Paylaş
Nargile dumanının baskın kokusuyla tütsülenmiş bir alaturka eşlik ediyor akşamın alacasına. Konuşmaların omuz darbeleri arasından ancak sıyrılabilen müzik sesi, bize ulaşana kadar “belli belirsiz bir terennüm”e dönüşüyor. Önce bir Nişâbürek şarkının ilk ezgileri canını atıyor masamıza. “Neydi bu? Dilimin ucunda” derken, nakaratın da aramıza katılmasıyla, anlıyoruz ki, bu gelen Neveser Hanım’ın esintisidir: “...Bırak kalbine gireyim, gözyaşlarımı dökeyim / İç bu şarab olsun sana, yansın senin de yüreğin...”
“Söyleyene değil, söyletene bak” der bütün ustalar; biz de öyle yapıyoruz ama, ne mümkün Zeki Müren’in sesini umursamamak? Nihavend, bir hayal gibi sokuluyor masamıza: “Hüsranla gönül hep inler / Gece gündüz ah eder / Bir serâb oldu şimdi hayalin / Canım sen, neşem sen, bir lahza görsem... / Neden solar çiçekler, onlar da hasret mi çeker? / Bilinmez ne söyler, sevdiğini mi özler gözler?”
Birinin tesirinden kurtulamadan bir başkası başlıyor. Semai usulündeki bu suali, herkese Murat Bardakçı’nın hatırlatışı geliyor aklımıza: “Neden bilmem bu iptilâ? / Günden güne halim fena...”
Ardından yine bir Neveser Kökdeş şarkısı... Kendinden emin bir aranağme ve Melihat Gülses’in hakkını veren, önce dingin, ipeksi, sonra azıcık hoyrat, rüzgârlı, giderek kıskanç, sitemkâr ve nihayet nazlı yorumu: “Kuş olup uçsam sevgilimin diyarına / Saçından bir tel alsam, âh koysam canıma. / Söylesem sevgimi, kalbimi açsam ona / Aşkımın çiçeğini taksam başına / Sözleri âh sitemkâr, kıskanır beni yakar / Nazlanır, yalvarır, âh bu güzel yâr...” Rastlantı(?) olsa gerek, akşamın özensiz sesleri hafifliyor bahçede. Hasret de vuslat da daha bir duyulur hale gelmişken, o da ne? Bu saate kadar hiç ağzını açmayan Recep, başlıyor şakımaya. Ama telâşsız, revnaklı... Kreşendolar birbirini kovalıyor. Bazen heyecanlanıyor, kanı kaynıyor besbelli; makaralıyor. Yorgun düşer gibi oluyor ardından. Biraz soluklanıyor, tekrar başlıyor. Yüksek perdeden söyleniyor ama hiç incitmiyor.
Saka – kanarya kırması âfet, son şarkıya kadar bekledi sizin anlayacağınız. “Recep segâh seviyor galiba” dedim Levent Bey’e, “hikmetinden sual olunmaz” diye cevap verdi. Öfkesiz bir hatipti. Zamanlı zamansız konuşmuyordu. Her şarkıya karışmıyordu. Her güfteye sarkmıyor, her masaya bulaşmıyordu. “Her Recep böyle olsa” diye iç geçirdim; “böylesini ben bile sevebilirdim...” Arabaya doğru yürürken, içimden bir şarkı hediye etmek geldi Recep’e. Segâh olmalıydı ki hoşuna gitsin. Güftesi Enderûnî Vâsıf Osman’a, bestesi Tanbûrî Ali Efendi’ye ait devr-i hindî besteyi hafifçe mırıldanmaya başladım: “Dil harâb-ı aşkınım, sensin sebep berbâdıma / Bir teselli ver gelip bari dîl-i nâşâdıma. / Taş mıdır bağrın ki gelmezsin benim imdâdıma? / Dini ayrı kâfir olsa rahmeder feryâdıma...” Sabuncubeli’nden inerken, ışıl ışıldı İzmir...
Paylaş