyeli demokratlara özgü bir tercih olarak tarihe geçmeyi hak ediyor. Geçen yıl, ‘Türkiye’de sivil otoriter siyasete doğru bir gidiş olduğunu düşünüyorum’ dedim diye kıyamet koptu. Şimdi bu istikamette emin adımlarla gidiyoruz. Hâlâ, ‘otoriter siyaset illa askeri olur, sivil olmaz’ diyenler var, bu akılda olanlara, biraz demokrasi tarihi okumalarını, biraz da halihazırda seçim yapan ama demokrasi olmayan nice örneği dikkate almalarını tavsiye ederim. Rıza Türmen (Milliyet), dünkü yazısında ‘otoriter demokrasi’ tabirini kullanmış. İlk bakışta oksimoron gibi duruyor, ancak benim sivil otoriter siyaset dediğim, denge-denetim mekanizmalarını kaybeden demokrasiyi kasdediyor. Geçen sene tartışma benim etrafımda bir karalama kampanyası ile boğulmuştu, oysa Türkiye’de demokrasinin selameti açısından, bu tartışmayı hakkıyla canlandırmakta fayda var. Diğer taraftan, Türmen’in, ‘Türkiye’de toplumun İslami değerler üstünde yeniden inşa edilmekte olduğu’ tesbitine katılamıyorum. Bu iktidarın temel derdinin ‘İslami değerler’i ihya etmek olduğu fikri, tam da muhafazakar iktidarın kendini seçmenine satma stratejisine denk düşüyor. Türkiye’de laik kesimin din konusundaki kuşkuculuğu, din adına ortaya atılan her şeyi sorgusuz sualsiz dine atfetme gibi bir paradoks oluşturuyor. Oysa, dini değerlerin siyasal süreçler içinde devreye girdiği her durumda, din bir iktidar mücadelesinin aracı konumuna düşer. İktidarı ele geçirme veya sürdürme çabasının merkezinde değerler ikincil bir yer teşkil eder. Tam da böyle olduğu için, muhafazakarlar dini değerleri ekonomi politikalarının değil, kültürel muhafazakarlığın çerçevesine sürgün ederler. Türkiye’de muhafazakar siyaset çerçevesinde söz konusu olan, benzer her durumda olduğu gibi, dini popülizmdir. Halihazırda, Türkiye’de yeni vesayet sistemi, dini popülizm, kültürel muhafazakarlık, çoğunlukçuluk ve/veya ‘demofili’ye indirgenmiş bir demokrasi söylemi çerçevesinde kuruluyor. Sanıldığının aksine tutarlı bir ideolojisi yok, eş- dost kapitalizmi (‘crony capitalism’), karizma, ‘başkanın adamları’, gibi kurumsal ilkesel çerçevenin yerini keyfiliğin aldığı bir istikamette yol alıyor. Bir ülkede özgürlükler konusunda en büyük tehlike, ilkesellik ve kurumsallıktan keyfiliğe sürüklenmedir. Keyfilik ve şahıs eksenli otoriter siyasetler en az ideoloji merkezli otoriter düzenler kadar baskıcı olabilir. Üstelik, birinci durumda, birilerine yaranmak veya onları kızdırmaktan sakınmak dışında hiçbir güvenceniz kalmaz. Türkiye’de, son değişikliklerin, var olan siyasi partiler kanunu ve parti içi demokrasi koşulları ve seçim barajı gibi otoriter tedbilerler ile buluşması sonucu gidilen yere, daha demokratik bir Türkiye demek için, Pollyanna’yı ‘depresif kötümser’ sınıfına sokacak bir iyimserlik gerekiyor.