Annem ‘aa yağmur yağıyor, bekle şemsiye alıp geleyim’ diye apartmana girer girmez koşup ağaca tırmanan. Yağmurda şemsiyeye gerek duymayan. Çimlere basıp solucanları inceleyen... Koşar adım yürüyen, yürür gibi seksek oynayan. Annesinin getirdiği şemsiyenin kuruluğundan nem kapan.
Hayatın düzeni ve dayattıkları hoşuna gitmediğinde herkesin ortasında hüngür hüngür ağlayan. Neşesinden, enerjisinden, inadından sinir bozan. Her şeyi soran. Aldığı her cevaba inanan. Kendi yörüngesinde dönüp durmaktan sarhoş...
Uluorta dans eden, şarkı söyleyen, ‘buradan gidelim!’ diyen. Sevmediği insanları sever gibi, sevdiklerini sevmez gibi yapmayan. Yuvadan birine platonik aşık olan. ‘O benim olsun’suz aşkını devam ettiren.
Kolayca gülüveren, hem de karnından bir yerden.
Kimse boya dememişken boya yapan, kimseye göstermese de hamurdan heykelini diken. Saatlerce tek başına oyunlar kurup bozan. Bilek güreşinde yalandan yendiğini bilse de en güçlünün kendi olduğuna inanan.
Koşarken düşmekten korkmadan koşan.
Düşünce yaşanan kan-tentürdiyot-gözyaşı-kabuk karesini çabuk unutup, ertesi gün daha da hızlı koşan.
Kusurlarını da marifetlerini de kendine saklamayan.
Basit, sevgi dolu bir rutinden başka bir şey istemeyen. Neden neden neden diye hep laf olsun diye soran. Aslında nedensiz bir şey yapmaya çoktan razı olan.
Kitapları resimli olan, uykusuna ninnilerle yollanan, iştahı yokken dikkati dağıtılıp beslenen...
Gökgürültüsünü, ayı, güneşi, yıldızları ve yağmurları altyazısız seyreden.
...ben de bunları yazan,
yağmurdan mı, çocuktan mı, hayattan mı nem kaptığı belli olmayan.