Paylaş
Bu kez de, Arapça, “Fellah Mangu - Minküm” (aynı tarlada çalışan insanların-çiftçilerin şarkıları, müziği...) anlamına gelen kelimelerden, (kibirli, küstah, hoyrat ve az biraz da argo halleriyle) evrilmiş, “Flamencura” başardı bunu... Kim ne derse desin, salı akşamı böyle bir parlak tablo yaşadık. Öncelikle, 30’uncu Uluslararası İzmir Festivali’nde “iki kez açılış” yapabilen İKSEV’i kutluyorum.
Müziği de dansı da “rüzgârlı” olan “Flamenko”, kadın ve erkek dansçının, birbirine dokunmadan neler anlatabildiğini gösterdi yine. Ama rüzgâr dediysek, öyle İzmir meltemi filan değil... İzleyenleri “tutkunun tarifini yeniden yapmak zorunda bırakacak” kadar tafralı; üstelik aşk, acı, kin, hasret taşıyan öfkeli bir rüzgârdı bu... Aralık kalmış pencereden, perdeyi kendine doğru çekip, dışarıya doğru savuran cinsten... İşte o perde, “manton” (uzun püsküllü bir şal) oldu da, “tavırlandı” Festivalde...
Bu rüzgâra ayak uydurmak, dahası kapılmak için, zannımca, sadece zarif veya sert olmak (tek başına) yetmiyor. Mağrur olmak da lâzım! Kararında bir meydan okuma ekleyince üstüne, ihtişamın içindeki naifliğin sert yüzünü de görüyorsunuz. Evet; belki de bu yüzden kırılgan... Aynı anda hem pençe atıp hem de okşar gibi kalabilmekteki işve, bir rengi adresliyor olmalı... Ve bu muhakkak kırmızı olmalı! Çünkü Flamenko, kırmızı kadar yakıcı ve gerçek... Kırmızıya bu kadar yakınlaşmışken, bu âteşten mamûl renk, ya “Ruh, şarabı gördü üzümden önce / Süt kan olmak için devinir...” diyen Melih Cevdet ile izah edilecek; ya da “Her rengi istemez, gözümüz şimdi aldadır...” diyen Yahya Kemâl ile, “Şevk akşamında üç defa kırmızı” olan Endülüs’ün hayaline dalınacak. Sahnede gül yoktu, ama biz gördük... Kadeh yoktu, dokunduk. Şarap yoktu, yudumladık, zil yoktu işittik... Şairin, “yosma” dediği Gırnata (Granada) şehrine de uzandık, 74 yaşındaki Paco Peña’nın doğduğu Cordoba’ya da...
Efsane gitaristin, 1970 yılından beri, özenle seçilmiş dansçı, gitarist ve şarkıcılardan oluşan bir toplulukla düzenli olarak, nefes kesen performanslar sergilediğini biliyorduk. “Flamenko’da dansın, müzikten önce geldiği ve bu yüzden bazılarının dans edilmeyen bir ortamda gitar (bile) çalmadığı” bilgisi doğruysa eğer, “Büyük Usta”nın “gölgede” kalmayı tercih etmesinde, karşılıklı bağımlılıktan güç alan bir olgunluğun gizlendiği, rahatlıkla söylenebilir. Nitekim, İspanya’nın en iyi Flamenko dansçılarından biri olan Angel Munoz Lopez’in gece boyunca seyirciyi avucuna alan performansı, yükseldi, yükseldi ve son bölümdeki “solo” ile mükemmel noktasına ulaştı. Onlar bu nadir zamanlar için, “duende...” (aramızda) derlermiş. Lopez, final dansını, Maria Del Carmen Arando Rivas, Maria Del Rosario Delgato Espino ile birlikte yaptı. Seyirciler, hava muhalefetinin bir lûtfu olarak, adetâ bir “Cafe Cantante”ye dönüşmüş olan AASSM’si “Aficionado” (cesaret veren, destekleyici) alkışlarıyla sallayınca, Grubun dumanlı sesi olan Inmaculada Rivero Cinta, salona, “parlak dans geçmişinin mihrabı”nı işaret eden kısa bir dans ile yanıt verdi. Gösteri sırasında, bir Flamenko geleneği-ritüeli olarak zaman zaman sesini duyurmuştu izleyenlere. Sahnedekileri yüreklendirmek için “Asi se baila! / “işte böyle dans edilir, Asi se toca! / İşte gitar böyle çalınır, Asi se canta! / İşte şarkı böyle söylenir...” diye seslendiğini program kitapçığının içine not olarak eklemek, algıyı daha yüksek ve canlı tutabilirmiş.
“Her sineden” bir “Ole!” yükseldi elbette... Salonda, bir destek, hayranlık ve kutlama ünlemi olan “Ale”nin, Allah kelimesinden geldiği bilenler, “Allahın bildiğini kuldan saklamanın ne mânâsı var” diyerek tebessüm ettiler. Çünkü zaten herkes, “aykırı, kışkırtıcı ve baştan çıkartıcı” olduğunu biliyordu Flamenko’nun... Masum bir temaşâ ile (dokunmadan) başlayan yolculuk, “Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi” dizesinde gizli “gibi” yüzünden, dokunmaktan beter izler bırakarak sonlandı...
Paylaş