Daha doğrusu, sözkonusu olan tam bir ‘Cumhuriyet krizi’. Zira, Cumhuriyet projesi bazı açılardan son derece başarılı, bazı açılardan başarısız oldu. Başarısız olduğu konularda derin sorun alanları doğdu. ‘Demokratikleşme’ ile bu sorun alanlarını aşmayı umuyoruz. Doğrusu da bu, çünkü aksi takdirde kavga büyür. Ancak demokratikleşme bazılarımızın sandığı gibi, ‘bugün sünnet, yarın deniz’ şeklinde olacak şey değil. Öyle olduğunu sanmak, demokratik siyaseti hafife almak olur. Oysa, temennisi kolay, gerçekleşmesi zor bir iştir, hele de sorunlar çok derinlerdeyse. Cumhuriyeti enkaza dönüştürmek kolay da, o enkazın altında kalmak tehlikesi de var.
Dahası, bazılarının hafife almasına karşın, laiklik başta olmak üzere, Cumhuriyet’in bazı kazanımları feda edilmesi göze alınacak şeyler değil. Buna karşın, Cumhuriyetin laiklik anlayışına demokratik esneklik kazandırmak zorlu bir iş de olsa şart. Muhalefet partisinin bu gerçeği kavramakta zorlanmasının maliyeti büyük.
Ulus devlet modeli içinden Kürt meselesini çözmek daha da zorlu bir iş. Büyük bedeller ödemeden, dalaşıp dövüşmeden işin içinden çıkmak için ince ve uzun bir yolu göze almak lazım. Oysa, kimsenin, gelecek seçimlere kadar kalan süreyi, bu muhasebe ile geçireceğine dair henüz bir işaret yok. Şiddet politikalarına son verilmesi için harcanan çabalar, her seferinde, geçici rahatlama ve asıl meselenin unutulması şeklinde yaşanıyor. Bu tavır sürdüğü sürece, şiddet hep geçer akçe olarak kalacak.
Şiddetin devreden çıkmasını hızlandırmak istiyorsak, şiddet olmadığı durumda bu meseleyi uykuya yatırmaktan bir an önce vaz geçmemiz gerekiyor. PKK’nın eylemsizlik kararını bir kez daha uzatma kararı almışken bu gerçeği, bir kez daha hatırlatmak istedim.
Ama asıl önemlisi, Kürt meselesinin çözümünün artık çok zor bir süreci yönetmekle mümkün olması. Kürt açılımı tartışmalarının başında, ‘kolektif hakları konuşmayacaksak, çözüm uzak’ dedim diye, süreci ‘sabote’ etmekle suçlanmıştım. Bugün gelinen noktada ‘özerkliği’ tartışmak söz konusu. Kürtleri aza razı etmek politikaları başarısız oldu, Türkleri özerkliğe razı etmek de fevkalede zor. ‘Yönetilmesi zor süreç’den kastettiğim bu.
Türkiye’de toplumsal siyasal gelişmeler, eski sistemin dar çerçevesi içinde çözülecek gibi değildi, o nedenle eski yapı çözüldü. Ancak, mevcut hükümet, bu çözülme sürecini yönetmeyi fazlasıyla hafife alıyor. Sandıkları gibi, her sorun, beğenmediği kurulu kendi denetimlerine bağlayarak, fakir fukarayı azarlayıp sindirmek gibi tedbirlerle çözülecek türden değil.
İsmet Berkan, dünkü yazısında, otoriterlik konusunda söylediklerime gönderme yaparak, otoriterliğin bugünün sorunu olmadığı hatırlatmış. Doğru, ama öyle diye, değişimi sorgusuz sualsiz kabul etmek durumunda değiliz. Cumhuriyet zor bir proje idi, Cumhuriyeti demokratikleştirmek daha da iddialı bir iş. Altından kalkabilmek için ciddi bir çaba göstermek gerek, zira altında kalmak işten bile değil.
Diğer yanda, geçin yargının başörtüsü için ısrarcı olduğu dar alanları, o alanlar dışındaki Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunu, ev sahibi ve davetlilerin bir kısmı başörtülü diye boykot etmeyi düşünen anamuhalefet partisi.
Memleketin laiklikten yana tavır koyduğunu düşünen vatandaşı, içinde bulunduğu dar kafalılığı sürdürdükçe asıl tehlikeye girenin ‘demokrasi’ olduğunu anlamamakta ısrar ediyor. Bence işin özeti bu.
* * *
CHP’nin zihniyet değiştirmesi gerektiğini sıklıkla dile getirenler arasındayım. Ancak, ben öteden beri, birçoklarının aksine, bu değişimin parti yönetimi meselesi olmadığını düşünürüm. Zira, ben o çevre içinde yetiştim, meselenin yönetimin zihniyet değişikliğinden ziyade seçmen tabanının zihniyet değişikliği olduğunu biliyorum. “Toplumun başörtüsü gibi bir sorunu yok, bu siyasilerin kavgası” diyenlere hiç katılmıyorum. Toplumun bir kesimi, başörtüsü konusunda fazlasıyla inatçı bir direnç içinde. Parti yönetiminin bu seçmen tabanını, kolaylıkla ikna etmesini beklemek gerçekçi değil. Ama bu mümkün olmadığı sürece, bir büyük didişme devam edecek demektir.
Avcı’nın kitabında, daha çok “cemaat”e ilişkin kısımlar tartışıldı, oysa yakın geçmişe ilişkin tartışmaya açılması gereken daha çok şeyden söz ediyor. Her şeyden önce, siyasal-kişisel bir muhasebe söz konusu, zaman içinde, “devletin Avcısı” olmayı nasıl sorguladığını anlatıyor. Ben bu muhasebenin “samimi” olduğu kanaati edindim. Siyasi muhasebesinin özetini, alt başlıkta vermiş, “Dün devlet, bugün cemaat”! Benim bu özete bir itirazım var. Bence, mesele dün de “devlet”, bugün de “devlet”. Derin, karanlık devlet, el değiştiriyor, yeniden yapılanıyor. Bu esnada resmi ideoloji değişiyor, “tehdit” değişiyor, “düşman” değişiyor, maalesef gerisi aynı kalıyor. Olan bu.
Karanlık işlerden hazzetmeyen, daha fazla hukuk, daha fazla özgürlük isteyen hepimizin temennisi, bir büyük değişim yaşanırken, bunun daha demokratik bir düzen ve onun kısıtladığı bir devlet yapısı olması. Bazılarımız, bu temenniyi “gerçek” olarak görüyor veya görmek istiyor. Benim intibaım bu değil. Ben temennimi, “gerçek” yerine koyamadığım için çok eleştirildim. “Zararı yok!” diyemeyeceğim, zararı çok!
En büyük zararı, geçmişle muhasebemizden, daha aydınlık bir gelecek kuramamamız olacak diye korkuyorum. İşler karıştığında, ters giden her şeyi “cemaat” denilen yapıya fatura etmek de, yol değil. Daha esaslı bir muhasebe yapmakta yarar var. Mesele, sadece Simon’lar değil, hiçbir zaman sadece onlar değildi, şimdi de değil. Haliç’te yaşayan ve kokuyu almayan, almamakta direnen, almamakta fayda gören herkes.
Bakın, yeni tehdit/ düşman/ suçlu algısı nasıl yaygınlık kazandı. Askeri vesayet/ Ergenekon söylemi üzerinden sadece yakın geçmişin tüm kirli işleri değil, eski statükonun parçası olan her şey, herkes nasıl temize çekiliyor. Eski darbeci, istihbaratçı, Güneydoğu’daki kirli savaşın mimarı, vesayetçi kim varsa, bir günde yeni düzenin ‘demokrat’ı olabiliyor. Daha dün, 28 Şubat’ı alkışlayanlar, sanki tüm olan biteni kavramaktan aciz üç yaşında çocukmuşlar gibi, “bizi korkuttular” deyip, işin içinden sıyrılmanın yolunu buluyorlar.
Diğer yandan, bugünlere gelinmesinde nasıl bir sorumlulukları olduğunu yıllarca anlatmaya çalıştım, halen yeri geldiğinde hatırlatıyorum. Ama, görüyorum ki, hâlâ ne Türkiye’yi, ne dünyada olan biteni kavrama zorluğu içindeler. Her olan biteni beğenmek zorunda değiliz, ama önce anlayabilmek lazım.
Şimdilerde, referandum sonrası, Batı’dan gelen olumlu tepkiler, bu kesim için, hayal kırıklığı yaratıyor. Bir türlü kabullenilemiyor. Tamam, Batı dünyası, ne olursa olsun, ‘demokrasi’ açısından, halen, ciddiye alınması gereken bir standart oluşturuyor. Ama, Batı dünyası, yine halen, kendi dünyası dışında kalanlara, o veya bu ölçüde tepeden bakmaya devam ediyor. ‘Oryantalizm’ diye özetleyebileceğimiz bu bakış, farklı biçim ve tonlarda yaşamaya devam ediyor.
Tabii, işin bir de siyasi gerekçeleri var, yani, Batı ülkelerinin dünya çapındaki çıkarları söz konusu. Bu çerçevede, laik çevrelere kötü bir haberim var. Batı dünyası, bir süredir, bizim gibi ülkelerde, demokrasiyi kendisi için tanımladığı standartlarda tanımlamaktan vazgeçti. Klasik oryantalist bakışı yansıtan, “Bon pour l’Orient” tabiri, yani, bizim için değil ama “Doğu için iyi” anlayışı, demokrasi konusunda bizden beklediklerini tanımlamaya başladı.
Geçtiğimiz yıl, bu yeni demokrasi paradigmasını irdeleyen bir çalışma yapıp uzunca bir makale yazdım. Konuyu, bu köşede kısaca, bu şekilde özetleyebiliyorum, bu konuda yazılıp çizileni okusanız saçınızı başınızı yolarsınız. Bu yeni paradigma çerçevesinde, en temel özgürlüklerin kısıtlanması bile, ‘kültürel tercih’ olarak temize çıkabiliyor. Ben buna, politik doğruculukla takdis edilmiş oryantalizm (veya “Politically correct orientalism”) diyorum.
Uzun lafın kısası, yüksek standartlı bir demokrasi istiyorsak, Batı dünyasına meram anlatmaya girişmek yerine, bunun koşullarını oluşturmak için çaba sarf etmek en doğrusu. Başörtülü üniversiteye girme özgürlüğünü bile hâlâ içine sindiremeyen bir çevrenin, bu koşulları oluşturma şansı yok.
Muhafazakâr kesimin, “Batı bizi destekliyor, demek ki bizden demokratı yok” diye bu standarda sarılması da, hiç hayra alamet değil. Demokrasi, özetle, mümkün mertebe çok özgürlük ve buna karşın az didişme ortamının sağlanması demektir. Bu ortam sağlanmadığı sürece, kim ne derse desin, kim ne kadar beğenirse beğensin, bu ülkede kimse rahat etmeyecek. Onların da bilmesi gereken bu.
Biliyorum, vaktiyle, laiklerin onları Batı dünyasına öcü gibi göstermesinden çok çektiler, ama şimdi konjonktür değişti, işler onların lehine döndü diye, her konuda olduğu gibi bu konuda da, çareyi, aynı şeyi tersine çevirmekten ibaret görürlerse, bu ülkede hiç dirlik olmayacak demektir.
Bir kere, demokrasi, çoğunluğa veya azınlığa, şuna veya buna güven meselesi değil. Ama şimdilik bu konuyu bir yana bırakalım. Şu günlerde çok tuhaf şeyler yaşıyoruz. Yakın geçmişte, ‘toplumsal çoğunluk’, ‘kitleler’, ‘kalabalıklar’a (artık ne derseniz) karşı derin bir kuşku içinde olan bazıları, bugünün demokrasi yargıçları olarak, ‘gık’ diyenin sesini kesmek için, olmadık ithamlarda bulunmaya girişiyorlar.
SÖZ ETMEYELİM Mİ?
Geçtiğimiz yıl, “Askeri vesayetten kurtulalım derken, sivil otoriter siyasetlere savrulmakta olduğumuz kaygısı içindeyim” dedim diye hakkımda söylenmeyen kalmadı. Oysa, söylediğim bundan ibaretti. Ne dün, ne bugün, “İrtica geldi, gelecek”, “İslamcılar katiyen demokrat olamaz”, “Demokrasi halka rağmen tecelli edecek bir şeydir” gibi bir anlayışın hiçbir zaman yakınından bile geçmedim. Ama bugün, siyasi süreçleri kaygıyla izliyorum, gerekçesini de izah ediyorum. Etmeyelim mi? Referandum öncesi veya sonrası, toplumda belli kaygılardan söz ediliyor, edilmesin mi?
İnanın, bu şahsi, değil, çok ciddi bir siyasi mesele. Birilerinin ‘siyaseten doğru’ olanı, hep kendi düşünceleri merkezinde tanımlamaları, mevcut iktidarın işine geldiği için, muazzam bir düşünce terörü, ciddi bir demokrasi tartışmasının önünü kesiyor.
Başka bir şey değil, sadece bu soruna dikkatinizi çekmek için, bugün demokratlığı kimseye yakıştırmayanların çok yakın geçmişte neler söylediklerini hatırlatmak istiyorum. Onları mahcup etmek için değil, herkesi kendileri gibi sanmaktan vazgeçmeleri gerektiğini hatırlatmak için! Bazılarının demokrasi konusundaki korkularının, kendilerinin yakın geçmişte ifade ettikleri gibi, irtica korkusu veya topluma tepeden bakmak gibi bir noktadan hareket etmeyebileceğini hesaba katmalarını salık vermek için!