Kim demiş, nerede demiş, kime demiş, kitaptan mıymış, başkasının mıymış, neden denmiş hepsi karman çorman oldu.
Gördüğümüz ve okuduğumuz şeyler, hızlı bir trenin geçerken camdan belli belirsiz bize gösterdiği şekiller gibi oldu.
Neyse uzatmayayım, uzatmak da kabahat bu devirde...
Ben bu cümleyi bir yerde okudum ve hemen ‘evet’ dedim, aynen öyle: İnsan her gün bir saati sadece kendine ve canı ne istiyorsa ona ayırmalı...
Bunu okuduğum günden beri, dizi dizi dosyaları masasında bırakıp, öğle arasına sorgusuz sualsiz çıkan bir memur gibi, bir saatliğine kayıplara karışıyorum. İnsanlardan uzak, telefonu çoktan unutmuş halde, canımın ne istediğini dinliyorum.
Bu bir saat, kimsesizken, “Kendimleyken neye ihtiyacım var”, “Çıkıp dolaşayım mı”, “Kitap mı, spor mu”, “Oturup etrafı mı seyredeyim”, “Yazayım mı”, “Kaybolduysam kendimi nerede bulayım”la geçti.
Bu bir hafta bunu yaptım.
Her seferinde de eve dönerken bir top çikolatalı dondurma aldım.
Gidilecek yere varılacak zaman, dümende kararlı bir kaptan çarpı rüzgarların keyfi olarak hesaplanmalıdır.
Kafanı kaldırıp göğe bakmak iyidir.
İnsanlar bunu çabuk unutmuş ve adımlarını izleyen yerebakanlara dönüşmüştür.
Halbuki gökte kocaman bir ay, sayısız yıldızlar, bulutsuz sabahlar, güneşin doğuşu ve batışında ton ton turuncular ve kanatlarını özgürce açan kuşlar vardır.
Göğe bakmayan bunları kaçırır.
Bedenin sudur. Sudan yapılmışızdır. Et ve kemik sanırız. Halbuki denizizdir biz.
Suyun üzerinde geçirilen günler, anne karnına dönmüş gibi olunur.
Yıl 91’di. Kendine kahramanlar aramakla meşguldü.
Zaten çocukluğun büyük bölümü kahramanlarını aramakla geçer.
Bir tane bulmuştu işte! Kafası kazılı, siyah boğazlı kazak giymiş, sesi özgür bir kadın, nasıl göründüğünü önemsemeden çıkıp şarkısını söylüyordu.
Göktaşları sadece uzayda dolaşmaz, dünyaya düşmezler. Hayatlara da düşer göktaşları.
Sinead O’Connor, gözlerimin içine bakarak ‘Sen kalbini alıp gideli, 15 gün 7 saat oldu’ diye şarkıya girdiğinde, benim 15 yaşıma bir göktaşı düştü.
Bazen, çok seyrek olarak, biri çıkar. Kimseye benzemez.
Öncesi ve sonrası olmayan yeni bir şey gibi durur. Işığı içinden, fikri kendinden, isyanı doğuştan.
Kopyalanmamış ve kopyalamaya da ihtiyaç duymamış biri. Aklını alır tabii. Kalbini hızlandırır.
Sanki bir kamyonun lastiği bütün gücüyle göğüs kafesime bastırmış, beni nefessiz ve hareketsiz bırakmıştı. Öyle bir zamandı.
İnişleri çıkışları, kuyuları ve tepeleri olan hayat coğrafyasının karanlık bir mağarasındaydım.
Yüzeye çıkmak için ayaklarımı var gücümle çırpıyordum. Mecburdum. Mecbur değildim de öyle biriydim.
Düştüğü çukurdan başını kaldırıp, yıldızlara bakanlardandım. Güneş kapandıysa, bulut gelmiştir, bulut da gelip geçecektir diyenlerden.
Güneşi hafızasında tutanlardan. Nefesini tutup bekleyenlerden. Nefes alıp vermeye devam edenlerden.
Yine de gücüm yoktu. Olan tek gücümü ayaklarımı çırpmaya vermiştim.
O günlerden bir gün, Serdar’la birbirimize birer hediye yapmıştık.
Yani ne kadar önemli olduğunu bu topraklarda çalan müzik için.
Senin, MFÖ’nün peşinden durdurulamayan bir nehir gibi sürüklendiğimizi...
Ele güne karşı yapayalnız kaldığımızı, mazeretimiz olduğunu, zincirin kopuk olduğunu ve olduramadığımızı...
Bu kelimenin her zaman sana ait olacağını.
Yani içinde durmadan çalan ritme, sesinden, bedeninden fışkıran o enerjik davete, bir gün bile sessiz kalamadığımızı.
Senin yanında fişe takıldığımızı, akıma kapıldığımızı, yeniden yapıldığımızı, şarj olduğumuzu, hayran olduğumuzu...
Yani Mazhar Abi’nin evinde, hep telefondaki ekrandayken sen, onun ne şanslı olduğunu düşündüğümü...
Senin de ne şanslı olduğunu düşündüğümü.
Bazen, fırtına dindikten sonra, “Yahu neden ben buna bu kadar bağırdım çağırdım alındım, kaskatı kesildim” dediğim oluyor.
Gerçi ben pek bağırıp çağırmam ama sessiz kaskatılığı iyi beceririm.
Biri hakkında yargılama yapıldığında, “O zaten şöyle biri” denildiğinde, “Onun bu huyundan nefret ediyorum” denildiğinde...
Dedikodunun en dikenli yerlerinde.
Ya da beklenmedik bir anda garsona, bekçiye, yandaki şoföre sesimiz yükseldiğinde.
Sahi neden bazı şeyler, bizi diğerlerinden fazla tetikler düşündünüz mü?
“Kim olsa böyle tepki verir” demeyin. Vermiyor herkes.
Nefes alıp sakinleşeni var. O lafları etmeyeni ya da sizi kıran, delirten, çileden çıkaran şeyi görmeyeni, duymayanı, konuşmayanı var.
Hiç çıkmazmışım. Uzun zamandır izlemek istediğim iki konsere gittim.
Florence and the Machine ve Rosalia. İkisinin Milano’da, perşembe ve cuma peş peşe konser vereceğini duyunca, bunun bana gönderilmiş bir davetiye olduğunu düşündüm.
Hayatın bizimle konuştuğunu hissediyorum. Davetiyeler yolladığını. Bazen duyuyoruz, nadiren dinliyoruz. Dinleyeyim bu sefer dedim.
Kendime bir hediye verdim.
Bu aralar kendimize hediyeler, zamanlar, alanlar, amaçsız baş başa gezinmeler vermemiz gerektiğini düşünür oldum.
Bazen neden sadece kendimi düşünmeyeyim? Neden bazen sadece benim anlayacağım bir şeyle, yan yana durmayayım? Sırf benim zevkim ve eğlencem olacak bir şeyi neden yaşamayayım?
Kadınlar kendilerine böyle şeyler yaşatmayı, çağlar boyu ‘bencillik, sorumsuzluk’ hatta ‘uygunsuzluk’ saymış.
Biri babam, biri de oğlumun babası.
Dün Babalar Günü’ydü ve 2016’da yazdığım bu yazıyı buldum.
Sizinle ve tüm babalarla tekrar paylaşmak istedim.
Babalar Günü’nüz kutlu olsun.
İşte babalar ve hazineleri...
Bize bir gün bir hastane odasında rastladılar.
Pek romantik sayılmazdı ilk buluşmamız.