Paylaş
Ama arada sırada meslek olarak seçtiğim alandaki gözlemler “öylesine kıvılcımları depreştiriyor” ki içimde, “Fuzulî tertibinden acı çekiyor”, “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” misali hayıflanıyor ve kendi kendime mırıldanıyorum: “Derdime vâkıf değil, canân beni handan bilir / Hakkı vardır şâd olanlar herkesi şadân bilir.”
2000’li yılların ilk 10 basamağında antropolojinin sınıflandırması bizleri hâlâ “Homo Faber”le (alet yapan insan) “Homo Sapiens”e (düşünen insan) arasında gezdirip duruyordu. Hollandalı filozof ve kültür tarihçisi Johan Huizinga’nın bu yolculukta ıskalanan “Homo Ludens”i (oynayan insan-oyuncu insan) ise aykırı bir tanımlamaya kement atmıştı. William Pinckard bu sapmayı güçlü bir makale ile “3 oyun teorisi”ne taşıdı.
Ben de oturdum, Ingmar Bergman’ın yönettiği (1957 yapımı İsveç filmi) “Yedinci Mühür”deki kurguyu “İçinizdeki insan, aslında hangi oyuncu?” diyerek, “Bir El Hayat Oynar mısınız?” adıyla zenginleştirip oyunlaştırdım. “Yolcuyla Azrail arasında hayat - memat meselesi olan bir el oyun oynanacak”tı. Okuyucunun ve / ya izleyicinin içindeki “kim”in 4 bin yılı aşkın geçmişleriyle ünlü “3 oyun”un (tavla–satranç–GO) felsefeleri ile (deyim yerindeyse) azcık silkelenmesi ve “hangi oyunun oyuncusu olduğu” sorusuna yanıt bulunması amaçlanıyordu.
Aslına bakarsanız, yayımlanmasının üzerinden 8 sene geçmiş ve güncel hedef kitleyi oluşturan yaş grubundaki kuşağın özellikle son 5 yılda “android, konsol ve PC ortamında” oynadıkları oyunlar “Candy Crush Saga, Temple Run, Fruit Ninja, Angry Birds, The Witcher, Tomb Raider, FIFA, PES, God of War, Tekken vb” adlar altında yoğunlaşmış olsa bile bana göre sorulacak soru değişmedi. Benim için “hangi oyunun oynandığı” ya da “oyuncunun hangi oyunu tercih ettiği” önemli değildi. “Oyuncunun, ‘oyunu / oyunları, hangi oyuncunun davranış kalıplarına uyarak’ oynadığı” ayrıntısının yanıtını arıyordum hâlâ...
Aynı tarihlerde (Nisan 2013) sevgili dost Sıtkı Şükürer ise, “Başarının şifreleri pokerde gizlidir” başlıklı yazısını sürüyordu “yeşil çuha”nın üstüne... Bakış açılarımız farklıydı, çıkarım ve yorumlarımız benzeş değildi. Ama “farklı köşelerde yazdıklarımız” birlikte okunduğunda konuyu daha “köşeli düşünmeye” fırsat veriyordu. İşte tam da enerjimi gençlere yöneltmişken, geçen hafta, yaşı kemâle ermiş “patrongiller”den biri, “skor tabelası”na Şükürer’in makalesini öne geçiren “şaibeli bir sayı kaydetti” makaleyi (özetle) hatırlayalım:
“Kötü tercihlerle şekillendirilmiş ele iyi zar fayda etmez! Buradan hareketle diyebiliriz ki, tavla şansı yönetebilme oyunudur. Pokerin tavladan da bir üst özelliği vardır. Tavlada şansını yönetirken o anda karar verirsiniz. Oysa pokerde meseleye bir de zamanlama boyutu girer.” Yazar burada bir “açık poker” partisini canlandırıyor ve “işte olasılıklar” diyerek finale yürüyordu. Kurulan cümlelerden birinde, “Rakipleriniz blöfçü mü, sağlamcı mı? Siz blöfçü mü tanınıyorsunuz, sağlamcı mı? Yoksa oyun küçükken hep blöfünü yakalatan, büyüyünce sağlam oynayan kurnaz mısınız? / Rakiplerinizin ve sizin o günkü ruh haliniz nasıl? / Acaba daha antrede rest çekmek en tahrik edici oyun tarzı mı olur? / Rakipler ne kadar zeki, akıllı, soğukkanlı, deli, çılgın?” diye soruyordu.
Ama beni (Aydın Boysan’ın ‘ham ervâh’ – olgunlaşmamış ruh - dediği ve ‘restsever patrongiller’den hak edenlere armağan etmek üzere arşive yönlendiren), hızımı alamayıp bu “mukayeseli yazı”yı yazmaya sevk eden “tek cümlelik manifesto” bu paragraftan sonra gelmekteydi: “Pişmeden bayatlayabilmenin de hayatın mümkünlerine dahil olduğunu bedelleri ödeyerek öğrenebilirsiniz.” Şimdi mutabıkız sayın Şükürer, “Pişmeden bayatlamak bazı oyuncular için her oyunda ‘kader’ olabiliyor”. E yazık tabii!
Paylaş