Şimdi Ankara’da olmak vardı

Şimdi dediysem, lâfın gelişi. Şaire ve şarkıya nâzire olsun diye dedim. Çocukluğumu kastediyorum; 60’lı yılları...

Haberin Devamı

“O senelerde”, bugünkü gibi 11 Kasımdan önce, 9 Kasımdan sonraki gün değildi 10 Kasım. Hiç Kızılay’da denk gelmişliğiniz var mıdır sirenlere? “Hayat dururdu; kendiliğinden...” Bir terbiye, vefâ ve bilincin yansımasıydı o duruş. Türkiye’nin kalbinde nefes duyulmazdı. TV devrinin magazin icadıdır; memleketin dört bir yanından görüntüler, köprüde trafiğin durması filân...

Bu sade resim önemliydi! Çünkü, ‘Ankara veya İstanbul’dan birine, (Leningrad, Stalingrad gibi...) -Atatürk- adı verilmesi için kanun teklifi hazırlayanlara; “Bir adın tarihte kalması ve ağızlarda söylenmesi için, şehirlerin temellerine sığınmak şart değildir. Tarih zorlanmayı sevmeyen nazlı bir peridir. Fikirleri tercih eder...” cevabını veren Gazi’nin adını, hiç sakınmadan, her şehirde en az bir caddeye, binlerce okula, hastanelere, üniversitelere, kültür merkezlerine, havalimanlarına, stadyumlara verenler, sadece isminin değil, fikrinin de erozyona uğramasına vesile ve sebep oldular. Yeni resim ve “Yeni Türkiye” tablosunun çizilmesi, üç günlük iş değildir yani.
Aynı Ankara’dan hayal kırıklığı ile ayrıldığım yıllardı; 12 Eylül sonrası... Otobüs durağında bekleyen ilkokul öğrencileri, o günün ders programını tartışıyorlardı. Biri sevimsiz matematik saatlerinden söz edecek oldu. Diğeri, 10 Kasım olduğunu hatırlatıp, derslerin bitmek bilmeyen ve abartılı Atatürk gündemi ile kaynayacağı müjdesiyle rahatlattı onu; “Yok lan...” dedi, “mıstık var bugün, ders mers olmaz...” Kanımın donduğunu hatırlıyorum! Farkındayım, sizin de soluğunuz kesildi yazının burasında...
10. Yıl Nutku’nun (-Asla şüphem yoktur ki- diye başlayan) kararlılık dolu satırları arasında, Atatürk’ün (rica üzerine ve hüzünlü bir vedâ çağrıştırmasın diye...) üzerini çizerek metinden çıkarttığı bir cümle vardır: “...Bu söylediklerimin gerçek olduğu gün, senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur (der); beni hatırlayınız...” Kendisinden, o cümlenin çıkartılmasını istememiş olmak gerektiğini, ancak bugün anlıyoruz.
Artık, nerede olduğum da çok fark etmiyor. Onun için, “Şimdi İzmir’de olmak vardı...” diye atılmadı yazının başlığı. Yine de alıngan dostları da dikkate alarak, günceli paylaşarak bitireyim. Cuma günleri, Bornova’da, ismi lâzım değil bir okulun önüne park ediyorum. Bayrak töreni başlıyor. “Bir damlacık”lar, heyecanla söylüyor; (maç anlatan spikerlere, okunanın millî marş olmadığını anlatamadığımız) “İstiklâl Marşı”nı... Çocuklarını almaya gelen velilere bakıyorum bir deyoldan gelip geçenlere arkasından... İstiklâl Marşı için duranları da omuzlayıp devam ediyorlar.
Vesileyle, bunlar ve bunlar gibilere ve dokuzu beş geçe “edebiyle yerinde duramayanlar”a da tekrar ve sonsuza kadar kutlu olsun; birkaç sene önce, yine bu köşede ilân ettiğim, “onlara mahsus özel gün!” O eski yazıda şöyle demişim: “(Yazının başında andığım yıllarda) ...aklımız ermezdi işte; ‘ölüler’den korkardık yok yere... Yaşadıklarımız, bize ‘diriler’den korkmasını öğretti. ‘Allahtan’ korkardık, sevmek ve sığınmak yerine. ‘Kulundan’ korkulması gerektiğini, deneyim kazandıkça öğrendik... Biz çocukken, ‘karanlıktan’ korkardık; ‘aydınlıktan’ değil... Bazılarımıza ne yaptılar ve nasıl yaptılarsa, onları, ‘aydınlıktan korkmaya koşulladı’ birileri...”

Haberin Devamı

Dün “10 Kasım”dı malûm...
Tekrar tekrar altını çiziyorum:
“Bakmayın Saatli Maarif Takvimi’nin yaprağında,
‘Atatürk’ün Vefatı (1938)’ yazdığına…
10 Kasım, hayli demdir, (bazıları için) ‘aydınlıktan ve bir ölüden’ korkma günüdür...”

Yazarın Tüm Yazıları