Oğlumuz yeni bir okula başladı, alışma süreci.
Arada pencereden bize bakıyor.
İnsan hayatında arada pencereden kimlere, nelere bakıp içi rahat ediyor merak ediyorum.
8 yaşındayken anne babana. 13 yaşındayken kime, neye?
23 yaşındayken?
Ya 33, 53...
Hayatın duvardan kollarıyla bizi sıkıştırdığı zamanlarda, nereye başımızı uzatıp bakınca daha dayanılır oluyor cendere?
Kendimizi iyi hissetmek için, gözlerimizi kaçırdığımız penceredeki manzarada kimler oturur, neler durur? Onu düşünüyorum.
Birdenbire yağmurlar, basınca çıtlayan yapraklar, utanmadan soyunan ağaçlar.
Uykuya hazırlanan, esnemeye başlayan doğa.
Çocuklar da okulda.
Eylül geldi mi, bir telaş başlar...
Yapacağım ne çok şey var.
Ve nasıl çok çok azını yapmayı başardım?
Nasıl koydum raflara ve bekledim üzerine tozun çökmesini?
Eylül halleder hepsini.
Yeri geldi, şimdi yine söyledim.
İkimiz de günlerdir, çalışmaktan bitap düştük.
Sanıyorlar ki, arkamızda bir ordu, yanımızda iki kanat var. Yok.
Arkamızda bir başımıza seçtiğimiz, tek başımıza geçtiğimiz yollar.
Yanımızda iki yana sallanan incecik ama kaslı kollar.
Çok güçlü olmak zorundayız.
Hep devam etmek, artmak, çoğalmak, parlamak zorundayız.
Bir mücadele halindeyiz.
“Terapi ne güzel bir şey keşke herkes bilse, keşke herkes gidebilse” diyor. “Bence de” diyorum.
Sokrates gibi, sorular soruyor, içinde cevaplar arıyorsun. Cevabından da yeni bir soru doğuyor.
Cevapları bırakıp, sorulara bakmaya başlıyorsun.
Sonra daha da güzel bir şey oluyor, sen de kendine soru sormaya başlıyorsun.
Kendi hallerinle bir oyun başlıyor.
Hayatta takılıp düştüğün çoğu cümlenin, iki soruluk canı var.
Hemen alırsın eline, dikersin üzerine gözlerini.
Yüzmekten çok yürüyüş yapılan denizlerine. Yürü yürü bitmeyen, bir türlü derinleşmeyen, dalgası eksik olmayan o oyunbaz sularına. Çocukların bayıldığı, dalgalarına atladığı, sonsuz kumunda koştuğu kıyılarına.
Babamla Ilıca Plajı’na yürüdük geçen gün.
İnsan böyle güzel cümleleri hayatının her deminde kuramaz.
Plaja yürüyüş kısaydı aslında ama sanki çok şey oldu.
Yeni yapılan otelin inşaatından geçtik.
Yürürsen hep bir inşaattan geçersin.
Yüzyüzeyken Konuşuruz grubunun konser afişinin önünden geçtik. Çarşambaymış konser, burada olsam giderdim.
Bizim gibi sabah yüzmeye gitmiş, şimdi dönenlerin sessizliğinden geçtik. Giderken dönenlere, dönerken gidenlere rastlamak hayatın döngüsü.
Hiçbir kelime mavinin sonsuzluğunu, kırmızının alevini ya da sarının umudunu anlatamaz.
Hasta olduğumda, boynumu renklere sarar, oğlum üşüttüğünde muhakkak üzerine turuncu örtüsünü örterim.
Bazı müzisyenlerin notaları renk olarak, şarkıları bir renk cümbüşü olarak görebildiklerini okuduğumda çok etkilenmiş, hiç şaşırmamıştım.
Her şeyin rengi var. Etrafımızdaki enerjinin bile.
Konserlerde de şarkılara eşlik eden ışıkların, o şarkının hissini ne kadar değiştirdiğini, artırdığını gördüm hep.
Çocuğu olmuşum Suavi’yle Berin’in.
Doğmuşum bir sonbahar günü Ankara’da.
İsmimi Nil koymuşlar.
Tesadüfen, tamamen tesadüfen.
Çocuğu olmayıvermişim Aneni ve Banga’nın, doğmamışım bir yaz akşamı Harare’de.
Bu yüzden ismim Shona değil.
Peki her şey bu kadar tesadüfken, insanlığı bir yana bırakıp bu kadar kimlik bağımlısı olmamız niye?
Niye milletler, renkler, diller, dinler, cinsiyetler bizi küme küme ayırıyor?
Kuş yumurtasından doğan insanlar, güzellik, ahenk ve anlam peşindeler.
Doğaya ve dünyaya kuşbakışı bakıyorlar.
Onların her şeye mesafeleri var.
Bu insanlar kuşlar gibi uçucu, narin ve güçlü. Hayatın içinde süzülüyorlar.
Balık yumurtasından doğanlar, sanki koca bir balık yumurtası havuzunda yaşıyor gibiler. Onlar için önemli olan tek tek bireyler değil, çoğunluk. Sadece kendileri değil, diğer balıkların da en iyi koşullarda yaşaması ve çoğalması önemli.
Su doğru ısıda olmalı, nazikçe akmalı ki herkes hayatta kalsın. Kolektif şartlar önemli balık için.
Balık yumurtasından gelen biri dünyadaki adaletle ilgili. İnsanlık, kendini çoğunluğun iyiliğine ayarlamalı onlar için.