Hava güneşli. Ben geldiğimden beri böyle. Bir tane bulut görmedim. Bir damla yağmur yok. Rossmore sokağına doğru yürüyorum trallalla trallalla. Durakta durmasını fırsat bilip yol sorduğum otobüs, ‘Bana atlayın, ben oraya gidiyorum’ dedi.
Atladım. E Londra’da da hepimiz bir yerden bir yere gidiyoruz, değil mi?
Durmak yok. Ben dursam kafam gider, kafam dursa kalbim gider, kalbim dursa ben giderim.
Tıss diye açılan kapıdan otobüse giren herkese gülüyorum, çünkü masaldayım, onlar suluboya, çünkü Björk’ün ‘its oh so quiet’ klibindeyim, çünkü adım neredeyse Alice.
Otobüse benimle binip, ardımdan gelin arabalarına takılan tenekeler gibi gelen gürültülü bir düşünce var. Dün gidip izlediğim ‘Some Girls’ adlı oyundan beri takipte...
Oyunun konusu şuydu: Bir adam (Friends dizisinde en sevdiğim adam olan Ross, aman David Schwimmer) evlenmeden önce geçmişte kalbini kırdığı 4 kadını ziyaret eder. Oyun 4 ayrı şehirdeki 4 otel odasında geçiyor. Kadınlardan biri 15 sene önceki lise aşkı. Biri ateşli melez tasarımcı. Biri üniversitedeki o zaman da evli olan profesörü, biri de Billy. ‘Aslında hepsi Billy’di’ Billy.
Kırılmış Kalpler imparatorluğunda, hazır zaman pansuman da yapmışken gidip dikişleri alayım diyenler şaşırmasınlar. Kalpler aynı anda her zamanı tüm acısıyla yaşamaya devam ediyor. Kalpler hem 1986’daki mezuniyette, hem de bugün Seattle’daki o otel odasında. Kafama takılan şey işte buydu: Geçmiş geçmiyor mu yoksa!
An bir illüzyon, ‘anını yaşa’ hayatın reklam sloganı mı? Geçmemiş bir zamanda hala birileriyle tartışıyor olabilir miyim?
Oyunda bütün o kadınlar o günü yaşamaya devam ediyor! Adamın terk edişini loopa almış, üstüne dans ediyorlarmış meğersem. Adam o adam olduğu için değil. Kalpleri kırıldığı için... Sanki loopa aldıkları ritmin üzerine derinden acılı bir ses şu sözleri söylüyor:
Bugün çocuklarım varsa bana ne/ O mezuniyete benimle gitmedi/ Acaba o kızla mı gitti?