Bilenler bilir; benim “eski dil”e merakım vardır. “Yaşayan Türkçe” fikrini savunurum; “Öztürkçe” zorlamasına inanmam! Çünkü kişisel tercihim, dilin eskimeyen vuruculuğu ve lezzetinden yanadır. Çünkü, sözcüklerin, cümlenin ve kurgunun musikîsi önemlidir benim için... Kelimelerin, bir yaşanmışlık içerdiğini ve hâtıra değeri olduğunu düşünürüm; kolay vazgeçmem. Retorika’dan belâgat’a uzanan yolda, “doğru, etkili ve estetik” olanı sahiplenirim. Lisedeyken “seçenek” dediğim için yadırganırdım; şimdilerde “müstehzi”de ısrar ettiğim için yan bakıyorlar. Bu ön kabullerime rağmen, kasıtlı olduğunu düşündüğüm bir “değiştirme” çabasına dikkat çekmek istiyorum: (Şimdi bana “paranoyak” diyenler bile çıkar ya, neyse...) “Bir sözcüğün yerine ısrarla bir başkasını koymak, hattâ sokuşturmak suretiyle, arkasındaki (temsil ettiği) kavramların da yer değiştirmesini sağlamak işgüzarlığı”na, “tarih, kültür ve sanat kokan sembolleri sadece bir zümrenin malı gibi pazarlayarak, zaten yeterince parça parça olmuş toplumu, daha çok sayıda ve keskin kamplara bölmek gayretkeşliği”ne. Teşebbüs hayli demdir sofrada, ama Ramazan ayı gelince, gündem ve naklen yayınlar fırsat bilinerek iyice abartılmaya başlandı. Bir “ecdad” lâfıdır aldı gidiyor... Bildiğiniz gibi, “cedd” (büyükbaba, dedelerden biri) sözcüğünün Arapça çoğuludur “ecdad”. Türkçe, “ata” sözcüğü de aynı anlama gelir. Bu maksatlı seçimden, birkaç sebeple hoşnut değilim: Sözcüğü ve kavramı, hakkını veremeyecek olanların sahiplenmesine içerliyorum bir, varsa yoksa (sultanın çoğulu) “Selâtin” edebiyatı yapılmasını yakışıksız buluyorum iki, sadece dinî esintiler yükleyip, hilâfet vurgusunu ısıtarak ve “Sultan, Han, Padişah” sembolizmasını yapay bir özensizlikle kaşıyarak, “ecdad ticareti” yapılmasına “ağız dolusu...” bozuluyorum üç... Siyasilerimiz de aynı tezgâhın içinde. Ecdad denilirken, hep Hâlife - Sultanlar kastediliyor. Mimarlar, hekimler, seyyahlar, bestekârlar, şairler vd. nerede? Bilge Kağan nerede? Yunus Emre nerede? Rahmetli Gazi nerede? “Ata yadigârı” çıktı mı dilimizden? “Atasözleri”ne tıkalı mı kulaklarınız? “Özellikle Selçuklularda şehzâdelerin eğitimiyle görevli vezir” demek olan “Atabey”den de mi bihabersiniz? Fikrinizde, “Ey kız gözüme huri görünürsün / Atan sevmez seni benden ziyade...” diyen Karacaoğlan yok mudur? Bırakın sözcüklerle oynamayı! Ağzınızı korkak alıştırmadan, göğsünüzü gere gere, hele bir “ata” deyin bakalım... Bugün ecdadı yâd edebiliyorsanız, bunu “Ata”ya borçlu olduğunuzu hatırlayın evvela... Ecdada hürmet, kul hakkı yiyerek “Ata”yı yok saymakla olmaz; hepsi bizimdir ve başımızın üstünde yerleri vardır. Demem o ki, ecdadını tasnifsiz tanımadan, hakkıyla bilmeden, içine ayrımsız sindirmeden, merhum Âkif’in şâheserini “Gökten ecdad inerek..” diye tekrarlamak yetmiyor. O bahçesine yayılıp da, burun çekip göz süzerek, bayat üçüncü sınıf sohbetler yaptığınız deha ürünü camilere adını veren ecdad, şiir yazardı, beste yapardı, hattattı, marangozdu, neyzendi... Sorarlar adama, “Sizin (veraseten intikal etmiş) neyiniz var birader? Elinizi görelim?” Islık bile çalamayan bîçarelerin, “ecdad”ı sadece telaffuz ederek mülkiyet iddiasında bulunmalarına gülüyorum. Daha iyisini de yapabilirim... Hem atalarımızı anmak için, hem de ecdadından bîhaber gafillere inat, yarın akşam MİKO’da, meselâ Sultan III. Selim’e ait Sûzidilârâ Yürük Semai ile başlayabilirim piyano çalmaya: “Âh ab-ü tâb ile bu şeb hâneme cânân geliyor...”