Paylaş
Ama, bu konudaki ilk bulguya, varsayımsal da olsa, 10. yüzyılda rastlıyoruz. 870-950 yılları arasında yaşamış Farâbi’nin, muhtemelen mucidi olduğu uduyla, dinleyenleri zaman zaman güldürdüğü, zaman zaman ağlattığı ve hattâ zaman zaman da uyuttuğu bilinmektedir... / Kuşkusuz ki, Farâbi’nin mucidi olduğu bu sazla yaptığı; bugün ‘taksim’ adını verdiğimiz ‘serbest’ türün sergilenmesinden başka bir şey değildi...” ifadesiyle başlayalım.
Taksim, “müzikte taksim bilimi, ilm-i kelâm’a benzer” diyen Kantemiroğlu’ndan (17. yüzyıl) Fonton’a (18. yüzyıl), Hâşim Bey’e kadar (19. yüzyıl), pek çok müzikolog tarafından ayrıntılı olarak incelenmiş, nihayet, “Türk Mûsikîsinde taksim” denilince, 20. yüzyılda; “...Sâzendenin, nazarî yönden, belirli bir biçimsel bütünlüğe ve ilgili makamın seyrine, ruhuna sadık kalmak kaydıyla, kendi yetenek, beceri ve bilgilerini özgür olarak sergileyebildiği, ana hatlarıyla bir usûle bağlı olmaksızın, esinleri itibariyle perde arkasında önceden tasarlanmış, ama anlık içe doğuşlarla (irticalen/doğaçlama) seslendirilen ve dinleyenin kulağını, belirli bir makama hazırlamak (hattâ koşullandırmak amacıyla) yapılan serbest saz icrası...” şeklinde (göreli) bir târife ulaşılmıştır. Taksim türlerinden biri olan “giriş taksimi” ise varlığındaki, hem yol gösterici, hem de ümit vaat eden davetkâr çeşnisiyle, “adetâ bir peşrev, adetâ bir medhal” gibi, sizi elinizden tutup içeri çekiveren, özgün bir güven eşiği de barındırır.
Bu duygulara, başka bir pencere açıp; Alaturka Atölyesi sohbetlerimizde, sosyal medyada, “...Tanburî Cemil Bey’den önce, ‘taksim besteciliği’ var mıydı?” diye sormuştum. Gergin yanıtların birinde, “...Taksim besteciliği tarih boyunca olmadı ve olmayacak! Taksim, saz üstâdının ve sazın özelliklerini gösteren bir doğaçlamadır. Bestelenirse, taksim değil saz eseri olur...” yollu, “eksik ve meselenin anlaşılmadığı”nı gösteren bir yorum çıktı karşıma.
Sorudaki murâdımızın ne olduğunun daha iyi anlaşılabilmesi bakımından; cevaben, Cinuçen Tanrıkorur’un, “Türk Mûsıkîsi’nin Son Peygamberi” başlıklı makalesinden bir bölümü, takdim etmek zorunda kaldım:
“...Belki de nevrastenik bünyesi yüzünden, yerleşmiş her türlü kural ve kalıba karşı gösterdiği insiyâki tepki, onu başka türlü bir besteciliğe, musikimizde daha önce hiç söz konusu olmamış olan ‘taksim besteciliği’ne itmiştir... İrticalî (içten gelme) bir ifade olan ‘taksim’ formu, söz musikisindeki karşılığı olan ‘gazel’ formu gibi, notaya dayalı bir icra tarzı olmadığı için, dar anlamda besteciliği de söz konusu değildir! Ne var ki, Cemil’in taksim’leri sadece makam seyirlerinin gösterilmesini amaçlayan, klişe cümlelere dayalı basma kalıp tekerlemeler değil; Cemil zevkiyle yetişmiş tanbur virtüözümüz Necdet Yaşar’ın isabetle belirttiği gibi, ‘musikinin felsefesini yapmak mertebesine erişmiş’ irticalî kompozisyonlardır...”
İzmir yerel seçimlere hazırlanırken, şimdi, “bütün bunları neden yazdın?” diye sorarsanız, “Hz. Mevlâna’dan Yunûs’a, Yahyâ Kemâl’den Nâzım’a, Leylâ’dan Mecnûn’a uzanan ‘yol’da, ‘aşk’tan daha güzel bir sözcük yaratılmış mıdır? diye sorasım geldi de ondan...” derim.
Bence , “Giriş Taksimi” fevkalâde! Öyle anlaşılıyor ki, bu ses doğaçlamadır, ama uydurma değildir! Söylemin kalitesinden, arkasında derin bir birikim olduğunu, artık bu kent yönetilirken, “zarafet ve estetiğin” hayli önemli bir yer işgal edeceğini anlıyoruz.
Bakalım; “Giriş Taksimi”nden saz semaîsine uzanan “Aşk Faslı”nda, önümüzdeki günler, bize neler gösterecek, dinletecek? Artık İzmir deyince, “İşinizi gücünüzü” bir kenara bırakın! İzmir’e siz de aşkla yaklaşın. Ve olacakları / olabilecekleri izleyin! Düzeltiyorum, “izlemeyin”, İzmir’in felsefesini yapmak mertebesine erişmeyi düşleyen bu “aşk”ın içinde olun!
Olun ki, duasını bile bir başkasının sırtına yıkanların memleketinde, “Benim için de dua edin Erenler...” niyâzına, “başımla; lâkin -kendisi nerede- diye sorarsa, ne diyeyim?” tebessümünü sunan dervişe, verecek bir yanıtınız olsun. Bu “aşk”ın içinde olun! İçinde olun ki, Hz. Mevlâna’nın “Selâm Duası”yla açılsın kapılar:
“...Aşk Olsun / Aşkınız Cemâl Olsun / Cemâliniz Nûr Olsun / Nûrunuz Ayn Olsun...”
Paylaş