Hyde Park’a koşup, çimenine bastım. Ey sonbahar turuncusu, çıtırdattım seni ayaklarımın altında!
Ben Londra’yı neden seviyorum? O şarkıda dediği gibi, sadece yağmur yağdığında mutlu olduğumdan mı? Serpentine Gölü’ne doğru yürüyorum.
Ellerim pötikare pardesümün içinde, gözlerim gri görüyor. Ben bu renkleri niye bu kadar seviyorum? Arada mı kalmış oluyorum? Arada kalmaya bayılırım.
Aslında dört kişiyiz. Fakat Londra insanların arasına bir şey koyuyor. Yanındakine tam dokunamıyorsun. Sanki sahne senin. Solunda da rüzgar var, sağında da. Demek çok yakında biri yok. Çaylarımızı alıp oturuyoruz. Gölün üzerinde kuşlar. Burada çok yemek bulmuş, şımarmışlar. Şımarık bir kuşun, boynundaki tüyler şişip iniyor.
Bir şey düşünmemeye çalışıyorum. Çünkü hissettiğim şey güzel. O bana yeter.
Earl Grey poşetimi fincandan çıkarıyorum. Etrafta kuşların peşinden koşan çocuklar. Herkes bir küçüğüne eziyet ediyor. Suda da, karada da geçen tek kanun bu. Büyük küçüğü ham yapar.Küçükler ağlıyor. Dünya yıkılsa bulunmayacaklarından emin oldukları tek yere koşup saklanıyorlar:
Annelerinin sağ bacağının arkası.
Hem ordan tek gözle, başına gelenin geçip geçmediğini de gözleyebilirsin. Bu şehirde aşık olunabileceğini zannetmiyorum, fakat ayrılıp ayrılıp barışmak için çok uygun görünüyor.
* * *
Fotoğraf çekiyorum çekmesine de, hikaye lazım bu karelere. Halbuki pek hikayesizim bu aralar. Ondan kalkıp geldim. Başımdan müzikaller, müzeler, müzikler geçsin diye geldim. Geçirdim kafama onları. Çıkarıp, saçlarımı açınca nasıl olacak acaba? Benim hikayem hep bu aslında.
Bu dört kişi ne konuşuyorlar derseniz, başlıklar şunlar:
‘Ne kadar katoliksiniz Oliver?’, ‘Buralara yakında alışırsınız Elvan’, ‘Hayır o kadar soğuk değil Çağla.’ Konuştuk, sustuk, konuştuk. Çayları ödemeyi unuttuk. Bu da kraliçenin bize bir göl kenarı ikramı olsun dedik.
Yürürken Prenses Diana anısına yapılan ve içinden hep su akan halkanın yanından geçtik.
Biz Sezen Aksu kadar, Prenses Diana’yla da büyüdük. Gerçi ben Stephanie’ciydim. Sirkte çalışan kocası olduğunda ise, artık onu takip edemeyecek kadar büyümüştüm.
Serpentine, Prenses, Early Grey, Kraliçe ve rüzgar, ilaç gibi geldi. Sanki ruhumun bir parçası, o gölün kenarında, casus kılığında, başka bir parçasıyla buluştu. Kulağına bir şey söyledi ve ben yine duyamadım.
Dışımdan onları dinliyordum, içimden şarkı söylüyordum.