Paylaş
Bu sefer, ne ve nasıl olduysa, “kendi jenerasyonunun en iyi çello sanatçılarından bir olan Alexey Stadler’in, Saint Saens’ın “1 numaralı Viyolonsel Konçertosu”nu seslendirdiği çellonun rengi, daha başından itibaren, “estetiğin bambaşka ve umulmadık labirentleri”nde dolaştırdı beni...
Bir enstrüman için, elbette ki, “sesin rengi, parlaklığı, tınısı vb.” önemli olan asıl zenginliktir. Ama müziği, sadece sesten ibaret sayıp, onun evvaî çeşit görselle incelip, somutlanan “melez” lezzetini, hepten inkâr etmek de, biraz haksızlık olmaz mı? Aynı şey, aslında enstrümanın, “tarih, coğrafya, zaman, mekân, edebiyat, mimarî ve sair ışıklar”dan beslenen “hikâyesi” için de geçerli değil midir? Efes’te, Celsus Kütüphanesi’nde çalanlar, aynı sebeple “başka bir şeydi; inanılmaz, tarif edilemez...” diyerek ayrılmıyorlar mı, İzmir’den? Meselâ, 2008’de A. Jacout imzalı ve zamanında Rus İmparatoru II. Nikola’ya ait olan bir enstrümanla, Rachmaninov’un “Çello İçin Sonat”ını kaydederken, daha az mı heyecanlanmıştır, Alexey Stadler? Sanmıyorum... Yani demem o ki, benim, “müziğe kapılmışken, renk ile de büyülenmem” o kadar da yadırganmasın. Kaldı ki, “sanat yazıları sicilimde”, “...Chopin’in müziğinde ilk kez bir şey daha fark ettim. Üst tonlarda ıhlamur kokusu, aşağılarda gizemli, uçucu bir tarçın ve belli belirsiz bir lâvanta...” diye not düşüp, müzik dinlerken başka bir duyuyu da “sanata teslimiyet” bahsine dahil etmişliğim vardır...
Mischa Maisky’yı ve Yo Yo Ma’yı, canlı izleme fırsatı buldum. Ama hayranı olduğum Rostropovich için, aynı şansı yakalayamadım, artık sadece elimden düşmeyen efsane kayıtlar ile yetiniyorum. Olten Filarmoni’nin mart ayı konserinde; Stadler’i, “Viyolonsel edebiyatının bu teknik ve yorucu eseri”nde dinlemek ise bilinçaltıma, “dişini sıkarsan, St. Petersburg doğumlu ve 26 yaşındaki sanatçıyı, dünya gözüyle, belki bir 10 sene sonra, arşesinin daha olgun bir rüzgârında tekrar izleyebilirsin...” yollu beklentiler düşürdü.
Sanatçı, bis için, “bir grup yaylı” eşliğinde çaldığı “İzmir”e armağan edilmiş besteyi, 1 ay kadar önce, (Olten’in 2 kez konuğu olan...) İgudesmanla birlikte seslendirdiklerinden bahsetti. Gözümde ve damağımda, “Kumkuat Reçeli”nin rengiyle başlayan şölen, kulağımda, hiç beklenmedik biçimde, “Hisarbûselik donanımıyla tütsülenmiş” dizelere evrildi. Sahneden, bir an için Attila İlhan da geçiverdi sanki:
“Gemi sinyallerinin gece bahçelere yansıması / Havuzda Samanyolu’nun Hisarbûselik şarkısı...” yakıştırmasıyla.
Ben seçemedim, ama belki, benim gibi “tuhaf” izleyicilerden birkaçı, “Muammer Bey’i, gözdesi Karantinalı Despina’yı, hattâ Miralay Zafiriu’yu” bile görmüş olabilirler.
Bu ay orkestrayı, (kariyerine üst düzey bir kemancı olarak başladığı söylenen) İsveçli Konuk Şef, Ola Rudner yönetti. Açılışta, halen İzmir Devlet Opera ve Balesi tarafından da sahnelenen Mozart’ın Don Giovanni Operası’nın “Uvertürü”nü çaldılar. “Komik motiflerle süslü - ciddî” diye tarif edilen bu eserin seçkin, zarif ve iz bırakan girişi, “konuk şef”in “sıcak, sevecen ama aristokrat tavrı”na hemen alıştırdı dinleyiciyi. Konserin son bölümünde, Beethoven’in 4. Senfonisi vardı. Önünde “nota olmadan” yönetti, 4 bölümlük senfoniyi Rudner. Kulaklarımız, “o ustalık ve âşinalık dolu” yorumla kavuştu finale... “Allegro ma non troppo”, yani “neşeli ama, pek o kadar da değil” telkinine karıştı alkışlar.
Olten Filarmoni yükseliyor... Eşlik ettikleri her sanatçı, sehpaya koydukları her yeni eser, dahası, her konuk şef, genç sanatçılara başka bir “paradigma” kazandırıyor... Biz, bu olumlu dönüşümü keyifle izliyoruz. Ama, şunu da hissediyoruz ki, yeni her performansla kanatlanan, aslında “İbrahim Yazıcı’nın Orkestrası”dır...
Bundan sonra, ne zaman Kumkuat Reçeli yesem, aklıma hafif buruk, ekşi ve aykırı tadıyla Alexey Stadler’in “güçlü yorumu” gelecek...
Paylaş