Fransız yapımı Koro diye bir film vardı. Bir anne, hatta bir insan olarak o filmden etkilenmemek mümkün değildi.
Yatılı bir erkek okulunda, müzik öğretmeninin, "kayıp" kabul edilen çocuklardan kurduğu koro ve bu koronun getirdikleri ile ilgili nefis bir filmdi.
Çocuklarımızın çok yönlü olması için epey koşturuyoruz. Her güne bir kurs koyuyoruz. Bir spor dalı seçiyoruz, bir de müzik aleti. Oysa gerçekten çok keyifli olan ama nedense pek ilgi göstermediğimiz "koro" diye bir şey de var.
Nitekim bir öğretmen buna uyanmış. Çalıştığı okulda bir koro kurmuş. Çok farklı bir repertuvar hazırlamış ve II. Uluslararası Slovakya Cantat 2008 Yarışması’na katılmışlar. Üstelik ikinci olmuşlar.
Hikayeyi Ayazağa Işık İlköğretim Okulu Müzik Zümre Başkanı Serap Çaldıran iletti. 2002-2003 öğretim yılından bu yana okul korosu ile yurt içinde ve dışında çeşitli festival ve yarışmalara katılmayı sürdürüyormuş. Bu yıl da 24-28 Nisan 2008 tarihleri arasında Slovakya’nın Bratislava kentinde yapılan yarışmaya katılmışlar. İlköğretim ve lise öğrencilerinden oluşan koro, 25 kişilik. Ayrıca öğretmenler vokal grubu da var.
Slovakya’daki yarışmaya katılan diğer ülkeler arasında Çek Cumhuriyeti, Polonya, Rusya, Norveç, Estonya, Finlandiya, Portekiz, Macaristan, Sırbistan, Slovenya, İsveç, Hırvatistan ve elbette Slovakya varmış. Enstrüman eşlikli halk şarkıları söyleyen koro dalında ikinci olmuşlar. Öğretmenler vokal grubu da halk şarkıları dalında ikincilik almış.
Serap Çaldıran şöyle diyor: "Repertuvarımızın ayrıca ilgilerini çektiğini, sayemizde çok sesli Türk müziğini daha yakından tanıma fırsatı bulduklarını, özellikle Ahmet Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu’ndan seslendirilen bölümlerin ne kadar zor ve etkileyici partiler olduğunu söylediler. Akademik çalışmaların yoğun olduğu kurumumuzda öğrencilerimizin özverisi ile sürdürdüğümüz koronun başarısı hepimizi gururlandırdı."
Doğrusun isterseniz beni de...
Çünkü çocuklar illa ki müzik aleti çalmak zorunda değil. Böyle nefis bir koronun üyesi olmak da son derece eğlenceli ve yararlı bence.
Bir tutam "ana" fikir yazısı
Ben bu işte çalışmasaydım, yapabileceğim öbür iş reklamcılık olurdu sanırım. Dolayısıyla reklamları izlemeyi, okumayı ve dinlemeyi severim. Son günlerde çok konuşulan "Ana Sponsor" reklamını ben pek sevemedim. Açıkçası fikir süper. Annelerimiz kendi hallerinde gayet tatlı insanlar. Hele ki buradan aldıkları paraları da bağışlamaları, çok daha güzel bir şey. Bu noktada, bir anne olarak hemen şöyle dedim kendi kendime: "Hmmm, aferin... Demek ki bizim futbolcular analarına bakıyorlar!"
Ne acayip değil mi? Bebekken ya da küçücük tatlı birer çocukken son derece masum olan çocukların yetişkinlikte ne olacaklarının garantisi olmuyor ne de olsa! Para kazanan ama adam olamayan az insanla karşılaşmıyoruz hayatımız boyunca. Eh bunlar da çocuktu bir zamanlar. Jodie Foster’ın bir filmindeki lafını hiç unutamam: Bütün çocuklar özelse, bu kadar sıradan insan nereden çıkıyor!
Evet neyse biz reklama dönelim. Ben diyalogları beğenmedim açıkçası. Orada herkes kendi çocuğunu öne çıkarmak, bir diğerini bastırmak derdinde. Takımda olan birlik beraberlik havası, o konuşmalarda yok. Sanki futbol takımı anneleri değil de, tenis takımı anneleri gibi...
Espri anlayışı sorunum da olmadığına emin olduğumdan benim üzerimde reklamın etkisi çok da tatlı olmadı. O zaman otur sen yaz derseniz bilemem tabii.
Ünlü erkekler babalığı anlattı
"Nasıl bir babasınız?" sorusuna yanıt vermek, çok kolay olmasa gerek. Ya da "Bir baba olarak kendinizi nasıl hissediyorsunuz?" sorusuna... Parents Dergisi, ünlü babalara bu soruyu sordu. Onlar da baba olmanın nasıl bir his olduğunu bizler için kaleme aldılar.
Ahmet Ağaoğlu / Fotoğrafçı
Her şey Bennu’yla başladı
O (Bennu Gerede) üç erkek çocuktan sonra bir kız özlemiyle yaşıyordu. Benim içinse bir çocuğum olsun, kız erkek fark etmeyecekti. Bir gün Bennu hamile olduğunu söylediğinde havalara uçtum. 9 ay sonra artık baba olacağımı biliyordum. Ama kız babası mı, yoksa erkek mi? Doğunca öğrenecektik.
Benim babalığa dair ilk tecrübem Bennu’nun doğum sancıları geçirdiği gündü.. Onu doğum sancıları çekerken gördüğümde, duyduğum gurur ve saygı, farklı bir tecrübeydi benim için. Bennu dördüncü çocuğunu doğuracağından daha sakindi. Hatta doktorların söylediklerinin aksine bebeğin üç saat önce doğacağını bildi. Zamanı geldiğinde de benim şaşkın bakışlarım arasında iki nefes alarak bir ittirmeyle oğlumuzu dünyaya getirdi.
Oğlumun kordonunu kesip onu elime verdiler. Önce ne yapacağımı bilemedim, ama sanırım babalık içgüdüsüyle senelerdir bebek tutuyormuşum gibi hemen kucakladım onu. Kucağımdayken ben bu küçük adamı büyütmenin sorumluluğunu nasıl alacağım, diye düşündüm...
Geceleri dönüşümlü kalkıyoruz. Bu durum benim Kai’yı daha çabuk tanımama yardım etti. Hele ki kusmuğunu temizleyip, bezlerini değiştirmeye başladığımda, bunun bir keyif olduğunu şaşırarak anladım. Tüm bunlar bana başkalarının bebeklerini sevmeyi öğretti. Onları artık sümüklü, ağlayan küçük mızmızlar olarak görmemeye başladım. Onlarla eğlenebileceğimi, onların oyun arkadaşları olabileceğimi gördüm. Bu, oğlumun bana verdiği ilk ders oldu...
Artık Kai’siz bir hayat düşünemiyorum.
Levent Üzümcü / Oyuncu
Zamanla babalığa ısınırız
Sanıyorum ne olduğunu bilmemekten kaynaklı bir aksaklık yaşar babalar ilk zamanlarda. Doğanın annelere bahşettiği genetik hazırlığa sahip değilizdir, belki de bundandır acemiliğimiz. Zamanla ısınırız babalığa ve buluruz yolumuzu karanlıkta.
Geçenlerde gazetede gördüğüm bir haber geliyor aklıma: "Dördüncü kattaki balkondan düşen çocuğunun ardından atlayan baba, oğlunu havada yakaladı. Baba hafif yaralı, çocukta sıyrık bile yok". Kaç kişi için bunu yaparsınız hayatta? Bu sevdiğiniz birini kıskanmak gibi olağan bir şey değildir, ancak bir baba için bu, cesaret değil olması gereken doğal bir harekettir. Kendi canın çocuklarının canı olmadan bir anlam taşımaz baba olduğun zaman. Tabii ki her baba aynı olmaz ama bütün çocuklar aynı doğar. "Özel günler" mevzusuna gelirsek; hediye almak üzerine kurulmuş bir gün olduğu aşikar bu tarz günlerin. Kendi anne babalarının, anneler babalar gününü kutlamamış (Türkiye’ye gelmemişti henüz) olan bizim anne babalarımız üzülürler aranmayınca. Demek ki bu hediye tuzağı işe yaramış.
Bedri Baykam / Ressam
Dünyanın en keyifli çifti: Baba - oğul
Baba-oğul ilişkisi... Nasıl anlatılır bu derinlik? Ben o sevgiyi önce babam Suphi’yle yaşadım. 39 yıl boyunca, en derin şekilde. Sonra 2.5 yıl boyunca "Suphi’siz" kaldım maalesef. Ardından Tanrı’nın yardımıyla oğlum Suphi’ye kavuştuk. Artık 9.5 yıldır onunla aynı sevgiyi paylaşıyorum.
Oğlum Suphi, tam bir futbol hastası. Dedesini tanımadı ama onun "abisini" ziyarete gitti Adana’ya iki-üç ay önce. Fenerbahçeliliğimizin dededen geldiğini biliyor. Sarı-lacivert tutku, onunla ilk paylaşımımız. Onunla evde ve bahçede futbol, TED’de tenis oynuyoruz. Maçlara gidiyoruz, bazen sinemaya kaçıyoruz! Atölyemde beraber resim yaptığımız, dizi seyrettiğimiz zamanlar da az değil. Annesiyle beraber ona yeni dünyalar keşfettirmek, yeni ülkeler ve kıtalar göstermek en büyük keyfimiz...
Baba-oğul sevgisinin tarifi çok zor da... Ben bir tek şey anlamıyorum, oğluna dokunmadan yaşayan, onu kucağına alıp sevmeden, öpüp okşamadan büyüten babaları veya aileleri... Neyse ki bayağı azalıyor bu sendrom son yıllarda.
Baba-oğul sevgi ve saygısına bir de arkadaşlık eklendiği zaman işte seyreyle kaymaklı kadayıfı! 9.5 yaşında, 12-13 yaş kıyafetleri giyen, 41 ayak numarasını zorlayan bir sporcu adayı var artık karşımda. Artık üçümüz aynı yatağa sığmıyor sayılırız. Annesiyle uyursa, ben onun yatağına yatay geçiş yapıyorum. Bazen de ona futbol masalları anlatırken, onun yerine uyuyakalıyorum.
Fatih Türkmenoğlu / Gazeteci
Taliş’im, sana canım feda
Şimdiye kadar yaptığım bütün işlerin içinde en zevk aldığım şey, senin baban olmak. Sen: En güzel rolüm, en iyi programım, en iyi konum, en sıkı projem. Sen: Bu dünyada en sevdiğim, dünya tersine dönse vazgeçmeyeceğimsin.
Bütün sülaleyi parmağında çevirensin. Herkese roller verip oyunlara katan, saatlerce dans edip sonrasında da saklambaca davet edensin. Her şeye "Neden?" diye soransın. O küçücük yüreğinle beni koruyan, kollayansın. Büyük hayallerinde anne ve iş kadınısın... Bak şimdi baba, bu Kitty, benim yaramaz kızım. Hiç uyumadı. Sen de dede oldun ya, sen onu yatır şimdi... Ya da uyumasın, sen onu okula götürmüşsün, ben ofisteyim, kapıda çıkmalarını bekliyorsun...Evet evet, ben de Kitty’nin çıkışını bekliyorum. Hoop Kitty yürüyor, bana sarılıyor, alıp senin evine getiriyorum. Senin prensin varmış, Kitty’nin babasıymış. Yüreğim dağlanarak sana ve prense hayali yavrunu teslim ediyorum.
Ah be Talia... Daha sen doğmadan evvel, radyoda "Yüksek yüksek tepelere" çalmıştı da, ben hüngür hüngür ağlamıştım. Ben sana doğmadan bağlanmıştım. Ben daha seni o zamandan prenslere mrenslere verememiştim... Şimdi hiç veremem. Bu mektubu bir gün okursan eğer, bil ki seni kimselere veremem. Sen "gidiyorum" demedikçe, ben senden hiç vazgeçemem...