Paylaş
Birdenbire yağmurlar, basınca çıtlayan yapraklar, utanmadan soyunan ağaçlar.
Uykuya hazırlanan, esnemeye başlayan doğa.
Çocuklar da okulda.
Eylül geldi mi, bir telaş başlar...
Yapacağım ne çok şey var.
Ve nasıl çok çok azını yapmayı başardım?
Nasıl koydum raflara ve bekledim üzerine tozun çökmesini?
Eylül halleder hepsini.
Eylül geldi mi, canım Beyoğlu çeker...
Ve ada vapuru, ve eski şiir kitapları.
Ve Boğaz’ın dalgaları, aslında hüzünlü olan popüler bir şarkı.
Bakayım dolaplardan hırkalar çıktı mı?
Eylül geldi mi, ben de çıkagelirim...
Sonbaharda doğmuş olmanın verdiği ‘saudade’
Portekizce, çevrilmesi zor bir kelime...
‘Buruk bir sevinç’ olur mu mesela Türkçede?
Bazı duygular ne öksüz bazı dillerde.
Eylül geldi mi, içimde bahar...
Canlanır içimde uyuklayan canlılar.
Çıkarlar kovuklarından solucanlar, tavşanlar, papağanlar.
Dökülür dilimin ucundaki laflar.
Hiç de utanmam kafiyelerden.
Kaçmıyorum artık peşimdeki hafiyelerden.
Rüzgarıyla dirilirim ve mutlaka bir şey yapmaya başlarım.
Ve mutlaka başladığım şeyi bitiririm.
Ve muhakkak o bitirdiğim şeyi beğenirim.
Ve emin olun o beğendiğim şeyi çabucak unutur, başka bir işe koyulurum.
Budur eylül, meşgul çalmaya başlarım...
Kendime yeniden inanmaya başlarım.
Kim olduğumu hatırlarım.
Ve hayallerimi.
Düşmüştür artık yazın beni yatıran ateşi.
İyileşirim.
Paylaş