Paylaş
“...Dostoyevski ve ütopyacı sosyalist Petraşevski’nin grubunda yer alan diğer üyeler, 23 Nisan 1849 günü Çar I. Nikolay’ın polisleri tarafından tutuklandılar ve sekiz ay süren gizli duruşmalar sonunda idama mahkum edildiler. 22 Aralık 1849 günü Semyonov alayının geniş eğitim alanına getirildiler. Cezaların uygulanması için ilk üç kişilik grup direklere bağlandığı sırada bağışlandıkları bildirildi. Dostoyevski’nin cezası 4 yıl kürek, 5 yıl da sürgüne çevrilmişti. Yazar, 1854 yılına kadar 4 yıl Omsk cezaevinde kaldı. Daha sonra, 1859 yılına kadar, 5 yıl Semipalatinsk’te er olarak hizmet gördü”.
Aynı yıl Dersaadet’te “Mekteb-i Mülkiye-i Şahâne”nin kapıları açılıyordu; Devlete “suç ve cezadan haberdar” bürokrat yetiştirmek için…
“Suç ve Ceza” (Prestuplenie i nakazanie), 1866 yılında yayımlandı. Roman, çok önemli toplumsal olayların ve moral sarsıntıların yaşandığı bir dönemde (içinde bulunulan günlerde) geçiyordu. O yıllarda iki Petersburg vardı. Biri, görenleri bugün bile büyüleyen mimari şaheserleriyle, parkları, bahçeleriyle “Saray Petersburg”u; öteki tozlu yolları, pis evleri, atelyeleri, seyyar satıcıları, meyhaneleri, mezeci dükkânlarıyla yoksulların Petersburg’u... Yazar her iki şehri de çok iyi tanımaktaydı. Romanın başkahramanı olan Rodiyon Raskolnikov, sıradan bir suçlu değildi. Romanın çatısını bir suçun psikolojik öyküsüyle, onun ahlakî sonuçları üzerine kurguladı. Raskolnikov, cinayetten sonra bile sonuna kadar dürüst kaldı; hem kendine, hem başkalarına karşı... İşte bu nedenle Dostoyevski, kahramanının öyküsünü, “bir düşüşün değil, ahlakî yükselişin öyküsü” saydı hep!
İstanbul’da ise aynı yıllarda, “suç ve ceza” çoktan kavramı yerle bir olmuştu... Ney üfleyen Sultan’ın, “hâl” edilmesine cevaz veren Şeyhülislam’ın iki dudağı arasındaki tutsaklığından utanacak hale gelmişti...
10 Kasım günü, gazeteleri karıştırırken, çok sevdiğim bir yazar olan “Fyodor Mihayloviç Dostoyevski”nin, doğumunun üzerinde 194 yıl geçtiğini öğrendim; tesadüfen... Ölümünün bile üzerinden 134 sene geçmişti.
“Suç ve Ceza, Kumarbaz, Budala, Ecinniler, Karamazov Kardeşler...” gibi, eskimeyen başyapıtlara imzasını atmış ünlü yazarın, ettiği önemli lâfları derlemişlerdi bir sayfada… Sıradan insanlardan, ölümsüz kahramanlar yaratmasıyla ünlü ve dünya edebiyatına, en az kendi kadar şöhretli bir çok karakter kazandırmasıyla iz bırakmış edebiyatçının söylediklerinden bir tanesi vardı ki, (içinde bulunduğumuz günlerin anlam ve önemini vurgulaması bakımından) cımbızlamadan edemezdim:
“...İnsanın değerini, varlığı değil yokluğu gösterir. Unutma; yokluğu bir şey değiştirmeyenin, varlığı gereksizdir...” sözünün, boşlukta nasıl bir tokat gibi şakladığını ve satır arasında, son günlerde, güzel ülkemde hayata tutunmak için yalpalayan dostlarımın, “beklediği esin”i gizlediğini fark ettim.
Aynı saatlerde, “son dakika manşetleri”nde, “suç ve RTÜK’ün sağa sola kestiği cezalar” tartışılıyordu ve bu satırların (takvimin azizliği sebebiyle 10 Kasım yazısı yazamadığına hayıflanan) Mülkiyeli yazarı, “cımbızlı tek bir cümleden ibaret” yazısını, gönül rahatlığı içinde bitirmek üzereydi...
Paylaş