Paylaş
Devekuşu Kabare’nin “Dün, bugün...” adlı oyunundan bir bölümdür, diye aklımda kalmış. Güftesi (İsmet Paşa için yazdığı hicivlerle de meşhur) Orhan Seyfi’ye ait olan, Ali Rifat Çağatay’ın Nihâvend şarkısından bahsediyorum... Özellikle, Münir Nureddin’in Feyzi Aslangil’in piyanosu eşliğinde söylediği taş plâk kaydının, eşi menendi yoktur denilebilir.
İlân-ı Aşk mı, yoksa şair yine bir “siyasî hiciv” mi sıkıştırıvermiş satır aralarına? Biraz zorlarsanız, aklı karışabilir insanın. Son günlerde, (nedense) yine düştü sosyal medyaya... Hani, Metin Akpınar’ın fes, redingot ve bastonu ile (düet’in suskun ve kırıtık mahbûbesi-sevgilisi...) Nevra Serezli’ye kur yaptığı, “niyet”ini seslendirdiği (şimdiki deyimiyle) klip... Hattâ, sonunda Serezli’nin, eliyle ve (dudak okumasından anladığımız kadarıyla) “manyak mısın?” diye terslenip de gittiği, “efsane kayıt”.
Dili, bazı yerlerde biraz eskice olduğu için, gençlerin tam hakkını verip, tadını çıkartamadıklarını düşünmüşümdür hep. Oysa, ne incelikli, ne dokunaklı, ne dokundurmalı şarkıdır o. Haydi gelin; sevâbına, bir türlü anla(ya)mayanlar için, “şiir” üstünde bir metin incelemesi yapalım:
Şarkı, “muhatabı”na; “Sarahaten, aceba söylesem darılmaz mı?”
(Açıkça söylersem eğer, darılır endişesi taşıyorum) diye seslenerek başlıyor...
“Darılmak âdeti, bilmem ki, çapkının naz mı?”
(Darılmayı âdet edindiği sabit de, acaba naz mı, huy mu, hastalık mı, başka bir şey mi?) diye, azıcık da imâlı soruyor ardından.
“Desem ki: ben seni... yok dinlemez ki... hiddet eder” mısrasında, (Ben seni... kalıbına sığınarak söze başlasam; ama muhakkak sonunu dinlemeyecektir; bir hiddet, bir celâl, bir kızgınlık...) diye devam ediyor.
Şaşkınlığını gizleyemediği dizelerde ise,
“Niçin? bu sözde ne var? Sanki hiddet etse ne der?” şeklinde soruluyor, lâkin...
(Sözünü sakınmadan söyledikten sonra, hiddet etse ne olacak canım?
“Ateş olsa cürmü kadar yer yakar” demeye varan bir vurdumduymazlık da) gözleniyor.
“Desem ki: ben, seni pek... ya kızar konuşmazsa?” sorusuna geldiğinde sıra...
(Burada, yine ben seni... diye başlıyor ve muhatabın kızacağı, köpüreceği (hattâ yeni jargonla atarlanacağı) kaygısının, tekrar ön plâna çıkmakta olduğunun bir göstergesi bu ifade).
“Derim: bu çektiğim insaf edin, eğer azsa?” derken ise, (Artık anlıyorsunuz ki, etraftakiler, insafa davet edilmektedir ve artık çekilenlerin, tahammül sınırlarını çoktan aştığı, beyanı vardır).
“Desem ki: ben, seni pek çok... hayır, kızar, bilirim...”
(Bir kez daha teşebbüsle, beni seni... kalıbına müracaat ediyor ama, lâfın sonunu pek isteyerek getirmiyor; çünkü muhatabının kızacağından emin).
“Tereddütüm, acebâ, hiddetinden az mı elim?”; mukayeseli bir cümle.
(Ve diyor ki, senin halinden kuşku duyuyor olmam, kızgınlığından daha az üzüntü vermiyor...)
“Desem ki: ben seni pek çok... sakın gücenme emi?” diye sormuş ardından.
(Yani şarkının sonuna doğru, bir kez daha, ağzını doldura doldura; ben senin... diye başlıyor söze ama, yine suskunluk; biraz temenni, biraz yakarış...)
“Sakın gücenme, eğer anladınsa sevdiğimi...” Naif ve zarif bir final kuşkusuz...
(Eğer söylemek istediğimi anladınsa diyor, gücenme yahu, ne var iki lâf ettiysek?
Sanatçılar böyledir işte;
Her şeyi “sarahaten” söylemezler. Onlar “ben seni...” derler...
Gerisini ârif olup, siz tamamlayacaksınız.
Bu yazı ise, “ârif’e tarif gerekirse, el altında bulunsun” diye yazıldı.
Paylaş