Paylaş
EĞER bilge bir Kızılderili Reisi değilseniz, isim vermek kolay değildir...
O bile herkesi memnun edemezmiş malûm.
Hani sormuş genç yerlilerden biri;
“Şef” demiş, “nereden buluyorsun bu kadar çocuğa, bu kadar değişik ismi?”
Şef cevap vermiş: “Tabiat anadan ilham alıyorum. Aslında bütün isimleri o koyuyor...”
“Nasıl yani?” diye üstelemiş yerli. “Meselâ bak...” diye anlatmaya başlamış Şef:
“Çadırımın önünde otururken, yeni doğan bir bebeğin ağlama sesini duyarım. Hemen arkasından da gelip bana, -ismi ne olsun?- diye sorarlar. Hemen etrafıma göz gezdiririm. Uzaklarda yakılmış bir ateşin, tüten dumanını görürüm. Çocuğa, -Titreyen Duman- adını veririm. Gölün kıyısındayken gelir haber bazen... Yine sorarlar. Gözlerimi kısar ufka bakarım. Güneş gözümü alır birden. Döner derim ki, -Göl Üstünde Parlayan Güneş- olsun bu kızın da adı... Aslında bu kadar basit. Peki sen neden merak ettin, durup dururken bütün bunları; -İşeyen Köpek-?”
Zordur; gerçekten zordur. “Bahar” dersiniz; ilkbaharda ter-ü taze iken hoş durur üstünde isim. “İkinci bahar, sonbahar filan derken, gün gelir, aslında hangi renklerin kastedildiğini bile hatırlayamazsınız. “Levent” dersiniz; boylu poslu olursa lâf yerine oturur da benim boylarda ısrar ederse genetik, herkes “arkadan gelen mi acaba?” diye uzaklara arar ismin sahibini...
Bu satırları yazdığım “koy”un adını nasıl koyduklarını bilmiyorum.
Buranın yağmurunda hiç ıslanmadım; bir fikrim yok onun için...
Ama, “Dibinde bir küp altın olur / O altını bir cin korur” tekerlemesinden yararlanılmış olabilir.
Yahut, eski dilde “izler, nişanlar, alâmetler”den türetilmiş “alâim-i sema” inceden bir fikir vermiştir.
Bir ihtimal, Ömer Seyfettin’in kitabından esinlenilmiştir.
Ya da hiçbiri değildir; kısadan büzüp “alkım” deyivermek, doğanın, buradaki tarifsiz ve başıboş estetiğini tarife yetmez diye düşünülmüştür de güzel Türkçemize yakıştırdığımız rengârenk çağrışım düşüvermiştir akla; “Gökkuşağı...”
Mitolojiye göre Yunan tanrılarının kraliçesi olan Hera, yeryüzüyle haberleşmek istediğinde, “renkli elbise” sini giyerek giden haberci İris’i gönderirmiş.
Birçok kültürde, cennet ile dünya arasındaki köprü olarak görülürmüş “gökkuşağı...”
Batı kültüründe umut ve şans sembolü sayılırmış.
Sibirya’da güneşin dili olarak düşünülür, Güney Amerika’da denizin üzerinde görülmesinin bir şans olduğuna inanılırmış.
Türk kültüründe ise Umay Ana, yeryüzüne inmek için “Alakuşak”ı kullanırmış.
Yani, gökkuşağı için, sadece, “...güneş ışınlarının yağmur damlalarında veya sis bulutlarında yansıması ve kırılmasıyla meydana gelen ve ışık tayfı renklerinin, bir yay şeklinde göründüğü meteorolojik olay...” demek çok ucuz bir cümle olur. İşte ben de böyle bir yanlışa düşmemek için dolandırıyorum lâfı...
“Gökkuşağı”nın, görsel bir şölen olarak, bütün insanlığın her zaman ilgisini çektiğinde, sanırım mutabıkız. İşin hoş yanı, fizik kuralları gereği ona hiçbir zaman ulaşmak ya da dokunmak mümkün olmadığı için, geriye tek bir şey kalır; “hayal gücünüze müracaat etmek...” Yani ben “koy”un adını söylemiş olmakla yetineceğim. İçini siz dolduracaksınız!
Ben, “kozalakların denize düştüğü bir koy” görüyorum karşımda.
“Denizin üstünde yürüyormuşsunuz hissini veren bir seyir terasında”yım; gurup vakti...
Göz ucuyla, yanıbaşımızdaki “Kalemlik Ormanı”na bakıyorum.
Denizden esen bir “ürperti” giydim az önce üstüme.
İki turuncî arasında (Tulû ve gurûb...) yaşayan, lâkin farkında olmayan ölümlülere inat, “Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor; pullu pulsuz, “Özdere” kokan bir sofradan, “iyi bayramlar” diliyorum. Orhan Veli misali, “Eskiler alıyorum / Alıp yıldız yapıyorum...”
Gayrısı; Sabaha kadar, dalga sesi... Şiirin sonunu bilenler, hatırlayamayanlara söylesin bir zahmet!
Paylaş