Paylaş
Birinci Dünya Savaşından hemen önce, Paris ve Londra’nın gündemine girmişti Tango; bu tercih, Avrupa’da yaşayan seçkin Arjantinliler için bir kâbus olmasına rağmen… Öyle ki, şehir “kendi ülkelerinde aşağıladıkları bu ucube dans” ile coşarken, Paris’teki Arjantin büyükelçiliğinde yasaklanmıştı Tango. Ve bu “karşı cephe”, pek de yalnız sayılmazdı. New York Katolik Kilisesi de, Tangoyu “günahkâr dans” ilân etmişti. Kaiser Wilhelm de, askerlerinin üniforma ile Tango yapmalarını yasaklamıştı Almanya’da… Ama, Evita’nın ölümünden sonra, askerî yönetim tarafından, “doğduğu topraklarda” yasaklanması bile, Tango’nun nefesini kesemedi… “Dünyayı ve yaşadıkları ülkeleri darmadağın eden ölümlüler”, bir bir ayrılırken yerküreden, UNESCO’nun,“Tango”yu, “insanlığın somut olmayan kültürel mirası” listesine dahil etmesinin üzerinden tam 7 yıl geçti…
Geçen akşam, “23 Nisan”a sayılı günler kala, “yasakların hiçbir işe yaramadığı”nı gösteren bir repertuvara gülümsedim; oturduğum koltuktan. Bernard Shaw’un, izledikten sonra, “iyi güzel ama neden ayakta ?” diye sorduğu soruya verilmiş belki yüzlerce yanıt var ! “Tango varılacak bir yer değil, bir yol…” diye, hayli sofistike söylemler olduğu gibi, “hüzünlü dönenceler” diyerek kestirip atanlar da mevcut. “Bir kadın ve bir erkek bedeninin teması, hem arzulu hem saygılı, hem benliğinden uzak hem de bakışmalardan daha dürüst olabilirmiş” cümlesi de vurucu ama, biz yine de sözü bir Tango ustasına, koreograf ve dansçı Juan Carlos Copes’e bırakalım: “Tango birbirini arayan erkek ile kadındır. Erkeğin erkek olduğunu, kadının dişi olduğunu hissettiği zamanlarda bir kucak arayışı, bir birliktelik biçimidir. Kadın yönlendirilmek ister; erkek yönlendirmek ister. İleride bazı anlaşmazlıklar çıkabilir ama o an geldiğinde önemli olan, eşit, olumlu ve üretken bir diyalog kurabilmektir…”
AASSM “küçük salon”da, dans değil müzik ön plândaydı !, Tango’nun form özelliklerine sadık kalarak yaptıkları düzenlemelerle dikkat çeken “Sanart Tango Ensemble”, Arjantinli sanatçılar Carlos Gustavo Battistessa (Bandoneon) ve Ricardo Moyano’nun (Gitar) yanı sıra, İzmirli sanatçılar İlhan Çınar (Keman), Ali Öztürk (Gitar) ve Osman Yaldız ‘dan (Kontrabas) oluşuyor. “Buenos Aires’ten İzmir’e” esen rüzgâr, Dilek Türkan ve Teyfik Rodos’u da kucaklayıvermiş. Seyirciyi, “birlikte, ilk kez bu akşam sahne alıyoruz” notuyla selâmladılar. Arjantin formları olan milonga ve valslerin yanı sıra, genç Cumhuriyet’in, “Avrupa’dan gelen 78 devirli taş plâklar”dan yarattığı “Tango Türk”ün unutulmayan örneklerini de dinledik.
“El Choclo” ile başlayan yolculuk, kâh “La Trampera”nın enerjisi ile kıvılcımlandı, kâh “Nocturna”nın tempo ve neş’esiyle yelpazelendi. Birkaç hafta arayla, “Oblivion”u tekrar canlı dinlerken, sanatçıların arkasından, Pİazzolla yine geçiverdi gibi geldi bana… Bandoneon solosu ise, Buenos Aires’ten çok, belki de “Rio de la Plata”ya saygı duruşu renginde bir gösteriydi.
Öte yandan, Türk Tangosunun “yaşayan Türkçe”ye verdiği can suyunun önem, incelik ve zarafetini tekrar fark etme fırsatı bulduk. Derya Türkan’ın seslendirdiği “Dinle Sevgili”, kulaklarımızdaki en yumuşak yorumlardan biri olarak hatırlanacak. Teyfik Rodos’un ise, “Seni sevmem de haksız / Sevdim demem de haksız / Fakat ne çok insafsız simsiyah bakışların…” derken ne kastettiğini, Fehmi Ege bestesi’nde “Çok Ağladım” derken anladık. Sesi ve tavrının, Tangoya ne kadar yakıştığını, bu köşeden özellikle söylemek istiyorum…
Konserin ikinci bölümü, “Ayrılık” ile açıldı gitar eşliğinde… Derya Türkan, Halit Recep Arman’ın tangosuyla, mevsimin “Aşk Mevsimi” olduğuna inandırmaya çalıştı bizleri. Yetmedi, Kaptanzâde Ali Rıza Bey’in Nihavend Fantezisi (?!), Ömer Bedrettin Uşaklı’nın sözleriyle yorgun düşürdü dinleyenleri: “Akşamı süzme deniz / Renginden gözüm yandı / Engindeki pembe iz / Gönlümde halkalandı…” Ardından, (sözlü) ilk Türk tangosu, “Mazi kalbimde bir yaradır”ı dinledik. Türkan ve Rodos, “Özleyiş”i birlikte okudular. Adına bakmayın, hepimiz bu tangoyu, “Sevdim bir genç kadını…” diye biliriz. Rahmetli Anneannem Nazmiye Hanım da kemanla çalardı; beni alıp nerelere götürdü bir bilseniz ? “Bis”’in adını “salondakiler” koydu; arka sıralardan, “Papatya söylenmeden bu gece bitmez…” diye seslendiler. Sanatçılar naz yapmadı, çaldılar ve söylediler; ama ne yazık ki, bitti gece !
Paylaş